Kardelen'i DergiKapinda.com sitesinden satın alabilirsiniz.        Ali Erdal'ın yeni kitabı TÜRK KİMLİĞİ çıktı        Kardelen Twitter'da...        Kardelen 32 Yaşında!..       
    Yorum Ekle     1692 kez okundu.     1 yorum bırakıldı.     Yazara Mesaj

RÖPORTAJ: Yediğimiz, içtiğimiz helâl, sağlıklı ve temiz olmalıdır
Yavuz Sert

  Sayı: 103 -

Maddî mânevî sağlığımız konulu sayımız için daha önce Sağlık İlâç ve Eczacılık Genel Müdürlüğü de yapmış olan İstanbul Medipol Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi ve Etik Anabilim Dalı öğretim üyesi ve Geleneksel ve Tamamlayıcı Tıp Uygulama Araştırma Merkezi Müdürü Dr. Mahmut TOKAÇ Bey ile bir söyleşi yaptık. 

−Hekim kelimesi hikmet kökünden geliyor. Eskiden tıp ilmi için hikmet ilminin altında sınıflandırılır denirdi, günümüzde tıp ilmi hikmet ilmine yakın mı sizce? 

−Eski tıptan çok farklı bir noktaya gelmiş durumdayız. Eskiler gerçekten “hekim” idiler, hikmet ilmine de sahip olan tabiplerdi hekimler. Şimdi daha çok teknik anlamda tıp ilmi ile meşgul olan tabipler var. Hikmet ehli hekim var mıdır, mutlaka vardır ama sayıca oldukça azdır. O yüzden günümüzde tıp ilminin hikmetle ilişkisinin çok az olduğunu söyleyebiliriz.

Şunu söylemek gerekir, hekimlikte hastalık yok hasta vardır. Bu temel prensiptir. Biz her ne kadar hastalık bazlı öğrenirsek de her hastaya özgü yeni kararlar vermek zorunda kalırız. Hikmet orada devreye giriyor. Bir yaralı geldiğinde çok hızlı düşünmek zorundasınız. O anda bütün ihtimalleri göz önüne alıp en uygun tedaviyi seçmek zorundasınız, belki hikmet burada... Teknik bilgiyi bugün çok kullanıyoruz ama öyle bir noktaya geliyor ki hastaya özgü karar vermek zorunda kalıyorsunuz. Her hasta aynı kalıpta olmuyor. Onun için hikmet hâlâ var ama eskinin hikmet ehli hekimlerinden ne kadar var derseniz sayıca oldukça azalmış vaziyetteyiz diyebilirim.

Şu da var, eskiden ilim bu kadar dallanıp budaklanmamıştı. Bir kişi âlim unvanını almışsa hem dinî ilimlerde âlim olmuş oluyordu, hem matematik, geometri, astronomi gibi ilimlerde âlim oluyordu, tıp da bu ilimlerin içindeydi. Bunların hepsini bilen âlimler hikmet ehli âlimlerdi. 

−İbnî Sinâ meselâ... 

−Evet. Hattâ bir unvan vardır hezarfen diye. Hezarfen deyince hemen aklımıza Galata Kulesinden Üsküdar'a kanat takıp uçan Hezarfen Ahmet Çelebi gelir. Halbuki hezarfen “bin ilim” demektir. O dönemin bilinen bütün ilimlerine hâkim kişi demektir. Medrese eğitim sistemi zaten buydu. Medreseler çok yönlü yetiştirirdi insanları, hem müspet ilimlerde, hem sosyolojik ilimlerde, hem dinî ilimlerde... O hekimler yani hezarfen olanlar, bütün ilimlerle mücehhez olan hekimler, hikmet ehliydiler.

