Kardelen'i DergiKapinda.com sitesinden satın alabilirsiniz.        Ali Erdal'ın yeni kitabı TÜRK KİMLİĞİ çıktı        Kardelen Twitter'da...        Kardelen 32 Yaşında!..       
    Yorum Ekle     4740 kez okundu.     Henüz yorum bırakılmadı.     Yazara Mesaj

BEN
Ahmet Mahir Pekşen

  Sayı: 47 - Ocak / Mart 2005

Sıcak bir Ağustos gününün sonunda, kızıl bir güneş ufkun altına inmek üzereydi. Gölgeler, asıllarının on katı, yirmi katı daha uzundu.
Küçük bir çocuktu Tarık; kapkara gözleri, uzun kirpikleri, kıpkırmızı dudakları kısa kesilmiş simsiyah saçları vardı. Sağ yanağında, alt ve üst dudağının birleştiği hizada küçük bir “BEN” vardı. Bu ona tarifi zor bir güzellik veriyordu.
Gözleri batan güneşe doğru uzanan yoldaydı. Az önce, sağ tarafındaki çeşmede yüzünü yıkamış, her tarafı kuruduğu halde kirpikleri kurumamıştı, bu yüzden batan güneş, kirpiklerinde kalan küçücük su damlalarında ebemkuşağı oluşturuyor, o da hiç pozisyonunu bozmadan bu harikulade yedi rengi seyrediyordu. Bu yedi rengi tam olarak görebilmek için gözlerini yarı kısık tutması gerekiyor, zaman zaman bunu ayarlayamıyor, renklerini kaybedince bilyelerini kaybetmiş gibi üzülüyor, sonra ise tekrar bulmanın erişilmez zevkini yaşıyordu.
Güneş, kirpiklerine asılı kalan o minnacık damlaları da kuruttuktan sonra artık bu renkleri hiç göremez olmuştu.
“Doymuştum zaten” diye geçirdi içinden. “Bana göre eğlenecek, vakit geçirecek oyun mu yok?” dedi ve abisinin kendisi için özel olarak yaptığı ayva çubuğuna baktı. Şu abisi de ne hünerliydi. Bahçelerindeki ayva ağaçlarından birinden, ağaca zarar vermeyecek çubuklar kesmiş, onların kabuklarını dama zemini gibi kare kare keserek nakışlı iki çubuk yapmıştı. Büyüğünü abisi almış, küçüğüne de kendisine vermişti. İşte şimdi o çubukla yumuşak toprağın üzerine, ev, araba, tren, tabanca resimleri yapıyor, sonra silip başka nesnelerinkini çizmeye başlıyordu.
Bu işten de bıkmıştı. Oturduğu kara taşın üstünden kalkarak beyaz taşın üzerine taşındı. Genellikle bu beyaz taşın üzerinde otururken görünürdü mahallelinin hergele dediği sürürün ucu. Fakat baktığı yönde herhangi bir hareketlilik yoktu. Ya kendisi bu gün biraz erken gelmişti, ya da çoban biraz geç kalıyordu.
Güneşe bir daha baktı. Uzun, simsiyah ve parlak kirpikleri kaşına değecek kadar açıldı. Ufuk çizgisiyle tokalaşmak üzereydi güneş.
Alaca ineği ve kara keçisini çok severdi ama şu bekleyiş uzadıkça canı sıkılırdı. Çobanın işte bazı günler böyle çok geç kaldığı oluyordu. O zaman sıkıntıdan patlıyor, zaman geçirecek bir şeyler bulmaya çalışıyordu.
Sürüyü beklediği yer bir tren istasyonunun kenarıydı. Bu saatler trenlerin en yoğun olarak geçtiği saatlerdi. Tünelin arkasından duyuyordu düdüğünü. Bu düdük sesi gelir gelmez istasyonda canlılığın, tatlı bir heyecanın başladığını ta buradan görebiliyordu. Yolcu bekleyenlerin yüreğinin kıpırtısını hissediyordu. Ya yakınlarını yolculamaya gelenler; onların hali bir başka oluyordu. Göz pınarlarında akmak için hazır bekleyen gözyaşları hasret bahanesiyle boşanıyordu.
Hastaneye hasta gönderenler, askere çocuklarını uğurlayanlar, gurbete gelin gönderenler gözlerinden belli oluyordu. Bu gözler az sonra ağlayacaklarının sinyali veriyordu trenin düdüğü ötelerden duyulunca.
Tarık, tren vagonlarını ve kompartımanlarını sayıyordu vakit geçirmek için bazen de. Vagon ve kompartıman sayısının elliyi bulduğu hatta geçtiği oluyordu. Yük ağır vagon çok olduğunda katarın sonuna bir de lokomotif ekliyorlardı. Öndeki çekiyor, arkadaki itiyor, zorlanarak ancak çekiyorlardı uzun katarın ağır yükünü.
