Kardelen'i DergiKapinda.com sitesinden satın alabilirsiniz.        Ali Erdal'ın yeni kitabı TÜRK KİMLİĞİ çıktı        Kardelen Twitter'da...        Kardelen 32 Yaşında!..       
    Yorum Ekle     5912 kez okundu.     Henüz yorum bırakılmadı.     Yazara Mesaj

Büyük Doğu Dersleri - 4
Ali Erdal

  Sayı: 78 - Ekim / Aralık 2013

Eski kavimlerde arif ve âbit bir kul ıssız bir adaya çekilip, sadece ibadetle meşgul olmak istemiş. Ve hakikaten de ıssız mı ıssız bir adaya çekilip ibadete başlamış. Gece gündüz devamlı ibadet...

Bunu biz Efendimiz'den (O'na selâm olsun) öğreniyoruz. O'na da Cebrail (as) anlatıyor.

Bir müddet sonra yanında getirdiği erzağı, suyu bitiyor. Kul yalvarıyor; Yarabbi, sen biliyorsun, ben buraya ibadet için geldim. Bana hiç olmazsa ibadet edecek kadar yiyecek ve su nasip et. O kıraç topraktan, taşların arasından Allah bir nar ağacı veriyor. İbadete yetecek kadar gıda… Ve su fışkırtıyor o kıraç araziden...

500 yıl… Dile kolay… Kabul olmuş ibadeti var. Bu kişi ömrünün hitama ereceğini anladığı zaman, Yarabbi diyor benim canımı secdede al ve bedenimi çürütme. Bedenim de günü gelene kadar ibadet halinde kalsın. Allah onu da nasip ediyor. Cebrail (as) diyor ki, o kul şu anda orada secde halinde. Cesedi o şekilde ve inşallah o şekilde haşr olunacak diyor.

Günü geldiği zaman Allah diyor ki; bu kulumu rahmetimle, lûtfumla, keremimle cennete koyun. Biz insanlar ne kadar da cahiliz. Diyor ki o kul, Yarabbi benim senin tarafından kabul olduğu haber verilmiş 500 yıllık ibadetim var… Kabul olmuş ibadet... Ben ibadetimle muamele görmek isterim. Peki deniyor, hesap ediliyor, bir gözünün karşılığı etmiyor 500 yıllık ibadeti. Yani her şeyi veren, ihsan eden, lütfeden Allah…

O'nun selâmı, rahmeti ve bereketi; Resul'ünün şefaati, büyüklerin himmeti üzerinize olsun…

Bu konuşma takdim edilirken, dünkü buhranımız denildi. Bir şeyi daha iyi görebilmek için, bazen yakından bakmak, yerine göre uzaktan bakmak gerekebilir. Meselâ minareye uzaktan bakarsanız haşmetini anlayabilirsiniz. Minarenin yakınından bakarsak ancak duvarını görebiliriz. İnsan da dünya tarihinde bugüne kadar olan olaylara bakmış ve olayları kendine göre tasnif etmiş. Bütün olayları karşısına almış ve aralarında değerlendirme yapmış… Şu şu şu olaylar dünyada en büyük olaylardır demiş. Biliyorsunuz… Ben bu tasnife göre söylüyorum şimdi, bizim tasnifimize göre değil.

Ateşin bulunması,

Yazının icadı,

İstanbul'un fethi,

Fransız İhtilâli…

Bu olayların öncesi ve sonrası tamamen farklı… O olaydan önce hadiseler şu şekildeyken, o olay cemiyeti silkeliyor ve farklı bir yöne çeviriyor.

Biliyoruz ki Âdem (as) kelimeleri bilir olarak yaratılmıştı. Ona kelimeleri bilmek lütfu verilmişti, ihsan edilmişti. Onun için biz onların dediği gibi ateşin bulunması, yazının icadı diyecek değiliz. Ateşi, suyu, konuşmayı bilmeyen ilkel bir vahşi değil… İlkel bir zavallı değil… Onun için, bize göre dünyanın en mühim olayı ilk insanın aynı zamanda peygamber olmasıdır. Bundan daha mühim bir olay, insanlık tarihinde, olamaz. Eğer insanlık, zaman denilen vakıayı tasnif edecekse ilk olay olarak bunu alması gerekir… Vahiy!.. Eğer vahiy olmasaydı, işte o zaman biz gerçekten ıssız ada sakini bir mağara adamı olurduk…

Vahye inanmayanlar bile, vahyin etkili olduğunu söylemek zorunda. İnanmadığı halde vahyin etkili olduğunu nasıl söyleyecek? Diyecek ki, ben vahye inanmıyorum, vahiy diye bir şey uydurulmuş (hâşâ) ama uydurulmuş, (hâşâ) insanın Allah'la irtibatı yok, bunu insanlık uydurmuş; ama hakikaten de çok etkili olmuş demesi gerekir. Tabiî bu kadar etkili olduktan sonra uydurulmuş olabilir mi; haliyle olamayacağını idrak ettiği için hiç bahsetmemek onlara göre daha iyi. Medeniyet ve kültürü, vahiy sayesinde meydana getirmektense, insanın kendisinin bu seviyeyi bulduğunu iddia etme kibri…

Diyapozon diye bir alet var. Müzikte kullanılır. Biliyorsunuzdur, şöyle çatallı. Akort yapılmasını sağlıyor. Hangi şart altında olursa olsun; yani sıcakta, soğukta, nemli havada, nerede olursa olsun hep “lâ” sesi veriyor. Başka ses vermiyor. İkinci özelliği de bir odada birden fazla diyapozon varsa bir tanesine vurduğunuz zaman hepsinden “la” sesi geliyor.

Etkili olay deyince, her şey o olaya göre akort ediliyor. Etkili olay, kendisinden sonra her şeyin kendisine göre akort edilmesini sağlayan olayı kast ediyoruz ki aslında dünya yaratıldığından beri her şeyde vahye göre hareket edilmiştir. Karşı çıkanlar da farkında olmaksızın itiraz ederek… Taraf olanlar zaten vahye göre hareket etmiştir.