Şimdi ne yapıyoruz, altı yıl tıp okuyoruz, onun üzerine ihtisas yapıyoruz, ihtisas yaptığımız alanın bir de üst ihtisasını yapıyoruz. Gittikçe çok ince detaylara giriyoruz. Bir hekim sadece böbreğin hekimi oluyor ki böbreğin de iki tür hekimi var, biri böbreği dâhilî olarak tedavi eden hekim, bir de cerrahi olarak tedavi eden hekim. Alanlar o kadar dağıldı ki... Bir de üstüne seküler bir eğitimden geçince, bu kadar dallanmış eğitim alan bir kişinin tabiplik yönünün hekimlik yönünden ağır basması normaldir. 

−Efendimiz insanlık için en güzel örnek. Efendimiz'in sağlıklı hayat ile ilgili davranışları ve hadis-i şerifleri Tıbb-ı Nebevî diye kavramlaştırılmış. Günümüz insanı Tıbb-ı Nebevî'den ne anlamalı? 

−Peygamber Efendimiz bir tabip değildi. Hattâ hasta birini gördüğünde tabip çağırın derdi, meselâ o zaman Hâris bin Kelede var tabip olarak bilinen. O zaman tıp bu kadar dallanıp budaklanmamış, tabipler de bu kadar yaygın değil. Bu yüzden insanlar kendi kendilerini tedavi edecek kadar tıp bilgisine sahiptiler. Halka yönelik tıp kitapları vardır meselâ. Benim alanım tıp tarihi, tezimi 14-15. yüzyıllardaki Türkçe tıp yazmaları üzerine hazırlamıştım. Tıp yazmalarının bir kısmı tabiplere yönelik yazılmıştır, bir kısmı da ahaliye hitap eder. Halkın da bu tür bilgilerden istifade ederek bugün self-medikasyon yani kendi kendine tedavi dediğimiz yöntemi uygulaması hedeflenmiştir. Modern dünyada self-medikasyon vardır, OTC denilen yani tezgâh üstü ilâçlar vardır. Reçeteye tabi olmadan alınabilecek ilâçlar... Bu doğrudur yanlıştır halen tartışılır ama insanlar genelde ilk tedaviyi kendileri yapmak için uğraşırlar. Biraz soğuk algınlığı yaşadığımızda hemen bir ıhlamur kaynatıyoruz, bu da bir self-medikasyondur. İşte halkın bu şekilde belli miktarda tıp bilgisi oluyordu. Bazıları bu konuda öne de geçmiş oluyordu. Meselâ Hz. Aişe... Hz. Aişe tıbbî bilgiler konusunda halka bilgi verebilecek kadar bilgi sahibiydi ama bir tabip değildi. O yüzden tabiplik ile bazı halk tıbbı uygulamalarını karıştırmamak lazım.

Peygamber Efendimiz'in tavsiyelerinde üç özellik dikkati çekmektedir. Birincisi koruyucu hekimlik, yani hastalanmamak için tavsiyeler. Eski tıp kitaplarımızın birçoğunda öncelik sağlığın korunmasındadır. Kitabı açtığınızda besmele, hamdele, salvele ile başlar, sonra der ki: “sağlığın korunması tedbirini bildirelim.” Ne yiyelim, nasıl giyinelim, nerede yaşayalım, nasıl uyuyalım, nasıl yıkanalım gibi bilgiler önce verilir ki hastalıklardan korunalım diye. Peygamber Efendimiz'in de tavsiyelerinin birçoğunda sağlığı koruyucu tavsiyeler ön plândadır. Bunlar hem o dönemin anlayışından hem de Peygamberimizin peygamberliğinden gelen bazı tavsiyelerdir, temizlikle ilgili, vücut temizliği, ağız diş temizliği, bedenin belli noktalarının temizliği gibi, ya da uyku, istirahat, az yeme-çok yememe gibi her türlü tavsiyeler... Bu tavsiyelerin hepsini koruyucu hekimlik kapsamında alabiliriz.

