Kardelen'i DergiKapinda.com sitesinden satın alabilirsiniz.        Ali Erdal'ın yeni kitabı TÜRK KİMLİĞİ çıktı        Kardelen Twitter'da...        Kardelen 32 Yaşında!..       
    Yorum Ekle     2295 kez okundu.     Henüz yorum bırakılmadı.     Yazara Mesaj

İki öksüz
Vural Gündüz

  Sayı: 86 - Ekim / Aralık 2015

Aradan aylar geçmiş, kış bitmiş, bahar gelmiş havalar iyice ısınmıştı. Ağaç dalları da çiçeklerle süslenmişti. İki katlı kesme taştan yapılmış yetimhanenin, kireçle boyanmış duvarlarına ayın ışığı davetsizce vuruyordu. Gölge oyunlarının her türlüsü isli duvarlara yansıyordu. Yetimhanede kışın duvara çarpan çocuk sesleri, yaz aylarının yaklaşması ile birlikte her geçen gün azalıyordu. Yetimhanede kiminin annesi kiminin babası yoktu. Bazıları o kadar kadersizdi ki ne annesi ne babası vardı.

Türk milletinin yedi düvele karşı verdiği “kurtuluş mücadelesi” sayısız çocuğu yetim ve öksüz bırakmıştı. İki kardeş de savaşın acımasızlığında kendi paylarına düşeni fazlası ile aldılar. Annesiz ve babasız, hayata tutunmak zorundaydılar. Babaları Çanakkale Harbi’nde şehit olmuştu. Anneleri ise sıtmaya yakalanmış, onun zayıf bünyesi daha fazla dayanamayıp ölmüştü.

Öksüz kalan iki kardeşi, amcaları şehirde aynı zamanda okul da olan yetimhaneye yerleştirdi. Yetimhanenin kapısında vedalaşırken üçü de birbirine sarılıp ağlamıştı. Harp koşullarında kimsenin kimseyi düşünecek hali kalmamıştı. Anadolu’nun neredeyse her ocağında yokluk yaşanıyordu. Amcaları da bu yokluktan nasibini alıyordu. Bir de kurak geçen yazlar yok mu? Kuraklığın getirdiği kıtlık ve harbin getirdiği yoklukla köylünün çektiğini bir Allah bilirdi.

Yetimhane müdürünün odasına girerken üstünü başını düzeltti, fesini eline alıp kapıyı vurdu. Müdür pencerenin kenarında ayakta durmuş bahçeye bakıyordu. Kapıya vurulduğunu, içeriye birinin girdiğini fark etmemişti. Kapının gıcırdayarak kapanması ile müdür kendine geldi. Müdür, babacan bir tavırla “Söyle evlâdım ne istiyorsun?” dedi.

Yetimhanenin müdürü, yetimhanedeki tüm çocuklara şefkatle davranır, tüm imkânsızlıklara ve her geçen gün artan çocuk sayısına rağmen yüzündeki gülümsemeyi eksik etmezdi. Çocuklarda bu babacan adama kendi aralarında “Müdür Ede (baba, ağabey, ağa)” derlerdi.

“Kardeşimle ben, izin verirseniz köye amcamın yanına gitmek istiyoruz.” dedi. Müdür “Birkaç gün sonra erkek öğretmen okuluna seçilenler belli olacak, hele bir belli olsun. Biraz sabret evlâdım.” dedi.

Anne ve babasından yadigâr tek varlıktan ayrılmayı aklına getirmek istemiyordu. Müdürün yanından ayrılırken kafası karışmış, ne yapacağını bilmez bir halde kardeşinin yanına gitti. Yatağında uyuyan kardeşine bakıyordu. Daha fazla dayanamadı, sessiz sessiz ağlamaya başladı, gözyaşlarını koyuvermişti. Bir süre sonra kardeşi uyandı. “Yakında Müdür Ede bizi de amcamın yanına gönderecekmiş.” dedi, küçük kardeşine. Abisinin kucağına atıldı. “Amcamı, yengemi ve köydeki arkadaşlarımı çok özledim, abi.” dedi.