Ve en büyük olaylar tabiî ki peygamberlere aittir. Daha iyi anlamak için edebiyatımızda vahye ait unsurları kaldırmış olsak edebî eser diye bir şey kalmaz… Meselâ bütün aşk hikâyelerinin temeli Yusuf ile Züleyha'dır. Habil Kabil olayı… Nuh tufanı… Hz. İbrahim'in ateşe atılması… Firavunların, Nemrutların dize gelmeleri... Milât… Bir gün bu fani hayatın sona ereceği yani kıyametin geleceği… Ölümden sonra dirilme ve hesap… Cennet, cehennem… Sadece edebiyattan bunları kaldırsak, edebî eser kalmaz.

Okullarda ikinci dönem edebiyatı diye anlatılır. İkinci dönem edebiyatını anlatabilmek için İslâm'ı ve tasavvufu öğretmek gerektiğini herkes bilir. Yani bizim ikinci dönem edebiyatımızdan vahyi kaldırırsanız ortada eserimiz kalmaz.

İnsanlık dünyaya geldi ve hayat yaşıyor acaba bunun dışında farklı hayatlar var mıdır, yok mudur? Bunu da vahiyden öğrendik. Biliyorsunuz Yunus Peygamber balığın karnında yaşadı. O zaman insan anladı ki bizim şu an yaşadığımız hayatın dışında başka boyutlarda da hayat olabilir… Balığın karnında hayat olabileceğini görmeseydi insanlık, uzaya yüzünü çeviremezdi.

Eğer vahiy olmasaydı insanlık hayvan gibi olurdu.

Peygamberlerden öğrendiğimiz, sadece dünya nimetlerini terk etsek, ziraat, zanaat, sanat, sanayi her şey elimizden çıkar. Mağara adamı oluruz.

Tekerleğin icadı, demircilik, marangozluk, terzilik, gemicilik, ziraat… Sağlık… Eğitim…

Her şeyin piri peygamberlerdir.

Ve kitap… İnsanlar kitabı peygamberler sayesinde öğrendi.

Televizyonlarda ara ara görüyorsunuz, falan yerde bir kabile bulundu diye… Bugünkü insanlığın medeni dediği hayatın dışında bir hayat… Peygamberlerden mahrum kalmanın, daha doğrusu, onlara ait her şeyi unutmanın, terk etmenin sonucunu… Her şeyden mahrum bir hayat…

Bir hadisten, en büyük nimetin iman olduğunu öğreniyoruz. Yani biz imanla yaşıyoruz ama imanla yaşadığımız hayatın bir nimet olduğunu bile Peygamberden öğreniyoruz. Yemek yiyiyoruz, karnımız doyuyor. Karnımızın doyduğunu başkasından öğrenmek gibi…

Meselâ İstanbul'un fethini büyük olaylardan biri olarak anlatıyorlar değil mi… Çağı değiştiren olay diyorlar. Farkında değiller ki vahyin tesirini ifade ediyorlar. Eğer İstanbul'u fethedin emri olmasaydı, hem emirdir hem müjdedir, biliyorsunuz. Sadece müjde değil... Askerlikte bildirim komutu diye bir şey var. Bildirim komutu hazır ol denmediği halde hazır ola geçmek. Yani nasıl, MTTB bütün mensuplarıyla dizilmiş, filan şube, falan şube, başkan çıkıyor, “MTTB!..” diyor hepsi hazır ola geçiyor. Bu, bir çeşit emir. Hazır ol manasına. İstanbul'un fethi hadisi de bir çeşit bildirim komutu. Bütün Müslümanlara İstanbul'u fethedin diye emredilmiştir. Peki… İstanbul'un fethini mühim bir hadise sayıyorsunuz ama o milletin Müslüman olmasını mühim hadise saymıyorsunuz. Bu mantıksızlık değil mi?

Bize göre dünyanın en büyük hadisesi, tabiî peygamberlerle alâkalı hadiselerden sonra, ne Fransız ihtilâli, ne İstanbul'un fethi, ne şu, ne bu… Ben öyle zannediyorum ki insanların meydana getirdiği hadiselerin içinde en mühimi Türk Milletinin Müslüman olmasıdır…

Çünkü bizim Müslüman olmamızla bir mucize tecelli etmiştir. Bundan kendimize bir pay çıkarmıyoruz. O zamana kadar bir çeşit kapalı devre yayın gibi yayılan İslâm, Türklerin Müslüman olmasıyla cemiyet meydanına, insanlık önüne çıkmıştır. Nasıl mucize meydana gelmiş? Eğer Türkler Müslüman olmasaydı ve İslâm'ın idaresi de Araplar'dan Türkler'e geçmeseydi, bileceklerdi gerçi gerçeği ama buna rağmen şöyle diyeceklerdi: “Görüyorsunuz Müslümanlık zannedildiği gibi beynelmilel, milletler üstü değil, bir kavmin dini, işte bu kavmin dünyaya hâkim olmak için (hâşâ) ortaya koyduğu bir sistem diyeceklerdi. Ama sahabeyi görmemiş, tabiini kısmen görmüş bir kavim Müslüman oluyor ve İslâm'ın idaresi onun eline geçiyor. Demek ki İslâm beynelmilelmiş, milletler üstüymüş. Bu mucize görüldü. Bunu sadece biz söylemiyoruz, başka söyleyenler de var.

İslâm gelene kadar dünya, imparatorların birbirleriyle kavgasından ibaretti. Falan imparatorun namı yükselsin diye savaşlar yapılıyordu. Ne zaman İslâm geldi ve Allah'ın adı için savaşmak anlayışı daha doğrusu Allah adını yaymak gayreti ortaya çıktı. Türkler Müslüman olduktan sonra dünyada nefs için boğa güreşi değil, İslâm'ın güneşi yayıldı. Var olan İslâm'ın güneşi bütün milletlere şamil oldu. Ve ikinci bir millet, Araplardan sonra savaş meydanına sürülmüş oldu. Tabiî ki bu iki milleti, Araplar ve Türkler'i birbirleriyle didiştirmek isteyecekler değil mi… Niye birleştirsinler?