İkinci kısım bazı tedavi yöntemleridir, Efendimiz bu yöntemleri tavsiye etmiş veya bahsetmiştir. Örneğin çörek otu demiştir, bal demiştir veya bir takım bitkilerin bazı hastalıklara iyi geldiğinden bahsetmiştir. Bir meşhur hadis-i şerifte “üç şeyle tedavi olunuz” buyrulmuştur. Ben bu hadis-i şerifi “olursunuz” olarak da görmüştüm. Hacamat, bal şerbeti ve dağlama. Ama peşine de ekliyor Efendimiz “Ben dağlamayı sevmem”; ama men etmiyor. Kendisinin de dağlama olduğuna dair rivayetler var. İslâm dünyasında hekimler bu yöntemleri uygulamışlardır. Bu da gösteriyor ki Peygamber Efendimiz, döneminde cari olan tıp anlayışı ile ilgili bilgileri kendi süzgecinden geçirerek vermektedir. Kendi süzgecinden derken şunu kastediyorum, bir makalede okumuştum, Peygamberimiz ümmetine zararlı olacak bir şeyi tavsiye etmez deniyordu, eğer Efendimiz bir şeyi tavsiye ediyorsa onu kendi süzgecinden geçirmiştir. Çünkü mâlûm son zamanlarda aşırı bir hadis karşıtlığı söz konusu, onlar Tıbb-ı Nebevî denen hadis-i şeriflere de karşı duruyorlar ya da karşı durmaz gibi görünüp yine bir hadis-i şerif olan hurma aşılama meselesi ile ilgili buyrulan “Dünya işlerini siz benden iyi bilirsiniz” sözüne bağlantı kuruyorlar. Dikkat ederseniz orada bir ders verme vardır ama halkın sağlığına zarar verecek bir tavsiyeyi Allahu Teâlâ O'na men ederdi. O yüzden Efendimiz'in tavsiyelerinin kendi peygamberlik süzgecinden geçtiğini düşünüyorum. 

Üçüncüsü duadır. Efendimiz dua ile, sadaka ile, iyilik yapma ile de tedavi olmayı tavsiye etmiştir. Mânevî tedaviden bahsediyorum. Bu da çok önemlidir. Seküler bakış açısı ile bakanlar bunu da reddediyorlar ama insanoğlu psikososyal bir varlık. Vücudunda bir takım hormonlarla, kimyasallarla ortaya çıkan etkiler aslında psikolojik etkilerle ortaya çıkıyor. Kızdığımızda, heyecanlandığımızda, korktuğumuzda kalbimiz çarpmıyor mu, hızlanmıyor mu? Bütün her şey beyinde cerayan ediyor, sonra vücudumuza aksediyor. Şu anda tıbbın izah edemediği için psikosomatik diye kategorize ettiği hastalıklar var, nedeni bilinemiyor. 

Agop Hoca vardı, kolsuz Agop, toprağı bol olsun, Cerrahpaşanın meşhur cildiye hocası, bir arkadaşımız bir hastalığı için gitmiş talebeyken, hoca asistanları ile hastaları dolaşıyor, bakmış, oğlum demiş, bunu okutturacaksın. Sonra dönmüş asistanlarına, ne yapayım inanmıyorum ama geçiyor. Okutulunca geçen siğil vardır, hepimizin başına gelmiştir. Burada tedavi eden okutmak mıdır, okumak mıdır yoksa okutma düşüncesi midir geçiren, nedir bilmiyoruz. Sonuçta geçiyor. İnsanoğlunun vücudu bunu düzeltiyor. “Kalpler Allah'ı zikretmekle sükûnete erer.” âyet-i kerimedir. Hastalıkların sebebi o sükûnetsizliğimiz değil midir? Tıbb-ı Nebevî dediğimiz aslında Peygamberimiz'in hali, hareketi, davranışı ve Allah'tan getirdiği âyetler ile ortaya koyduğu sağlığa ilişkin tavsiyelerdir. Ama bugünün sağlık anlayışı ile de bunları kontrol etmeye ihtiyacımız var. O günün sağlık anlayışına uygun tavsiyelerdi bunlar, bugünün anlayışına göre de yanlış olduğunu düşünmüyorum. Allah Resulü insanlara faydalı olacak şeyleri söylemiştir. 