Gelen yolcu treni ve vakti de müsait ise istasyona gidip, yolcuların boş şişelerine çeşmeden su doldurmak, sigara, bisküvi, ekmek gibi ihtiyaçlarını büfeden karşılamak için yardımcı oluyordu.
Ötelerden bir ses duydu. Bu bir tren sireni sesiydi. Gözlerini tünele çevirince masmavi gökyüzüne simsiyah dumanlar bırakarak trenin heybetli gelişine şahit oldu. Heyecanla ayağa fırladı. O da ne, tren yoluna paralel olarak uzanan tozlu yolun ucunda da sürü belirmişti. Bir ara gözlerini kısarak hesap yaptı. Trene, yolcularına bakmaya gitse, yolculara yardım etse dönüp geldiğinde sürünün gelip gelmeyeceğini düşündü. Çobanın yönetimindeki yüzlerce hayvanın ancak 15 dakika sonra bulunduğu noktaya ulaşabileceğine karar verdi ve istasyona doğru koşmaya karar verdi.
Yavaşlayan ama henüz durmayan trenin içi kalabalıktı. Her pencereden birkaç baş uzanmış heyecanlı gözler istasyonu taramaya başlamıştı. Kapıların ardı da olabildiğince doluydu ve yolcular bir an önce inip ihtiyaçlarını gidermek için tetikte bekliyorlardı.
Kompartımanlardan birinden bir ses duydu:
“Hey küçük!.. Bakar mısın?”
Tarık sesin geldiği yöne döndü. Adamın kendisine doğru baktığını görünce, hitabın da kendisine olduğunu anladı;
“Buyur amca”
Koyu renk takım elbiseli, beyaz gömlekli, puanlı kravatlı adam çok yakışıklı ve kibardı;
“Bana Yenice sigarası alır mısın yavrum?”
Adam elindeki iki yüz kuruşu Tarık’a verdi. Böylesine şık ve kibar birinin kendisiyle muhatap olmasına sevinen çocuk hızla büfeye doğru koşmaya başladı. Sonra koskoca iki yüz kuruşu kendisine güvenerek vermişti. Büyük bir adam tavrıyla büfeye gitti. Sigarayı aldı ve geri döndü.
“Buyurun sigaranızı”
Babası geldi aklına. “Buyur sigaran” derdi mahallenin çocukları böyle durumda. Babası ona, sonuna “un” ve “ız” ekini ilâve etmesini öğretmişti. Ve ilk defa lazım olmuştu bu kibar ifadeyi kullanmak. Şimdi bu kibar adam, bu beldeyi kibar çocukların yaşadığı bir yer olarak hatırlayacaktı. Bir kere daha iftihar etti kendisiyle.
Lüks yataklı vagonun kompartımanının penceresinden hafifçe sarkan adam sigarayı aldı. İşte bu kısacık zaman dilimi esnasında, adamın parmağındaki yüzükleri, saati ve manşeti gördü. Sağ elinde bir nişan yüzüğü vardı bir de kaşlı yüzük. Kaşlı yüzük en küçük parmağı süslüyordu. Bileğindeki saat ise Tarık’ın bu güne kadar hiç görmediği türdendi. Pahalı mı pahalı bir saat olmalıydı. Beyaz gömleğin kolundaki manşet de saat ve yüzüklerle uyum sağlayacak ölçüde parıltılı ve şahaneydi.
Adam:
“Teşekkür ederim yavrum” dedi ve yaptığı bu hizmet için bir çiklet uzattı. Tarık önce çikleti almamayı, bu işi bir karşılık bekleyerek yapmadığını söylemeyi geçirdi içinden, ama söylemedi, söyleyemedi. Utangaç bir edayla aldı. Teşekkür etti.
Hareket memuru düdüğünü, makinist sirenini çaldı. Tren malum hantallığı ve sesiyle hareket etti. Yakışıklı adam, görebildiği son noktaya kadar el salladı Tarık’a. Tren kapkara dumanlarını gökyüzüne hatıra bırakarak görünmez oldu.
Çikleti açtı attı ağzına. Ferahlatıcı bir lezzet yayıldı damağına. Süslü değneğini sallayarak, birilerine iyilik etmenin zevkini gönlünde duya duya sürüyü beklediği yere doğru koşmaya başladı.
Yüzlerce hayvanın ayağından çıkan toza bir de sürünün kendisine has kokusu eklenince çekilmez bir hal alıyordu Tarık için.
Ağız kısmı siyah, diğer yerleri beyaz Kangal köpeğinin burnu kulağı düşmüş, dili dışarıda sürünün yanında isteksizce yürüyordu.