Ord. Prof. Dr. A. Zeki Velidî Togan: “Türk kütlelerinin böylece İslâmiyet'i kabul etmiş olmaları, İslâm tarihinde ve aynı zamanda cihan tarihinde mühim bir dönüm noktası teşkil eder. Çünkü bununla İslâmiyet'in cihan dini olarak yaşaması kat'i surette halledilmiş oldu.”

Togan devam ediyor: “İslâm tarihindeki büyük ehemmiyetini, o zamanın âlimlerinden El-Birunî ve Abdülkadir El-Bağdadî kendi eserlerinde tebarüz ettirmişlerdir.”

Yani Arap âlimler de söylemiş Türklerin Müslüman olmasının ehemmiyetini. “Türkler'in İslâmiyet’i nihaî surette kabul etmeleri, Doğu ve Güneydoğu medeniyetleri tesirinden sıyrılarak Önasya medeniyetine iltihak etmeleri demekti. Böyle cihanşümul mikyasta cephe ve istikamet değiştirmek, Türk milleti için hayırlı bir iş olmuştur.”

Tarihçi, Türkler'in Müslüman oluşunu anlatırken “fevç fevç” diyor. Gurup gurup, kabile kabile, oba oba, oymak oymak… Fert fert değil… Biliyorsunuz, bilhassa Uzakdoğu Asya ülkelerinde Müslümanlık tüccarlar vasıtasıyla yayılmıştır. Birer ikişer, birer ikişer… Hâlâ Çin'de bu şekilde devam ediyor. Toptan millet olarak İslâm'a girmiş tek millet Türkler. Bunun için en mühim hadise…

Sorgulamadık, sorduk… Nedir İslâm? Şudur. Tamam. Peki, kardeşim, Müslüman olduk. Bağlandık… Aşkla… Canla, başla… İran sorguladı, sormadı… İslâm şöyle söylüyor dendi. Peki, şöyle de olmaz mı dediler onlar. Bakın İran ne hale geldi, ne halde kaldı, nerede kaldı. Sorgulamayansa, aşkla teslim olansa Allah ona yürü ya kulum dedi. İmkân tanındı. İslâm âleminin lideri oldu, en büyük devleti kurdu, İstanbul'u fethetti.

Bizim İslâm'dan önceki devletlerimiz kısa ömürlüdür. Bir hakan gelmiş, kabileleri birleştirmiş, imparatorluğu büyütmüş; o ölünce kaç oğlu varsa imparatorluk parçalanmıştır, onlar birbirleri ile didişmişlerdir.

Bizim uzun ömürlü devletlerimiz İslâm'la beraber; Karahanlı, arkasından Selçuklu. Selçuklu'nun yıkılmasına kadar böyle devam etti. Bu arada bize bir büyük mütefekkir lâzımdı. Müslüman olduğumuz zaman bizim bir büyük mütefekkire ihtiyacımız vardı. Nereden çıkacak o? Senin içinden çıkacak tabii ki… Yani biz içimizden bir büyük mütefekkir çıkarmalıydık, onu çıkaramadık. Fakat hissi kablel vukuu… Cemiyet kendiliğinden, İslâmî bir yükseliş içersinde devletini kurdu, âlimlerini yetiştirdi. Ama 6 asır sonra bir buhran meydana geldi. Selçuklu yıkılınca sadece Türk milleti değil, İslâm âlemi devletsiz, başsız kaldı. Parça bölük… Beylikler… Küçük küçük devletler… Herkes kendi âleminde…

Müslüman olmakla büyük nimete erdik, büyük devletlere erdik, İslâm âleminin lideri olduk, fakat bizim bir büyük zaafımız vardı. O da dilimiz… Kısa hecelerden meydana gelmiş, vurguları zayıf, edat olmayan, edat olmayan dil düşünebiliyor musunuz, yani “kadar” yok meselâ… Nasıl konuşacaksınız? Senin boyun şunun kadar diyebilmeniz için, senin boyun 1.80, onun boyu 1.80, ikinizin boyu 1.80 demek gibi… Gibi yok, kullanmıyorsunuz. Çünkü yok, ve yok; lâkin, fakat, ama yok. Ki, de yok. Dahi manasına “de” yok. Böyle bir dille Müslüman olur olmaz büyük medeniyete erince dil yetersiz kaldı. Ne yaptılar atalarımız? Arapça, Farsça eserler yazmaya başladılar. Ortaya şöyle bir problem çıktı. Halk Türkçe konuşuyor, bu halkın, bu milletin aydını Arapça, Farsça konuşuyor ve yazıyor. Mevlâna'nın Farsça yazdığını biliyorsunuz. Ben buraya meselemiz bu olmadığı için örnekleri yazmadım.

Türkçe bir eser verdiğim için beni kınamayın diyor, o dönemin, Yunus döneminin eli kalem tutanları. Türkçe bir eser vermiş, bir tercüme yapmış, eseri Türkçe verdim diyor, bütün yağım eridi... Çünkü Türkçe şöyle şöyle bir dildir diye Türkçe'nin –kısmen de doğru– aleyhinde pek çok söz söylüyor. Bakın bu durumda ne olur? Dili olmayan millet yok olur. Bu millet erir, kaybolur, öbürlerinin arasına girer, yok olur gider. Dili kaybolursa, o milletin içinden yeni bir devlet doğmaz, yani Osmanlı Devleti doğmaz. İslâm âleminin lideri kaybolur gider… Dilimizin imkânlarını zorlamayı akıl etmiyoruz. Gelsin Arapça, Farsça kelimeler, gelsin Arapça, Farsça dilbilgisi kuralları… Senin dilin ortadan kalkıyor.