Yetimhanenin müdürü, akrabalarının yanına hâlâ göndermediği çocukları yemekhanede topladı. Müdür, öğretmen okuluna seçilenlere yapmaları gerekenleri bir bir anlattı. Öğretmen Okuluna gitmek için kardeşinden ayrılması gerektiği gerçeği ile karşı karşıyaydı.

Köylerine giderken yemekhanenin aşçısı bir günlük azık verdi. Sabah erken çıkarlarsa yatsı namazında ulaşırız diye kafasında kurmuştu. Hele şansları yaver giderse at arabası ya da öküz arabasıyla daha çabuk köye ulaşabileceklerdi. Sabah ezanı ile iki kardeş yola koyuldular. Güneşin tam tepelerine geldiği vakit, yolun kenarında bir çeşmenin başına oturdular. Hem dinlendiler hem karınlarını doyurdular. Yola devam etmek için kalktıkları sırada tozu dumana katarak gelen atlıları gördüler. Gelenler asker kaçağı, eşkıyalardı. Ne yapacaklarını şaşırdılar. Çeşmede atlarını sulayan eşkıyalardan korkmuşlardı. Paraları yoktu; ama çıkınlarına sıkı sıkıya yapıştılar. Eşkıyalar hangi köyden olduklarını ve nereye gittiklerini sordular. Silâhı omzunda çapraz fişeklik takmış, yüzü tanınmayacak kadar kılla kaplı eşkıya biraz sohbet etti. Heybesinden çıkarıp kurutulmuş et verdi. “Yolda asker çıkar, soru sorarsa bizle karşılaştığınızı söylemeyin.” dedi. Artık köyünüzü ve kimin nesi olduğunuzu biliyoruz, köyünüzde sizi buluruz tehdidinde bulundular. İki kardeşin sesi soluğu çıkmıyordu. Sadece başları ve gözleri ile eşkıyanın dediğini onaylıyorlardı.

Eşkıyalar atlarına binip uzaklaştıktan sonara ikisi de rahatlamıştı. Arkalarına bakmadan ürkek, korkak ve heyecanla yürüdüler. Eşkıya tehlikesini atlattıktan sonra sıcak havada ağır ağır yürümeye başladılar. Kızgın güneş altında terliyorlar, bazen adım atacak halleri kalmıyordu. İnce tozlu yollarda postalları gözükmüyordu. Yine de keyifli keyifli, güle oynaya yürüyorlardı. Tek tük rastladıkları ağaç gölgelerinde, dinlene dinlene yol alıyorlardı. Susadıkça önünden geçtikleri çeşmelere ağızlarını dayayıp su içip ellerini, yüzlerini yıkıyorlardı.

Yol bir türlü bitmiyordu. Ağır aksak yürümeye başladılar. Artık yorulmuşlardı. Yorgunluktan adım atamayacakları bir sırada kağnıyı gördüler. Öküzlerini sulamak için çeşmeye sapan kağnının sahibine yetiştiler. Kağnının sahibi yaşlı adama yaklaşır yaklaşmaz hemen selam verip hallerini anlattılar. Üstleri başları toz toprak içindeydi ve yüzlerine yansıyan bezginlik her şeyi ortaya koyuyordu.

Yaşlı adam, çocuklara amcalarını tanıdığını söyledi. “Amcanız köyden şehre giderken ya da şehirden köye dönerken mutlaka bana uğrar.” dedi. Çocuklar bunu duyunca sevindiler. Bu güvenle kağnının gıcırtısına ve ağır yol alışına aldırmadan, çoğu zaman uyuklayarak yola düştüler. Yaşlı adam köyüne geldiğinde, kağnıyı doğruca evinin önüne çekti. Yaşlı adamın da ısrarı ile o geceyi köyde geçirmeye karar verdiler. O gece kocaman yün yatakta yattılar. Hiç uyanmadan kuşluk zamanına kadar uyudular.

