Kardelen'i DergiKapinda.com sitesinden satın alabilirsiniz.        Ali Erdal'ın yeni kitabı TÜRK KİMLİĞİ çıktı        Kardelen Twitter'da...        Kardelen 32 Yaşında!..       
    Yorum Ekle     3103 kez okundu.     Henüz yorum bırakılmadı.     Yazara Mesaj

Yürüyüşümüz İsrâ, ufkumuz Mirâç!.. (RÖPORTAJ)
Yavuz Sert

  Sayı: 85 - Temmuz / Eylül 2015

25. YILIMIZA GİRDİĞİMİZ BU SAYIMIZDA KARDELEN’İN DUVAR GAZETESİ GÜNLERİNDEN BU GÜNLERE KADROSUNDA BULUNAN, AYIŞIĞI EDİTÖRÜMÜZ ve YAZARIMIZ SİNAN AYHAN İLE KARDELEN DERGİSİ’NİN KURULUŞUNU, İLK EKİBİNİ, GELDİĞİ NOKTAYI, TÜRKİYE’DE DERGİCİLİĞİ ve YAZMA TUTKUSUNU KONUŞTUK.

Kardelen’in kuruluş hikayesi ile başlayalım, nasıl doğdu Kardelen Dergisi?

–Kendi açımdan hatırladığım şekilde anlatmaya çalışayım... Okulda edebiyat derslerinde kompozisyon gibi yazma çalışmalarının getirdiği bir ağırlık vardı, o derslerde kompozisyonu yazdıktan sonra değerlendirmeler alınırdı, sık sık yapardık bunu... Bilecik Anadolu Lisesi’nde orta son dönemlerimiz... Edebiyat derslerine giren Ali Hocam (Erdal) bu ilgimizi gördü. Sonra ilk olarak kim ortaya attı hatırlamıyorum ama duvar gazetesi fikri doğdu. Bu fikrin doğmasından sonra derslerin dışında hem duvar gazetesi için yazılar yazmaya hem de tasarımı üzerinde düşünmeye başladık. Duvar gazetesinde herkes kendine bir köşe düşünmüştü. Benim köşemin ismi “Üç Nokta” idi. Bir seferinde grapon kâğıdından üç büyük nokta kesip yazıyı onun üzerine yazmıştım. Bu faaliyetimiz bir süre devam etti. Hattâ başka sınıflar da bizden hareketle kendi duvar gazetelerini çıkarmaya başladılar. Âdetâ okulda edebî bir rekabet oluştu.

Duvar gazetesi sırasında da isim Kardelen miydi?

–Duvar gazetesi çıkarmaya karar verdikten sonra yaptığımız toplantılarda konuştuğumuz en önemli konulardan biri de gazetenin ismiydi. Herkes fikrini söyledi. Meselâ ben “Anafor” veya “Girdap” ismini önermiştim ama bu isimler negatif bir anlam da taşıdığı için kabul görmedi. Cahit’in (Ay) veya diğer arkadaşların söylediği başka aday isimler de vardı. Fikirlerin arasında “Kardelen” ismi de vardı. Kardelen olsun diyen ilk kişi Özgür’dür (Alkan Alkış). Bu isim öne çıktıktan sonra herkesin bu isme içi ısındı. Kara, fırtınaya dayanıklı olan, karların arasından çıkan bir çiçekti Kardelen. Fikir, mücadele anlamında biz de öyle bir hale hasret olduğumuz için tam ruhumuza uygun bir isim olduğuna kanaat getirdik. Duvar gazetesinde de ismi Kardelen’di, başka bir isim kullanmadık.

Duvar gazetesi ne kadar devam etti?