Türkçülük iddiasıyla konuşmadığımın farkındasınız… Bu senin dilin. Dilini kaybedersen şahsiyetini kaybedersin.

O sırada önemli olaylardan biri meydana geliyor… Birisi çıkıyor ve bu duruma çözüm buluyor. Ama hiç buhran var, Türkçe elden gidiyor gibi şeyler söylemeden. Peki, kim yapıyor bu işi? Yunus Emre… Ne yapıyor? Türkçe ilim dili değil, şiir dili değil, devlet dili değil. Karahanlı sarayında, Selçuklu sarayında Türkçe konuşuyorlar, iş tutanaklara gelince Arapça, Farsça yazıyorlar. Neden? Türkçe yetmiyor. Bu dili nasıl işlek hale getiririz diye düşünmek yok.

Yunus sessizce büyük bir iş başardı. Türkçe şiir söyledi. Arapça, Farsça'dan kelimeler, edatlar da girdi. Dil kaybolmaya yüz tuttu ama bir yandan da zenginleşiyor. Kolay anlaşılır, çabuk sevilir, kolay ezberlenir, musiki ile hemen kaynaşır, derin şiirler yazdı. Ve bu şiirleri hem halka hem de aydına hitap etti. Derinliğiyle aydına, kelimeleri ve Türkçe ifadesiyle halka hitap eden yani halkı da aydını da beraber tutan şiirler yazdı. Ondan sonra da diyar diyar gezdi, kendisi diyor ki “gezdik Urum ile Şam'ı, yukarı illeri Kamu”… Bu şiiri açıklayanlar yukarı illerden maksadın Kafkasya olduğunu tahmin ediyorlar. Yani Balkanlardan Orta Doğuya, Orta Doğudan Kafkaslara kadar geziyor. Ne yapmış? “halka Taptuk manisin saçtık elhamdülillah…” Taptuk manisi, İslâm yani…

Sessizce bal yapıyor… Ve o zaman iki sonuç alınıyor. Birincisi Türkçe işlek hale geliyor. Eser verilebilecek seviyeye yükseliyor. İkincisi… Türkçe konuşan halk da şahsiyetini buluyor. Eğer Yunus Emre olmasaydı Türkçe edebî dil olmayacaktı. Osmanlı Devleti kurulmayacaktı. Yani şimdi biz tarihi mi değiştiriyoruz, Osmanlı Devleti'ni Yunus mu kurdu diyoruz. Böyle demediğimin farkındasınız. Osmanlı Devleti'nde işte bütün milletler vardı… Çanakkale Savaşı'nda Türk olmayanlar da vardı. Hepsine Allah rahmet eylesin. Ama Osmanlı Devleti'nden Türk unsurunu çekerseniz devlet yıkılır. Devlet yok olur, devlet kalmaz. Diğer unsurları tek tek alırsanız belki devlet zarar görür ama yıkılmaz. Yani Osmanlı'nın asli unsuru, asıl unsuru tabiî ki Türk'tür. Eğer Yunus, Türkçe böyle güzel şiirler vererek Türkçe'yi ayakta tutmasaydı, Türk milletini de bir birlik halinde tutmasaydı, Osmanlı Devleti'nin zemini olmazdı. Her ne kadar dünyanın her yerinde devletleri falan kurdu, filan şöyle yaptı, falan savaşı filan kazandı dense de onların arkasında manevî bir tesir, manevî bir güç vardır.

Yunus Emre'nin Mevlâna'ya gittiği, rivayet ediliyor. Rivayet ne kadar doğru bilmiyoruz. Ona ne olacak bu İslâm ümmetinin hali diye yakındığı söyleniyor. Onun da sağ avucunun içini gösterdiği, Yunus'un sağ elini alarak iki defa avucuna işaret ettiği, bir büyük devletin kurulup 36 padişah geleceğine işaret ettiği rivayet ediliyor. Ne kadar doğrudur yanlıştır bilmiyoruz ama bu anlatılanlar hem Mevlâna'ya hem Yunus'a yakışır. Ve her şeyin asıl tesirini maddeden çok manada arayanların buna inanması kolay olur.

Yunus diyapozona bir vurdu… Bütün Türklük âlemine Türkçe olarak bu sesi yaydı ve böylece cemiyet akort edildi.

Birinci buhranımız, nerdeyse ufalanıp gide yazdık, Yunus Emre sayesinde atlatıldı. Farkına varılmayan buhran farkına varılmadan atlatıldı.

İkinci buhranımız bugün… Son iki yüzyıldır devam eden bir buhran bu. Hatta Kanunî'den beri…

Ne demişti Fuzulî;

Âlemde her ne varsa aşk imiş,

İlim bir kıyl-ü kal imiş ancak…

Kıyl-ü kal, dedikodu yani… Osmanlı Devleti'ni aşk kurdu ama Kanunî devrinde başlayan aşkımızın pörsümesi her şeye kabuk bağlattı ve çöküş başladı. İşe bakın ki buhranın farkında değiliz. Tanzimat'ta işin kötüye gittiğini fark ettik ve künhüne eremediğimiz buhranı aklımız sıra düzeltmeye çalıştık. Demedik ki;

“Tek istikamet Kâbe,

Ve tek örnek sahabe”.

Osmanlı Devleti'ni bu idrak kurdu. Ama aşk kaybolunca onun yerine kuru bilgiler dolduruldu. Asker isyan etmeye, âlimler yanlış fetvalar vermeye başladı. Halkın zaten hiçbir şeyden haberi yok.

Bu seferki buhran öncekiyle kıyas kabul etmeyecek kadar derin… Neticede bu buhran Osmanlı Devleti'nin yıkılmasıyla daha da derinleşti. Devletin bütün sıkıntıları, bütün borçları bizim ama devlete ait her nimet bizim dışımızda başkaları tarafından alındı.