Uyandıktan sonra kahvaltılarını yaptılar, ev sahiplerinin ellerini öpüp tekrar yola koyuldular. Köye öğle ezanı ile ulaştılar. Doğruca amcalarının evine vardılar. Amcaları tarladan gelmiş, her zamanki gibi ayağındaki çarığı çıkartmış, ıslansın, yumuşasın da ertesi gün ayağını sıkmasın diye soğuk su ile kapının önünde yıkıyordu. Yengeleri de o zamana kadar kapıya gelmiş sarmaş dolaş olmuşlardı.

Yengeleri gündeliğe giderdi. Gündelikte o zamanlarda parayla ödenmezdi. Sahanla un, mercimek, bulgur, fasulye nohut gibi zahire verilirdi. Kışın aç kalmamak için bu zahireler biriktirilirdi. Çoğu zaman da karın tokluğuna onun bunun evine ekmek yapmaya giderdi. Güler yüzlü, güzelce bir kadındı. Yetim kalmış, iki kardeşe de sevgisini göstermekten geri kalmazdı.

Amcaları da sahip olduğu ufak tarlayı ekip biçmeye çalışırdı. Tarlasından yeğenlerini bile besleyecek kadar ürün alamıyordu. Çocuklara belli etmese de bu duruma üzüldüğü belliydi. Bu yılda kuraklık belini bükmüştü. Herkes gibi o da gözünü gökyüzüne dikti. Bu kez bol yağmur geliyor diye sevinmeye kalmadı, sağanak ve arkasından dolu yağmasıyla bütün hayalleri gözlerinin önünde yok olup gidiyordu. Zaten harpten dolayı tarlaların yarıdan çoğu ekilmiyordu. Harp, kuraklık ve salgın hastalıklar; “Çocuklar bu sene yetimhaneye gitmeyin!” demesine fırsat vermiyordu. Bu duruma içerliyordu.

Çocuklar köye geldiklerinde boş durmazlar ellerinden geldiğince amcalarına yük olmamak için köyün diğer çocukları ile birlikte sığır ya da dâvâr güderlerdi. Sabahın serin saatinde köyün sığırları, küçük çobanlarla birlikte bozkıra yol alırdı. Sığırlar yürüdükçe etraftaki toz havalanır, taze hayvan dışkısı, çiçek kokularını bastırmış bir şekilde havaya karışırdı. Küçük çobanlar, ellerindeki çomaklarla sığırlara yön verirlerdi. Sığırların ayağından havaya karışan toz yere ininceye kadar göz gözü görmezdi.

Hayvan otlatmaya gidildiğinde, azıklarında genellikle pekmez, haşlanmış yumurta, yufka ekmeğin sade yağda yumurta ile kızartılıp başka bir yufkanın içine sarılarak yapıldığı kızartması olurdu. Öğle vakti yaklaştığında bütün çocuklar bir araya gelir, azıklara konulan yiyecekler ortaya serilir ve hep birlikte yenirdi. Günler çocuklar için harpten, kıtlıktan uzak yazıda, yabanda geçerdi.

Amcaları savaşta yaralanmış köye iyileşmek için gelmişti, yengeleri telaş içindeydi. “Seni tekrar askere alırlarsa ne yaparız” diye evin içinde ulu orta ağlıyordu. Yengelerinin içine bir sızı düşmüştü. Amcalarının sakinliği yengelerini olduğu gibi çocukları da şaşırtıyordu.

Amcaları, Mustafa Kemal Paşa’nın Sakarya Savaşı’ndan sonra düşmanı yurttan atmak için son hazırlıklar yaptığını, onun için de eli silâh tutan her erkeğin askere çağrıldığını duymuştu. Komşu köylerde askere alımlar başlamıştı bile.