–Lise yıllarının başında, hem duvar gazetesi devam etti; hem de elimizde yazdığımız bir gazete çıkarttık. Çizgi kabiliyeti olan Türkay (Biliyor) vardı, o bir karikatür çizdi, biz yazılar kaleme aldık, öyle bir gazete çıkarttık. Bir tane de bilgisayarda hazırladığımız bir gazete çıkarttık. Lise sonda, burada ismini anmak istemiyorum, okulumuzun müdürü bize gelerek dergiyi okul aracılığı ile çıkartacağına dair söz verdi. O esnada biz bir sonraki sayının hazırlığı içindeydik; ama bu kez dergiyi, 4 sayfalık bir gazete değil dergi olarak çıkartmak istiyorduk. Bir süre sonra o zihniyet, nasıl bir zihniyet ise, bizi tekrar çağırdı ve “siz ne yapıyorsunuz!..” şeklinde bizi tehdit eder bir ağızla konuştu. Kafasında ideolojik olarak bir önyargı vardı, sanırım; üstüne “bu yazıları siz mi yazdınız” diye de tuhaf bir soru sordu bize... Yazılarda, ima edilen anlamda hiçbir sakınca yoktu, herkes kendi imzası ile bir şeyler karalamış, herkes eserinde kendi üslubunu ortaya koymuştu. Herkes, eserine nasıl kendi damgasını vuracağını biliyordu çünkü... Arkadaşlarımız arasında çok farklı görüşte olanlar vardı, herkes rahatça fikirlerini yazıyordu ama müdür bize bazı imalarda ve ithamlarda bulunarak yolumuzu kesti, dergi çıkarmamızı engelledi. Hattâ bununla da kalmadı, hocalarımızı değiştirerek, başka okullardan hocalar getirerek âdetâ bize sabotaj yaptı. Bunlar bizim üniversite sınavlarımıza dönük hareketlerdi, belki de kendi kafasına göre bizim iyi eğitim almamamız için yeni hocalarla önümüzü kesmek istedi.

Kurucu ekipte nasıl bir duygu ve heyecan vardı?

–O ekipte kardeşlik vardı. Nasıl bir kardeşlik olduğunu kelimelerle anlatamam. On üç kişiden oluşan, sanki tek gayesi olan bir ruh, tek bir vücuttuk; herkes bir görüş söylüyordu, ak ile kara kadar farklı görüşlerimiz olurdu. Sonra oylama yapılırdı, ben ak demişim, sen kara demişsin, sonuç ak çıkınca kara diyenler ego yapmazdı. Bizim yediğimiz, içtiğimiz, gittiğimiz yerler hep aynıydı. O zamanlar Eskişehir’e dersaneye giderdik, yolda, izde, her yerde, her nefeste beraberdik. Otobüste o kadar çok konuşurduk ki; yolcular, zaman zaman konuşmalarımızdan şikâyetçi olurlardı.

Daha sonra üniversite dönemi başladı…

–Üniversiteye gireceğimiz zaman derginin geleceği ile ilgili bir toplantı yaptık. O toplantıdaki soru şuydu, dergi serüvenine nasıl devam edeceğiz… Kendimiz bir yol çizip mi yola devam edeceğiz, Ali Hocam ile Sakarya Gazetesi’nin matbaa imkânlarını kullanarak mı devam edeceğiz, yoksa başka bir hal yolu mu düşüneceğiz… Eşyanın tabiatı anlamında bir gerçeklik var, bizim elimizde bir matbaa yok, sermaye yok, başka imkânlar da yok, “romantik kafalar ilk başta kendimiz çıkartalım” der, ama sonra o fikir sönebilir. Bu istişarenin sonucunda Hocamla birlikte Sakarya’nın imkânlarını kullanarak devam etmeye karar verdik. Bu karar üzerine Hocamla konuştuk ve onun kılavuzluğunda yola devam ettik.

Yazılan yazılara yorumlar, geri dönüşler oluyor muydu?

–Şimdi bile çok olmuyor bu tür geri dönüşler, o zaman da çok yoktu sanırım, bir tek babamın “neden bu kadar uzun cümle kuruyorsun” yorumunu hatırlıyorum. “Kısa cümle kur da, seni anlayalım” demişti. Benim yazılarda herkesin sıkıntıya düştüğü nokta budur, hattâ o zamanlar cümlelerim daha da uzundu, belki o zamanlarda daha bunalımlı bir halde olmamdandır.

Bugüne gelirsek, derginin geldiği noktayı nasıl görüyorsun?