Harften, takvime; tartıdan âdab-ı muaşerete her şey değişti. Çocukluğumdan hatırlıyorum, hâlâ okkayla mal satılırdı. Okkayla mı alacaksın kiloyla mı alacaksın diye sorarlardı. Bu seferki buhran sadece dilin bozulmasından ibaret kalmadı hayatımız birileri tarafından yeniden ve farklı bir şekilde şekillendirilmek istendi.

O günün Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Cahit Yalçın, “eskiyi unut, yeni yolu tut, Türklüğe umut sen ol çocuğum” diyor. Yani eskiye ait her şey atılacak yepyeni bir Türk milleti, yeni bir anlayış, yeni bir din –biz ne diyorsak siz o şekildeki bir dine inanacaksınız– Kur'ân'ın değiştirilmesinden, ezanın değiştirilmesine kadar hayatın her sahası yeniden ve esastan uzak, şekillendirilmek istendi.

Beraber olmamız gereken diğer topluluklarla, diğer İslâm milletleriyle bağımız tamamen koparıldı. Kendi içimizde, diğer İslâm milletleriyle problemler çıkarıp birbirimize düşürüldük. Bize dediler ki dört tarafımız düşman, Türk'ün Türk'ten başka dostu yok. Daracık bir yerde, saralı bir hasta gibi çırpınıp duruyoruz. Sık sık yapılan darbelerle, toplum mühendislikleriyle, şok haberlerle cemiyet şekillendirilmek isteniyor. Sen şöyle bir topluluksun, sen şöyle bir dindensin diye bize bir takım şeyler dayatılıyor.

Cinayetler, şiddet olayları, aile kavgaları… Her akşam görüyoruz. İşe bakın ki bütün bunların bir buhran olduğunun ve halledilmesi gerektiğinin farkında değiliz. Üniversiteler bu meseleleri halletmesi gerekir, basının bunları anlatması lazım. Âlimlerin bunları çözmesi lazım.

Hâlbuki iki asır önce İstanbul'a gelen yabancı diyor ki, “İstanbul'da yılda 4 zabıta vakası olur. Onu da azınlıklar yapar” O millet bugün kapkaççılığın binbir çeşidini her akşam televizyondan görür oldu.

Farkında mısınız, duraklama döneminden beri biz kurtuluyoruz…

Merzifonlu paşalar var biliyorsunuz. Devleti kurtarabilmek için Anadolu'dan alıp İstanbul'a getiriyorlar. Filan paşayı sadrazam yaparsak memleket kurtulur. Tanzimat'la, yani bu cemiyeti yeniden nizamlarsak kurtuluruz. Falan paşa, filân paşa kurtaramadı… Tanzimat da çözüm olmadı, Islahat da, reform da çözüm olmadı. Her anayasa bin defa değişti. Aslı kayboldu. Yani bizim hayatımız Kanunî'den beri hep kurtulmakla geçiyor. Öyle bir hale geldi ki bu cemiyetin artık sil baştan her şeyi belli bir imana göre ele almasından başka bir çözüm kalmamıştır.

Üstad diyor ki; “günümüzde her şeyle her şeyin arası açıktır. Milletle hayatın, aydınla köylünün, halkla başındaki idarenin, idareyle millet temsilcilerinin, hükümetle icra kuvvetlerinin, tüccarla piyasanın, rençberle toprağın, öğrenciyle ders programının, akılla hakikatin, hakla terazinin, aynalarla yüzlerin, kalplerle dudakların, her şeyle her şeyin arası açıktır.”

Artık bu hayatın, bu cemiyetin bu haliyle devamı mümkün değildir. Bize yepyeni bir iman, yepyeni bir inanç ve bunun sistemi lazım.

Geçen konuşmada da söylemiştim yepyeni bir dünya doğuyor. Bu dünyada bütün sistemler, bütün –izm'ler çöküyor insanlık yeni kurtuluş reçeteleri arıyor. Şöyle diyebiliriz bugünkü cemiyetimize, bir insanın, güzel giyinmiş yakışıklı bir insan bakıyorsun dışarıdan her şey çok güzel, alâ, sıhhatli görünüyor, hâlbuki bu insanın bütün eklemleri yerinden oynamış. Yani bizim bütün müesseselerimiz laçka olmuş.

İşte böyle bir günde Üstad'ın cemiyet meydanına çıktığını görüyoruz. Başlangıçta lütûf ve ihsan diye başlamıştık. Allah bu milletin aşkla Müslüman olmasını mükâfatlandırdı. Yunus Emre'yi nasip etti. Yunus Emre Allah'ın Türk milletine bir lütfûdur, bir ihsanıdır. Yine Allah bu milleti her şeyimize, her halimize rağmen seviyor ki bir ikinci şair daha nasip etti.

Ve bu şair cemiyet meydanına çıktı ve dedi ki “Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak”. Önce bunu bir tespit edelim ve kabul edelim. Ondan sonra da Türk milleti için şu tespitte bulundu: “Türk milleti öyle bir millet ki ya hep ya hiç olmak durumunda. Türk milleti için orta millet olmak mümkün değil. Ya ormanların arslanı olur, birinci sınıf devlet olur, lider olur veyahut da bir hiç olur. Arslanların artıklarıyla geçinen karakulak cinsi hayvanlar var. Tilki, çakal bilmem ne gibi leş yiyiciler. Arslanlar avlıyor, avın en iyi yerini yiyiyor, artıkları kalıyor. Türk milleti ya arslan olur yahut da arslanların artıklarıyla geçinen bir millet olur.”

Allah demenin yasak edildiği, illa inanılacaksa yasak edenlerin dediği gibi bir inanca sahip olmamız gerektiğinin söylendiği bir zamanda Türk milletine her şeyin muhasebesini yaptı. Doğu şudur, batı budur, İslâm şudur, sen şusun, dün şöyleydin, bugün şu haldesin, yarın da senin şöyle olman lazım, dedi. Gerçek kahramanları, sahte kahramanları söyledi. Mustafa Reşit Paşa başta olmak üzere, Tanzimat'tan başlayarak tek tek isim isim saydı ve dedi ki bunlar sahte kahramandır. Hakiki kahramanlar Allah Resulü'nden başlamak üzere ona tabi olan herkestir.