Tarık trendeki adamın yerinde olmayı ne kadar çok istiyordu. Aklı bir sürüye gidiyor bir de istasyonda yaşadıklarına takılıyordu.
Çoban elindeki değneği sağa sola sallıyor, sürüyü dağıtmadan, bir arada götürmeye çalışıyor, bu arada da hayvanların alıştığı biçimde sesler çıkarıyor, bağırıyordu.
Sigarayı uzattığı kompartımandan uzanan eli düşünüyordu. Gözünde hala yüzüğün, saatin ve manşetin pırıltısı vardı. Ya gömlek kolunun beyazlığı. Kolalı duruşu.
Gözleri kır keçi ile, alaca ineği aradığı, buldu. Yol ayrımında sürüden çıkarabilmek için hazırlanıyordu, ama aklı trendeki adamdaydı. Bembeyaz gömleği koyu renk takımına ne kadar yakışmıştı. Ya o kravatı. “Mutlaka pantolonu da ütülüdür” diye düşündü. Sonra kendi buruş buruş, diz yerleri eprimiş pantolonuna baktı.
Koyunların bazılarında bulunan çıngırak sesleri güzel çocuğu hayallerinden bir an için uyandırdı.
Tarık seviyordu aslında bu hayatı. Şu yorgun çobanı, şu Kangal köpeğini, koyunları, kuzuları. Bir ara sağına soluna baktı. Her ineğin ayrı bir özelliği vardı. Kiminin boynuzu ay gibi, kiminin ki kısacıktı. Kiminin bir kiminin iki boynuzu birden kırılmıştı.
Tarık:
“Ahh bir saatim olsaydı. Sürünün geleceği vakti saate bakarak da anlayabilirdim.” diye düşündü. İç geçirdi.
Sağından solundan beyaz, kara yünlü koyunlar, birbirleriyle her fırsatta dövüşen, toslaşan keçiler gelip geçiyordu.
“Benim hiç beyaz gömleğim olmadı… Olacak mı?” diye mırıldandı.
Alaca ineği ve kır keçiyi sürüden ayırdı. Evinin yolunu tuttu. İneği ve keçisini çok seviyordu. İstasyon hayallerine sünger çekti.
*
Aradan 30 yıl geçti.
Bu arada istasyonlar mavi trenlerle tanıştı. Artık kömür istimi yoktu ve tünellerin ucundan görünen trenlerin bol siyah dumanları masmavi gökyüzünü fazla kirletiyordu.
Mavi tren bir istasyonda durdu. Yatakla vagonların birinden 35-40 yaşlarında bir beyefendi indi. Ayakkabıları pırıl pırıl boyalı, lacivert takım elbiseli adam bembeyaz bir gömlek giymişti. Sol bileğinde kronometreli, bir çok ülkenin saatini ayrı ayrı gösterebilen, alarmlı, son derece kıymetli ve gösterişli bir saat vardı. Büfeye yanaştı.
“Bir marlboro, bir karper peynir, bir su, iki hamburger, bir de şu paketteki sütlerden rica ediyorum” dedi. İki yüz bin lira uzattı…
Önce sütü verdi büfeci. Adam diğer siparişlerinin hazırlanmasını beklerden süt kutusunun üstüne göz gezdirdi;
“Normal şartlarda altı ay tazeliğini korur” ibaresini okudu ve tebessüm etti. Her sabah taptaze süt içtiği çocukluk günlerini hatırladı. “Nerede o güzelim çocukluk günleri” diye iç geçirdi. Aldığı, plastik şişedeki suya, aylarca önce üretilip ambalajlanan peynire baktı. Gülümsedi. Son gülümseyişinde garip bir burukluk vardı.
“Su bayat… Süt bayat. Plastiğe ve ambalaja mahkûm bir hayat” dedi mırıltı halinde. “Ya şu hamburgerin ne işi var bu küçücük Anadolu kasabasında” diye düşündü.
Tren hareket etti. Makinistin düdüğü otuz kırk sene öncenin aynısıydı ama trenin sireni değişmişti. Kara treninkine hiç benzemiyordu.
Kronometreli saati olan adamın gözleri uzaklarda, beyaz bir taşın üzerinde oturan çocuğa ilişti. Ona doğru el salladı. Kompartımandaki arkadaşı adamın kime el salladığını görebilmek için gözlerini onun baktığı yöne çevirdi ama beyaz taşın üstündeki çocuğu göremedi.
Ufukta güneş batmak üzereydi.
“Bu saatlerde sürüler geçerdi bu tozlu yollardan” diye düşündü lacivert takım elbiseli adam.
Güneş ufuk çizgisine buse kondururken maziye dalan adamın sağ yanağında, alt ve üst dudağının birleştiği hizada küçük bir “BEN” vardı.