–Hz. Musa’nın su ve hazine sandığı var… Allah’a itaat etmeyen suya gömülür, Allah’a itaat eden yarılan sudan geçer. Böyle bir manâ var. Bizim zamanımızda bırak akıllı telefonu ankesörlü telefon bulmak sorundu. İmkânlar bugüne göre azdı. İnsanlar ancak karşılaşınca görüşüyorlardı ve sözleşiyorlardı ama bir şekilde bir araya geliyorlardı. O zamanın yine de bu zamana göre lezzetli bir yanı vardı. Yazı yazma merakı açısından biz de kendi su ve hazine sandığımızı aradık, diyebilirim. En nihayet, teşbihte hata olmaz… Onun aşkı ile giderken çok yavaş ilerlesek de fikrin ve sanatın insanın atacağı adımların daha güzel olmasını sağlasın diye bir çabaya girdik. Bu şuna benzeyebilir, Hz.İbrahim “Allah’ım ben görerek iman etmek istiyorum” dedi. Hayat biraz da öyle… Hayatta yaptığın şey anlamında, yazı yazma merakı da o şahitliği aramak gibi... Biz de belki yazarak iman etmek istedik. O zamanlar bu cümleleri kuramıyorduk ama bir hasret vardı ve böyle birşeydi…

Derginin geldiği nokta bu manâda belki daha iyi olabilirdi ama mücerret düşünürsek örneğin benim ilk baştaki bunalımlarımın ayıklanması açısından iyi oldu. Bu belki mikroskobik anlamda görülebilecek bir değer ama bir değer... Dergi açısından baktığımızda daha geniş bir kitleye ulaşmaya çalıştı, ulaşabildiğine de dokundu. Ulaşabilme imkânlarını icat noktasında eksik kalsak da yazarak dokunma noktasında ileriye gitti, bu da teorisinin kuvvetli olmasından...

Derginin ilk sayılarından ve son sayılarından bahsettik ama bir de aradaki kısım var. Aslında senin de katıldığın ara bir dönem var ki başta internet sitesinin açılması gibi çok önemli adımlar atıldı. Hatırlıyorum senin mizah köşen vardı.

Evet, Nüktedan...

–Herkesin hasleti farklı… O farklı hasletlerin bir ruhun hareket hali olması yani uyum içinde olması ne kadar enteresan. Bu bizim düşünce coğrafyamızda dergi ile mümkün oldu.

Haslet deyince şimdi düşündüm de bir ara Nüktedan, Kitap Kurdu, bir ara strateji, şimdilerde daha farklı... Her dönem farklı türde yazılar yazmışım.

–Derginin ne sağladığına dair güzel bir örnek bu… Yazı üzerinde düşünürken köşeni düşünüyorsun, hangi konuda yazayım, strateji anlamında mı yazayım, sanat, edebiyat, kitap anlamında mı yazayım? Her birinin başlığı farklı, düşüncesi farklı, hareket şekli farklı. Hatırlıyorum, şimdi devam etmedi ama “Fikriskop” diye bir köşem vardı, “Fikriskop” fikrin incelendiği yer... İnsanı icat etmeye yönelten bir hal ve o icada bütün bir toplumu ortak ediyorsun. Birden fazla alanda yazsan bile derginin öyle bir yönü de var, insanları yerli yerine koyup içindeki cevheri ortaya çıkarıcı bir faydası var.

Kişisel olarak dergiden aldığın ve dergiye verdiklerin hakkında ne dersin?

–Biraz önce bahsettiğim gibi kişisel olarak ayakları yere basmayan bir adamı ayakları yere basar hale getirdi

Türkiye’de dergiciliği nasıl görüyorsun?