Biz devleti kutsallaştıran bir topluluğuz. Bu yönden de dünyada herhalde birinci sıradayızdır. Bizim nazarımızda devlet kutsaldır. Hattâ bu kadar kutsal olmalı mı diye düşünmüşler. Devlet hangi imanla idare ediliyorsa ona göre kutsal olur. İslâm'la idare edilecekse kutsal olur, bunun dışında kutsal olması düşünülemez. Bu şekilde devleti kutsallaştıran, Allah devlete, millete zeval vermesin diyen millete gerçekten kutsal sayılabilecek, üstün olabilecek bir devlet manzumesi sundu: İdelocya Örgüsü…

Sadece bizim değil, bütün dünyanın bir buhranı var, bu buhranlardan bir tanesi de devletin nasıl olacağı. Ayrı bir konu ama meselemizin anlaşılması için kısaca bahsedelim.

Fransız İhtilali'ne kadar devletler meşruiyetlerini ilahî kudretten alıyorlardı. Doğuda da, batıda da… Devletin başında bulunanlar kendilerini Tanrı'nın temsilcisi olarak görüyorlardı. Onun için dikkat ettinizse krallara, imparatorlara, padişahlara isyan edilmemiştir. İsyan edenler de halk tarafından cezalandırılmıştır. Fakat Fransız İhtilâli bu anlayışı yıktı. Onun yerine hakkın idaresi değil, halkın idaresi anlayışını getirdi. Yani bir çeşit halkı kutsallaştırdı. Demokrasi dedikleri… İyi ama demokrasi de dünyaya yayıldıktan sonra görüldü ki birilerinin aleti olarak kullanılmaya müsait bir sistem... Yani demokrasi de bir çözüm değil, demokrasi bir usul, esas değil. Devlete bir esas lâzım…

İlâhî kudret dediğin bir yerden alıyordun meşruiyetini… İstismar oluyor dendi. Ne olacak, halktan alacaksın. O da istismar ediliyor. Halktan almak da çözüm değil. Öyleyse dünyanın devlet meşruiyetini nasıl ve nereden alacak diye bir buhranı var. Bunu Batı'nın cins kafaları fark ediyor. Ve nasıl bir devlet diye çırpınıyor. Üstad buna bir çözüm buldu ve İdeolocya Örgüsü'nü yazdı.

İlmihalini sundu…

Yeni tezler söyledi.

Her şey fikirle kazanılır. Ondan sonra harekete geçilir, o fikre dayalı olarak. Şimdi Arap Baharı var. Ama Arap Baharı tıkandı. Niçin tıkandı? Çünkü bir fikir ile ortaya çıkmadı. Yani Üstad'ın yaptığı gibi tez ileri sürmedi, devlet şöyle olur, halk böyle olur, idare böyle olur, adalet şöyle olur denmeden insanlar sokaklara döküldü. Bu sefer bu halkı yönlendirmek tabiî ki kolay oldu. Meselâ Suriye'de muhalefet bir türlü başarıya ulaşamıyor. Niçin? Çünkü adı üzerinde kendi kendine muhalefet dedi. Yani ben tez değilim dedi, devlet olmayı iddia etmiyorum, başa geçmeyi düşünmüyorum demiş oldu, farkında olmadan. Esad'a karşı sen yanlış yapıyorsun, doğrusu şudur diye ortaya bir tez koymadan sadece sokak kavgaları yapılır hale geldi. Ve yıkılması da –mutlaka gidecek– hangi zalim ayakta kaldı ki, gitmesi de muhalefetin başarısıyla değil Esad'ın çözülmesiyle gidecek. Yani zalim kendisi çökecek.

Macaristan, Rusya'ya karşı isyan etti. İsyan ettiği zaman bir fikir ortaya koydu. Dedi ki “artık yoldaş değiliz”… Bu çok açık bir şekilde Rusya'ya karşı ben senin emrinde değilim demekti. Bütün Macarları bu fikir büyüledi. Ve bu fikrin etrafında koca Rusya'ya karşı kafa tuttular ve istiklallerini kazandılar. Arap Baharı bir imana dayanan halkın hareketi ama bu halkın içinden bir mütefekkir çıkıp, bir şair çıkıp bu hareketin şiirini yazmadı, bu hareketin yazısını yazmadı, fikrini söylemedi. Bu hareketin usullerini, yollarını, çözümlerini anlatmadı. Dergisi, kitabı, gazetesi yok. İnternet sitesi yok, belki vardır ama benim söylediğim mânâda yok.  O zaman bu hareket ne zaman bir fikirle birleşir o zaman başarıya ulaşır.

Bizim baharımıza gelince, bizim baharımız Üstad'ın hareketiyle başlamıştır. Bence Türk Baharı'ndan çok Türk Kıyamı demek lâzım… Türk Milletinin gerçekten ne olması gerektiğinin fikri, eserleri ortaya konmuş. Hayatı boyunca yaşından fazla eserle yarının Türk'ü, Türkiye'si, yarının devleti nasıl olmalıdırı söylediği için biz de sokaklara dökülme olmadı. Fikirle ve seçimle zalimler indirildi. Onun için Arap Baharı ve Suriye böyle dalgalanıp gidiyor.