Bu yazıya yorum ekleyin

Adınız
E-posta Adresiniz
Yorumunuz
 

CAPTCHA


Resimdeki rakamları bu alana yazınız


Eklenen Yorumlar


Henız yorum bırakılmadı...
 
Kelebeğin Cesedi... - Sayı 117
Apartman Hayatı... - Sayı 115
Allah... - Sayı 112
Bolluk ve boşluk... - Sayı 103
Tüm Yazıları

ASKIDA ABONELİK: Siz de "askıda abonelik kampanyası"na destek olmak ister misiniz?

Gelecek sayının konusu (120):
Doğumunun 120. yılında Üstat Necip Fazıl Kısakürek...

Son Eklenen Yorumlardan
 bosch professional gop 185-liBeylikler dönemini hatırlayalım, birbirlerine karşı üstünlük mücadelesi... Feyzi

 "Yürü kardeşim,Ayaklarına bir Kudüs gücü gelsin."Sen ve senin gibi şuurlu insanların sayıları bereke... Nilüfer Mihailoğlu

 Yüreğinize kaleminize sağlık kıymetli hocam. Allah hayırlı sağlıklı uzun ömürler versin.... Faruk AKTI

 kantarın topu olacak efendim ... Esra

  Gönlü klabi temiz abim kalemine sağlık başarılarının devamını diliyorum sevgiler saygılar ... Serkan yakar


*Eskiden Allah için verilen selam, artık “rüşvet deyü” veriliyor.
*İnsanlığın ölçüsü olan selamlaşmak, kaybolalı beri, çevrede insan görmek zorlaştı.
Kardelen-Gazete: Sayı 3, 1989
Tas tarak
Kasem olsun!
Bir tufanın ardından: Filistin
Soykırım, Antisemitizm ve Filistin Üçgen
Deniz kabarıyor
Fatih Sultan Mehmet (4)
Deniz kabarıyor
Kudüs... Ey Kudüs
Zeytin dalları altından meydan okuyuş


Yavuz Sert - Bir tufanın ardından...
Yavuz Sert - Gazze biz ne öğretti...
Ali Erdal - Deniz kabarıyor
Kadir Bayrak - Vah benim halime!
Necip Fazıl Kısakürek - İç ve dış düşman – Y...
Bedran Yoldaş - Elinde taş küçük çoc...
Bedran Yoldaş - Zevâli yakındır zulm...
Ekrem Yılmaz - Kazandım vallahi!
Ekrem Yılmaz - Bitti kelimelerim
Ekrem Yılmaz - Mektup
Dergi Editörü - Üstün fikir
Site Editörü - Sosyal medyanın gücü
Necdet Uçak - Dünya malı
Necdet Uçak - Geldi geçti ömrüm be...
Kardelen Dergisi - Kardelenden haberler
M. Nihat Malkoç - Soykırım, Antisemiti...
M. Nihat Malkoç - Gazze günlüğü
Hızır İrfan Önder - Kasem olsun!
Zaimoğlu - Batı muradına erebil...
Mehmet Balcı - Köyüme gömün
Mehmet Balcı - Sevdam
Muhsin Hamdi Alkış - İsrail-SAMİRİ-oğulla...
İbrahim Şaşma - Kudüs Mektubu
Halis Arlıoğlu - Merhum Mehmet Akif i...
Murat Yaramaz - Hiç
İlkay Coşkun - Filistin
Zafer Nefer - Tas tarak
Özkan Aydoğan - Çocuk
İlknur Eskioğlu - Şehitlik oyunu
Yusuf Çelikler - Bu gidiş nereye?
Ayşe Yaz - Yağmur (Gazzenin çoc...
Bedir Acar - ‘İsrail bizi yenemez...
Hüma Sunguroğlu - Çınarın gölgesinde o...
Hüma Sunguroğlu - Zeytin dalları altın...
Abdullah Doğulu - Filistinde anne-çocu...
 
 
23 Mart 2005 tarihinden beri
 Ziyaretçi Sayısı Toplam : 13188344
 Bugün : 2359
 Tekil Ziyaretçi Sayısı Toplam : 606047
 Bugün : 44
 Tekil Ziyaretçi Sayısı (dün) Toplam : 100
 119. Sayıya Bırakılan Yorum Sayısı Toplam : 4
 Önceki Sayıya Bırakılan Yorum Sayısı Toplam : 6
Son Güncelleme: 21 Şubat 2024
Künye | Abonelik | İletişim