–Türkiye’de dergicilik merakı var ama insanlar bunları kendi kafalarında kamplara bölmüşler. İyi bir dergi çıkarana dikkat kesilirim. İnsanların okumaya merakı olmasa da okumaya merakı olanların dergi çıkarmaya merakı var. Dergi gazete gibi değil, gazete köpük... Dergi derin düşüncenin nakış gibi işlendiği daha toplu şekilde tefekkür etme vasıtasıdır. O düşünce var, bir de hissiyatı örme görevi var. Böyle olunca özel ilgisi olan insanlar tarafından takip ediliyor. 90’lı yıllarda sanat dergilerinden tut hikâyeciliğe kadar birçok dergi takip etmiştim. Benim felsefe üzerine ilgim vardı, en kıymetli şeyin felsefe olduğunu düşünürdüm. Sonra o fikrim değişmeye başladı. Meselâ felsefe en üstte yer alır dediğim dönemde “şiir ne ki, kısacık bir şey” diyordum. “Onu yazsan ne olur, yazmasan ne olur?” Kitaplık çapta olmadığını düşünüyordum. Sonra hem dergileri takip edip hem de kitap okuma sayılarını artırdıkça felsefeden daha iyi şeyler olduğunu gördüm. Şöyle bir benzetme var, felsefe adım adım gidiyor, şiir rüzgâr topuklu, göklere gidiyor. O anlayış içerisinde felsefe, deneme, şiir, bütün bu ürünleri dergilerde gördükçe fikrim değişti. Hoş sürpriz yapan yazarlar vardı, insanın içini cıvıl cıvıl yapan yazarlar... Hikâyecilikte özellikle hoşuma giden kişiler vardı ama kalitesiz şeyler de çoktu, onların içerisinden seçip ayıklamak gerekiyordu. O da güzeldi, sonuçta görerek iman etmenin içinde bu da var, iyi de kötü de olacak, sen hissedecek ve seçeceksin. Hz. Âdem cennetten düştü, cennetin kıymetini yerzüyüne düşünce anladı.

Yeni sayıların hazırlık aşamasında dergiye birçok aday yazı geliyor. Bu açıdan bakınca Kardelen’i bir okul olarak görüyorum. Sen ne dersin?

–O süreci tabi derginin mutfağında olan Hocam ve Bilecik ekibi daha iyi biliyor. Son birkaç yıldır gelen yazıları konu ve türüne göre ekipteki ayrı kişiler tarafından değerlendirmeye çalışıyoruz. Yazı gönderenler ileride yazar olmak istediklerini ve kendilerini bu anlamda değerlendirmemizi istiyorlar. Önceleri böyle türlere göre ayrı değerlendiren ekiplerimiz yoktu, baktık ki ihtiyaç var, Kardelen İstişare toplantılarının birinde böyle ekiplerin oluşturulmasına karar verildi. Bu da dergiyi okul olma yolunda ilerleten bir karar oldu. Örneğin benim de içinde bulunduğum ekip, Ali Hocam ve Ahmed Değirmenci ile Ayığışı editörlüğü ekibi... Birlikte gelen yazıları değerlendirmeye çalışıyoruz. Şimdi üzerinde düşündüğümüz yeni bir fikrimiz var, değerlendirmeye gelen yazıları dergide “Okurlardan Gelenler” gibi bir köşede yayımlamak. Büyük Doğular’ın arkasında da böyle bir bölüm vardı.

Dergide sana lezzet veren, okumaktan hoşlandığın kimler var?

–Herkesin yazısını lezzetli buluyorum. Hocamın yazılarında fikri sistemli şekilde netleştirmesi hoşuma gidiyor. Bizim kafamızdaki karmaşaları dağıtıyor. Özgür’ün de dokunup da güzelleştirdiği düşünceler var. Başkası o düşüncelerden geçse o etkiyi bırakmaz. Şunu da söyleyeyim, dergi ilk kadrodan insanların cümlelerini özledi.

Yazma heveslisi gençlere bu yolda neler tavsiye edersin?

–Yine Hocam’dan aldığımız terbiye aklıma geliyor. “Bir yazıyı yazdım, oldu” dememek lazım. Yazı denemelerinin dergilere gönderilmesi elbette iyi olur, dergilerden yorum gelir ona göre kendini geliştirebilirsin. Çeşitli zamanlarda yazdıkları yazıları tekrar tekrar üzerinde çalışarak daha iyi hale getirmeye çabalasınlar. Bu içlerine sinene kadar kelimeleri yontsunlar, o kelimelerle uyusunlar, kalksınlar... Masa başına oturdum, o zaman belli bir saat içinde yazmam lazım dememek gerekir. Genellikle yeni yazanlarda öyle bir hal ve tavır var. Bir marangoz yaptığı bir ürünü saatlerce veya günlerce yontarak bir eser meydana getiriyor, sen bunun daha ötesini kelimelerle yapacaksın. Bu bir saat de sürebilir, on gün de sürebilir. Ne kadar da sürse kaybedilmiş bir zaman yok. Ortaya çıkacak eser, zaman da dahil her şeyin bedelini öder, önemli olan o titizlikle çalışmak...