Adını verdi, Büyük Doğu dedi. Neymiş Büyük Doğu? Kendisi söylüyor: “Büyük Doğu ideali, kendi tekerlemeleriyle, milliyetçiliğin de, cumhuriyetçiliğin de, devletçiliğin de, halkçılığın da, inkılâpçılığın da ve daha niceliğin de, niceliğin de aslına ve hakikatine malik olarak şudur: (…) asrî yobazlara gerici görünecek derecede ileri bir istikbalden haber veren, (…) ilerinin ilerisi son ileriyi, (…) Allah ve Peygamberinin isim mihrakına bağlayan; ve dün, bugün ve yarın arasındaki daireyi kırmadan tamamlayan, eksiksiz ve tezatsız KURTULUŞ SİSTEMİ…”

İşte Arapların içinden bir fikir adamı çıkıp Arap hareketi şudur deseydi o zaman tadından yenmezdi. Dün Tahrir Meydanı'nda Hüsnü Mübarek'i indirmek için toplanan onbinlerce insan, bugünkü cumhurbaşkanına karşı harekete geçiyorlar. Niçin? Çünkü ne dünküne ne de bugünküne karşı çıkarken ellerinde bir ölçüleri yok…

“İslâm 500 yıl kılıcını elinde tutan Türkiye'de bozuldu ve her yerde altüst oldu. Türkiye'de düzelirse her yerde sağlığa kavuşabileceğine ait ilâhî bir ihtar”

Bizim sorumluluğumuz asıl burada. Bir zamanlar Pakistan'dan bir tebliğ heyeti gelmişti. Türkçe biliyorlardı. Guruplar halinde esnaf esnaf, ev ev geziyorlar, işte biz Pakistan'dan geldik, tebliğ heyetiyiz, sizinle görüşmek istiyoruz diyorlardı. Bizim insanımız da buyur ediyor, konuşuyor. Ben de onlardan biriyle konuştum. İslâm'ı anlatıyorlar. Onlara dedim ki, “sizin memleketinizde İslâm tamamen cemiyete hâkim oldu da sıra şimdi bize mi geldi? Sadaka bile önce verilmeye etrafından başlar. Yani siz bu enerjinizi taa oradan buraya kadar harcamak yerine, kendi bölgenizde, kendi çevrenizde harcasaydınız daha başarılı olmaz mıydınız?”… Soru sorduğum Türkçe biliyor, ben öğretmenim, o muallim. Dedi ki, Türk milleti İslâm âleminin başı. Arslanın başı Türk milleti. O uyanmadıktan sonra, İslâm âlemine kurtuluş yok. Onun için önce Türk'ü uyandırmak lazım.

Müslüman olduk, İslâm'ın lideri olduk, hepsini etrafımıza topladık. Aşkımızı biz kaybettik, onlar da kaybetti. Biz kendimize İslâm dışında –Allah muhafaza– başka aşklar aradık, Batılılaşmaya kalkıştık onlar da Batılılaşmaya başladılar. Bizde kıyafet inkılâbı yapıldı, Pakistan'da, Hindistan'da kıyafet inkılâbı oldu mu? Olmadı ama onlar da ceket, pantolon giydiler. Bize baktılar, bizim gibi oldular. Bizde kurtuluş hareketleri başladı, onlarda da başladı. Bizde ihtilâller başladı, onlarda da başladı. Bizde demokrasi geldi, onlarda geldi. Çok basit olarak söylüyorum. Yani biz ön tekeriz. Bu bizim kaderimiz. Ne demişti? Ya arslan olacaksın veyahut da hiç olacaksın.

Bu konuşmalar “Büyük Doğu Dersleri” dedik. “Büyük Doğu Dersleri” demek Büyük Doğu'ya yakışırdı da bizim yönümüzden ders demekten ben hep hâyâ ettim. Ancak ne yapabiliriz biz? Büyük Doğu hakkında beraber tefekkür edebiliriz. Ben bu konuşmaları öyle gördüm. Büyük Doğu üzerinde beraber tefekkür etmek…

İlk konuşmalardan hatırlıyorsunuz, Büyük Doğu'nun yekpare, bir bütün olduğunu… Kendisi söylüyor, ben de size aktarmıştım. Büyük Doğu'yu anlamak için eserlerin bütününü okumak gerekiyor. Parça parça, bir iki eserini okumakla iş bitmiyor. O zaman bütünün epeyce eksik kaldığını bir iki eserini okuyan diğer eserlerini de okumaya ihtiyaç duyacaktır. Bu sadece Büyük Doğu'yu anlama noktasından değil. Bakın bir film için diyor, bu sahanın uzmanı Abdurrahman Şen, “Necip Fazıl'ın eserleri kolay kolay her yönetmen tarafından filme alınabilecek eserler değildir. Bütün eserlerini okumadan hele hele sanat çilesini, duyduğu fikir sancısını duymadan, böyle bir işe kalkışmak başarısızlığı başından kabullenmek demektir. Söz konusu olan kişi Necip Fazıl ve onun eserleri olunca işin ehemmiyeti ve ciddiyeti daha da artmaktadır.”

Osman Yüksel Serdengeçti, Üstad'ın yakınlarından, ne demişti vefat ettiği zaman? İşte boşluğu doldurulamaz diyorlar, yahu boşluk bırakmadı ki dedi. Her sahada yazılması gerekeni yazdı, söylenmesi gerekeni söyledi. Bize de okumak düşüyor, dedi.

Yarının tarihçisi –ben öyle tahmin ediyorum– şöyle diyecek: Geldi ve eserleriyle yepyeni bir gençlik inşa etti, meydana getirdi. Buhranın sebeplerini anlattı. Buhranın çözümlerini söyledi. İşte o sayede biz, bugün bu seviyeye geldik.

 “Biz” diyor… Yani hepimiz, odun yığınındaki son kıvılcım noktasıyız!

“…Odunların üstüne, yıllar ve asırlardır yağmadık yağmur; düşmedik kar kalmadı (…) Garp dünyasının bütün kanalizasyonları bu odunların üzerine akmıştır.

İşte arsadaki böyle bir odun yığınının gizli bir köşesinde tek bir kıvılcım noktasıyız biz!