Muhtar köylüleri caminin önünde topladı. Askere almadan sorumlu yüzbaşı, kısa bir konuşmadan sonra, elindeki listeden cepheye gidecekleri okumaya başladı. İsmi okunanların iki gün içinde hazır olması istendi.

Kocasının ismi okununca yüzü bir anda kül gibi olmuş, dünyası yıkılmıştı. Kimseye aldırış etmeden kocasına sarılıp ağlamaya başladı. Kocasının kulağına “Yüklüyüm!” demek bu ana kısmet olmuştu. Karısının müjdesini serinkanlı bir şekilde karşıladı. Dudaklarından, “Düşmanla dövüşeceğim, Allah’ın izniyle geri döneceğim, sen çocuğuma iyi bak!” sözleri döküldü.

İki gün boyunca, durmaksızın evin kilerine tarladan söktüğü patatesleri taşıyıp istifliyor, tandır damı için saçkı (ekmek pişirmek için fırında ve tandırda yakılan iri samanla karıştırılmış dâvâr gübresi) hazırlıyordu. İki gün çok hızlı geçmişti. Karısı ve yeğenleri ile vedalaştı.

Köyün askere alınan erkekleri, topluca yola koyuldular. Arkalarında gözyaşları ile…

Amcaları askere gitmiş, yengeleri eski neşesini kaybetmişti. Yaz bitmiş sonbahar yaklaşmıştı. İki kardeşin yetimhaneye gitme vakitleri gelmişti. Kimseye söylememişti ama artık kardeşinden ayrılması gerekiyordu. Kardeşi amcasının askere alınmasını, abisinden ayrı kalacak olmasını beklenmedik bir şekilde metanetle karşılamıştı.

Amcası sağ salim evine dönebilecek miydi? Kardeşi yetimhanede tek başına ne yapmıştı?

Aradan dokuz, on ay geçmişti. Savaş bitmişti. İnsanları artık yeni bir başlangıç bekliyordu.

Yaz tatilinde köyüne gitmek için okuldan izin aldı. İlk önce kardeşinin kaldığı yetimhaneye uğradı. Kardeşi çoktan köye gitmişti. “Bizim ufaklık o kadar büyüdü mü?” diye, içinden geçirdi. Heyecanla köyün yolunu tuttu. İçinden amcam da evde olsun diye dua ediyordu.

İçinde bir korku vardı. Kardeşini evin önünde oynarken buldu. Kucağında bir bebekle yengesi karşısında duruyordu. Ya amcası neredeydi? “Amcam nerde, yenge?” demesi ile amcasının sesini duyması bir oldu. “Oğlum evine hoş geldin.” dedi. Amcası avlunun ortasına doğru yürüyüp kollarını açarak yeğenini bağrına bastırdı. Gözyaşları içinde bütün aile sarmaş dolaş olmuştu.

Amcası, “Sen Öğretmen Okuluna gideceksin öğretmen olacaksın; ama kardeşin artık yetimhaneye gitmeyecek, evinde kalacak” dedi.

Bütün acılar unutulmuş, güzel günler sonunda gelmişti. Artık onlar için güneş bir başka doğacaktı…


Bu yazıya yorum ekleyin

Adınız
E-posta Adresiniz
Yorumunuz
 

CAPTCHA


Resimdeki rakamları bu alana yazınız


Eklenen Yorumlar


Henız yorum bırakılmadı...
 
Çamurdan kale... - Sayı 97
Boya sandığı... - Sayı 96
Öğretmenin anı defterinde... - Sayı 91
Türk milleti darbeyi ezmi... - Sayı 90
Tüm Yazıları

ASKIDA ABONELİK: Siz de "askıda abonelik kampanyası"na destek olmak ister misiniz?

Gelecek sayının konusu (120):
Doğumunun 120. yılında Üstat Necip Fazıl Kısakürek...