Hocamın hep söylediği söz var; “yazmak sistemli düşünmektir”

–Evet, bu bana şunu hatırlatıyor, Hz. İbrahim inandı ama görerek inanmak istedi. Orada çok daha fazlası var, ufuk orası... Ufku orada olduğu için başlangıç buradan, fikirden başlıyor. Fikir ve his karışıyor, karışıyor, bambaşka bir şey oluyor, sonra imana doğru gidiyorsun. Yürüyüş... İsra ve Miraç... İnsanlığın ufku o...

Son söz olarak neler demek istersin? İlk ekipteki arkadaşların kulaklarını çınlatalım mı?

-Şunu söyleyebilirim, ilk ekipte herkesin farklı bir özelliği vardı. Yedi Güzel Adam’da herkesin farklı lâkapları olduğu gibi bizim de lâkaplarımız vardı. Bana filozof derlerdi. Şairimiz de vardı, Cahit... Demek ki Anadolu’da o imana dönük halin mayasını tutmak anlamında benzer olaylar olmuş. Kimileri yerini bulmuş kimisi bulmamış. Herkesin birbirine karşı ilgisi sevgisi çok manidardı. Şu bizim için mevzuydu meselâ, haramdan sakınmak mı önce gelir, sevap işlemek mi? Bu konuda tefekkür ederdik. Ciddi konuşmalar yapardık, bir arkadaşımız Marifetname’yi almış, sayfalarını açardık sıkletimiz çekmese de üzerinde konuşurduk. Herkes kıymetliydi; Cahit, Özgür, Hakan, Serkan, Zafer, Türkay, Murat, Mehmet, Veysel, Selma, Canan, Kevser, Yasemin... Her biri ayrı karakter ama bir ruhu ifade ederdi. Nuri Pakdiller’i düşün, oradan kaç tane yazar çıktı? Bizim için de öyle bir şey olabilirdi; ama hayat gailesi denen şeyde şaşırdık kaldık. Belki bizim neslin şansızlığıydı bu, doğru değerlerin ne olduğunu biliyorduk ama o değerlere dönük pişmemizde bir şeyler doğru gitmiyordu. 70’li, 80’li, 90’lı yılların paradigmalarının getirdiği bir şey olabilir, bilemiyorum. 18 yaşından önceki insan içindeki atılım isteği, arzusu, kurduğu cümleler, fikriyatı 18’inden sonra bir şey oluyor ve sönümleniyor. Biz 4 yaşında hafız çıkartıyorduk. Ben daha çok Olemp dağlarında gezerken şunu diyordum; bu ülkede nice Rimbaud’lar var, bilmem kimler var, ne oluyor da bu insanlar kayboluyor, hangi toprağın altına saklanıyorlar? 18’ine gelene kadar öyle lezzetli fikirleri olan gençler var ki sonra üniversite kapısında bir şeyler oluyor… Sürekli bir gelecek kaygısı işleniyor. Yunus’un hikâyesi malum, kadılıktan istifa edip Taptuk’un kapısına gidiyor. 17’sinde gözü kara olan 18’inde neden gözü ak oluyor? Tamamen her şeyini sisteme teslim ediyor? Kendini o kadar teslim etmeden de yürütebilirdi ama ona inanmıyor, o inancı elinden alınmış. O yüzden “büyük” de çıkmıyor artık. 4 yaşında hafız olsaydık 18’i rahat geçerdik.


Bu yazıya yorum ekleyin

Adınız
E-posta Adresiniz
Yorumunuz
 

CAPTCHA


Resimdeki rakamları bu alana yazınız


Eklenen Yorumlar


Henız yorum bırakılmadı...
 