… Dâvâ, bu odun yığınını, büyük ve ebedî oluş hummasıyla çatır çatır yakmak, onun aleviyle güneşi soldurmak; ve üzerinde kir, pas, küf, rutubet, ne varsa hepsini birden buhara çevirmek… Allah'ını ve Allah'ın Sevgilisini seven bu son ve tek kıvılcım üzerinde titresin onu Nuh'un gemisindeki son insanın son nutfesi gibi muhafaza etsin ve Allah'ın lütfedeceği mucizeyi beklesin!”

Diyorlar ki, Türkiye, İslâm dünyasına, lâik sistemiyle “rol model” olabilir…

Türkiye bu haliyle İslâm dünyasına tabiî ki rol model olamaz. Ama istense de istenmese de Türk milleti İslâm âleminin ön tekeridir. Bu haliyle bu vasfını anlasa da anlamasa da bizim vebalimiz, sorumluluğumuz bu. Ben de size bu sorumluluğu hatırlatıyorum. Tek tek, bütünüyle bize yüklenen nasıl olunması gerektiğini anlatan eserlerin hepsini okuyup anlamak ve inşallah yarının büyük Türkiye'sinin doğması veyahut da yok olup gitmek yollarından birini, size bu vebali hatırlatarak sözü kesiyorum…

Allah'a emanet olun.


Bu yazıya yorum ekleyin

Adınız
E-posta Adresiniz
Yorumunuz
 

CAPTCHA


Resimdeki rakamları bu alana yazınız


Eklenen Yorumlar


Henız yorum bırakılmadı...
 
Deniz kabarıyor... - Sayı 119
Dünya kralı... - Sayı 118
Olayların akışı her şeyi ... - Sayı 118
Toplulukları idare etme h... - Sayı 118
Tüm Yazıları

ASKIDA ABONELİK: Siz de "askıda abonelik kampanyası"na destek olmak ister misiniz?

Gelecek sayının konusu (120):
Doğumunun 120. yılında Üstat Necip Fazıl Kısakürek...

Son Eklenen Yorumlardan
 bosch professional gop 185-liBeylikler dönemini hatırlayalım, birbirlerine karşı üstünlük mücadelesi... Feyzi

 "Yürü kardeşim,Ayaklarına bir Kudüs gücü gelsin."Sen ve senin gibi şuurlu insanların sayıları bereke... Nilüfer Mihailoğlu

 Yüreğinize kaleminize sağlık kıymetli hocam. Allah hayırlı sağlıklı uzun ömürler versin.... Faruk AKTI

 kantarın topu olacak efendim ... Esra

  Gönlü klabi temiz abim kalemine sağlık başarılarının devamını diliyorum sevgiler saygılar ... Serkan yakar


ACI-YORUM nedir?
Bugün toplumumuzda, özellikle düşünce alanında aksayan yönler ve anlamsızlıklar var.
ACIYORUM, bu aksaklıkları ve anlamsızlıkları, sadece fikirle en can alıcı yerinden, en vurucu sözlerle, yanlışlıkların mantıksızlıklarını yakalamayı usul bilerek, en doğru yargıları, hiç itiraza yer vermeyecek şekilde ifade etmeyi ve daha sonra düzeltmeyi yapacak olanlar için fikri çözüm yolları açmak düşüncesinin ifadeye dökülmüş şeklidir.
Kardelen: Sayı 1, Temmuz 1992
Kasem olsun!
Soykırım, Antisemitizm ve Filistin Üçgen
Bir tufanın ardından: Filistin
Deniz kabarıyor
Gazze günlüğü
Fatih Sultan Mehmet (4)
Deniz kabarıyor
Kudüs... Ey Kudüs
Zeytin dalları altından meydan okuyuş


Yavuz Sert - Bir tufanın ardından...
Yavuz Sert - Gazze biz ne öğretti...
Ali Erdal - Deniz kabarıyor
Kadir Bayrak - Vah benim halime!
Necip Fazıl Kısakürek - İç ve dış düşman – Y...
Bedran Yoldaş - Elinde taş küçük çoc...
Bedran Yoldaş - Zevâli yakındır zulm...
Ekrem Yılmaz - Kazandım vallahi!
Ekrem Yılmaz - Bitti kelimelerim
Ekrem Yılmaz - Mektup
Dergi Editörü - Üstün fikir
Site Editörü - Sosyal medyanın gücü
Necdet Uçak - Dünya malı
Necdet Uçak - Geldi geçti ömrüm be...
Kardelen Dergisi - Kardelenden haberler
M. Nihat Malkoç - Soykırım, Antisemiti...
M. Nihat Malkoç - Gazze günlüğü
Hızır İrfan Önder - Kasem olsun!
Zaimoğlu - Batı muradına erebil...
Mehmet Balcı - Köyüme gömün
Mehmet Balcı - Sevdam
Muhsin Hamdi Alkış - İsrail-SAMİRİ-oğulla...
İbrahim Şaşma - Kudüs Mektubu
Halis Arlıoğlu - Merhum Mehmet Akif i...
Murat Yaramaz - Hiç
İlkay Coşkun - Filistin
Zafer Nefer - Tas tarak
Özkan Aydoğan - Çocuk
İlknur Eskioğlu - Şehitlik oyunu
Yusuf Çelikler - Bu gidiş nereye?
Ayşe Yaz - Yağmur (Gazzenin çoc...
Bedir Acar - ‘İsrail bizi yenemez...
Hüma Sunguroğlu - Çınarın gölgesinde o...
Hüma Sunguroğlu - Zeytin dalları altın...
Abdullah Doğulu - Filistinde anne-çocu...
 
 
23 Mart 2005 tarihinden beri
 Ziyaretçi Sayısı Toplam : 13173171
 Bugün : 2335
 Tekil Ziyaretçi Sayısı Toplam : 605517
 Bugün : 140
 Tekil Ziyaretçi Sayısı (dün) Toplam : 418
 119. Sayıya Bırakılan Yorum Sayısı Toplam : 4
 Önceki Sayıya Bırakılan Yorum Sayısı Toplam : 6
Son Güncelleme: 21 Şubat 2024
Künye | Abonelik | İletişim