Son Eklenen Yorumlardan
 bosch professional gop 185-liBeylikler dönemini hatırlayalım, birbirlerine karşı üstünlük mücadelesi... Feyzi

 "Yürü kardeşim,Ayaklarına bir Kudüs gücü gelsin."Sen ve senin gibi şuurlu insanların sayıları bereke... Nilüfer Mihailoğlu

 Yüreğinize kaleminize sağlık kıymetli hocam. Allah hayırlı sağlıklı uzun ömürler versin.... Faruk AKTI

 kantarın topu olacak efendim ... Esra

  Gönlü klabi temiz abim kalemine sağlık başarılarının devamını diliyorum sevgiler saygılar ... Serkan yakar


Batı; kaybettiği noktanın idrâkinde ve kazanacağı noktanın gafili olduğunu -yalnız kendine- ihtar ederek bugünkü buhranını yaşıyor. Biz; tüm taklitçiliğimize rağmen hem birincisinin, hem ikincisinin gafletindeyiz.
Eğer batı gibi kaybettiğimiz noktanın idrakinde olabilseydik, elimizden kaçırdığımız bunca zamandan ötürü eyvahlar eder; kazanacağımız noktanın gafletinden de sıyrılabilirdik…
Kardelen: Sayı 3, Aralık 1993
Tas tarak
Kasem olsun!
Bir tufanın ardından: Filistin
Deniz kabarıyor
Soykırım, Antisemitizm ve Filistin Üçgen
Kudüs... Ey Kudüs
Zeytin dalları altından meydan okuyuş
Fatih Sultan Mehmet (4)
Deniz kabarıyor


Yavuz Sert - Bir tufanın ardından...
Yavuz Sert - Gazze biz ne öğretti...
Ali Erdal - Deniz kabarıyor
Kadir Bayrak - Vah benim halime!
Necip Fazıl Kısakürek - İç ve dış düşman – Y...
Bedran Yoldaş - Elinde taş küçük çoc...
Bedran Yoldaş - Zevâli yakındır zulm...
Ekrem Yılmaz - Kazandım vallahi!
Ekrem Yılmaz - Bitti kelimelerim
Ekrem Yılmaz - Mektup
Dergi Editörü - Üstün fikir
Site Editörü - Sosyal medyanın gücü
Necdet Uçak - Dünya malı
Necdet Uçak - Geldi geçti ömrüm be...
Kardelen Dergisi - Kardelenden haberler
M. Nihat Malkoç - Soykırım, Antisemiti...
M. Nihat Malkoç - Gazze günlüğü
Hızır İrfan Önder - Kasem olsun!
Zaimoğlu - Batı muradına erebil...
Mehmet Balcı - Köyüme gömün
Mehmet Balcı - Sevdam
Muhsin Hamdi Alkış - İsrail-SAMİRİ-oğulla...
İbrahim Şaşma - Kudüs Mektubu
Halis Arlıoğlu - Merhum Mehmet Akif i...
Murat Yaramaz - Hiç
İlkay Coşkun - Filistin
Zafer Nefer - Tas tarak
Özkan Aydoğan - Çocuk
İlknur Eskioğlu - Şehitlik oyunu
Yusuf Çelikler - Bu gidiş nereye?
Ayşe Yaz - Yağmur (Gazzenin çoc...
Bedir Acar - ‘İsrail bizi yenemez...
Hüma Sunguroğlu - Çınarın gölgesinde o...
Hüma Sunguroğlu - Zeytin dalları altın...
Abdullah Doğulu - Filistinde anne-çocu...
 
 
23 Mart 2005 tarihinden beri
 Ziyaretçi Sayısı Toplam : 13196436
 Bugün : 1367
 Tekil Ziyaretçi Sayısı Toplam : 606355
 Bugün : 40
 Tekil Ziyaretçi Sayısı (dün) Toplam : 134
 119. Sayıya Bırakılan Yorum Sayısı Toplam : 4
 Önceki Sayıya Bırakılan Yorum Sayısı Toplam : 6
Son Güncelleme: 21 Şubat 2024
Künye | Abonelik | İletişim