Gazze biz ne öğretti?... - Sayı 119
Bir tufanın ardından: Fil... - Sayı 119
Adalet Mülkün Temelidir... - Sayı 112
Bir bürokrat şârih: Abidi... - Sayı 106
Tüm Yazıları

ASKIDA ABONELİK: Siz de "askıda abonelik kampanyası"na destek olmak ister misiniz?

Gelecek sayının konusu (120):
Doğumunun 120. yılında Üstat Necip Fazıl Kısakürek...

Son Eklenen Yorumlardan
 bosch professional gop 185-liBeylikler dönemini hatırlayalım, birbirlerine karşı üstünlük mücadelesi... Feyzi

 "Yürü kardeşim,Ayaklarına bir Kudüs gücü gelsin."Sen ve senin gibi şuurlu insanların sayıları bereke... Nilüfer Mihailoğlu

 Yüreğinize kaleminize sağlık kıymetli hocam. Allah hayırlı sağlıklı uzun ömürler versin.... Faruk AKTI

 kantarın topu olacak efendim ... Esra

  Gönlü klabi temiz abim kalemine sağlık başarılarının devamını diliyorum sevgiler saygılar ... Serkan yakar


Çaresizlik yoktur, umutsuzluk vardır. Engellerin yıkılması umut etmeyi umut etmekle başlayacaktır.
Kardelen: Sayı 1, Temmuz 1992
Tas tarak
Kasem olsun!
Bir tufanın ardından: Filistin
Soykırım, Antisemitizm ve Filistin Üçgen
Deniz kabarıyor
Kudüs... Ey Kudüs
Zeytin dalları altından meydan okuyuş
Fatih Sultan Mehmet (4)
Deniz kabarıyor


Yavuz Sert - Bir tufanın ardından...
Yavuz Sert - Gazze biz ne öğretti...
Ali Erdal - Deniz kabarıyor
Kadir Bayrak - Vah benim halime!
Necip Fazıl Kısakürek - İç ve dış düşman – Y...
Bedran Yoldaş - Elinde taş küçük çoc...
Bedran Yoldaş - Zevâli yakındır zulm...
Ekrem Yılmaz - Kazandım vallahi!
Ekrem Yılmaz - Bitti kelimelerim
Ekrem Yılmaz - Mektup
Dergi Editörü - Üstün fikir
Site Editörü - Sosyal medyanın gücü
Necdet Uçak - Dünya malı
Necdet Uçak - Geldi geçti ömrüm be...
Kardelen Dergisi - Kardelenden haberler
M. Nihat Malkoç - Soykırım, Antisemiti...
M. Nihat Malkoç - Gazze günlüğü
Hızır İrfan Önder - Kasem olsun!
Zaimoğlu - Batı muradına erebil...
Mehmet Balcı - Köyüme gömün
Mehmet Balcı - Sevdam
Muhsin Hamdi Alkış - İsrail-SAMİRİ-oğulla...
İbrahim Şaşma - Kudüs Mektubu
Halis Arlıoğlu - Merhum Mehmet Akif i...
Murat Yaramaz - Hiç
İlkay Coşkun - Filistin
Zafer Nefer - Tas tarak
Özkan Aydoğan - Çocuk
İlknur Eskioğlu - Şehitlik oyunu
Yusuf Çelikler - Bu gidiş nereye?
Ayşe Yaz - Yağmur (Gazzenin çoc...
Bedir Acar - ‘İsrail bizi yenemez...
Hüma Sunguroğlu - Çınarın gölgesinde o...
Hüma Sunguroğlu - Zeytin dalları altın...
Abdullah Doğulu - Filistinde anne-çocu...
 
 
23 Mart 2005 tarihinden beri
 Ziyaretçi Sayısı Toplam : 13203304
 Bugün : 8235
 Tekil Ziyaretçi Sayısı Toplam : 606527
 Bugün : 212
 Tekil Ziyaretçi Sayısı (dün) Toplam : 134
 119. Sayıya Bırakılan Yorum Sayısı Toplam : 4
 Önceki Sayıya Bırakılan Yorum Sayısı Toplam : 6
Son Güncelleme: 21 Şubat 2024
Künye | Abonelik | İletişim