−İnsan sadece maddî bir varlık değil. Sağlık deyince ilk akla vücut sağlığı geliyor ama bir yandan da ruh var, mânevî sağlık var. Günümüzde hastaneler dolu, ilâç kullanımı çok yüksek, peki mânevî sağlığımız ne durumda sizce? 

−Vücudun bütün hastalıkları önce ruhsal etkilerle ortaya çıkar. Elbette kırık, kesik veya silahla yaralanmayı ruhsal etki ile izah edemeyiz. Bunlar ayrı. Vücudumuzda bazı hastalıklar ortaya çıkıyorsa bunların çıkmasında mutlaka bazı etkiler vardır. Örneğin bazı hastalıkların kaynağı mikroplardır, virüs olabilir, bakteri, mantar olabilir. Fakat aynı virüsü aldığı halde biri hastalanırken diğeri hastalanmıyor. Biz buna karşı hemen diyoruz ki vücut direnci iyiydi. Doğru ama o kişi bir yakınını kaybettiğinde, morali çok bozulduğunda, işini kaybettiğinde, çok önem verdiği bir şeyden uzaklaştığında bir anda çöküyor. Bir gecede saçı beyazlayan insanlar var. Bunu maddî olarak izah edebilir miyiz? O insanda vücut direnci diye bir şey kalır mı? O zaman her şeyin başı insanın psikolojisine bağlı oluyor.

Bazen fiziksel etkilerde de enteresan şeyler olabiliyor. Ateş yakar, su boğar, bıçak keser ama Hz. İbrahim'i ateş yakmadı, Yunus Aleyhisselam'ı su boğmadı, Hz. İsmail'i bıçak kesmedi. Tıpta gördüğümüz bir örneği verelim, hipnoz altındaki bir kişiyi kor ateş üzerinde yürütüyorsunuz, ben yürüsem ayağım şişer su toplar, ona bir şey olmuyor. Tersini yapıyorsunuz, hipnoz altındaki bir kişinin eline kalem bırakıyorsunuz ama bu kor ateştir diyorsunuz, adamın eli hemen su topluyor. Bunu yapan kalem mi, ateş mi? Ateş yoktu ama oldu. Öbüründe ateş vardı ama olmadı. Ben şahit olmadım ama görüntülerini izledik, Rufaîler zikr esnasında vücutlarına şiş geçiriyorlar, normalde ağrıdan durulmaz, kanama olur ama ne kan var ne ağrı... Beynin vücut üzerindeki kontrolü ile ilgili bir durum bu.

Bir adama kırk kez hastasın derseniz hastalanır. O yüzden nasılsınız dendiğinde “iyiyim, elhamdülillah” deriz. Siz iyiyim dedikçe o hal sizde oluşur. İnsanoğlu öyle bir varlık ki hâlâ çözülebilmiş değil, hâlâ beyin nasıl işliyor tam olarak bilemiyoruz. Şuradan ileti gönderiliyor, o oradan alıyor şeklinde biliniyor ama neden? Cevabını bilmiyoruz. 

−Âyet ile sabit ki Kur’ân-ı Kerîm şifadır. Hastaya okuma yapılması, suya, pirince okunması bu âyetin tezahürleri gibi. Bu durumu nasıl değerlendirebiliriz? 

−Duanın ve ibadetin insan üzerindeki etkisi çok fazladır. Bir sohbette dinlemiştim, Mehmet Zait Kotku Hazretleri namazlarda cemaate devam edin ve safları sık tutun, o saflardaki enerji birbirinize geçer ve size şifa olur buyurmuş. Hattâ bir hastanın kırk gün sabah namazlarına cemaate devam ederek hastalıktan kurtulduğunu anlatmıştı. Efendimizin bu konuda birçok tavsiyesi var.

Herkese her şey etki eder mi? Etmeyebilir. O kişinin inanışı ile de ilgili. Tıpta plasebo dediğimiz bir kavram vardır. İlâç araştırmalarında gerçekten etkili mi değil mi diye içinde nişasta olan ama ilâç hammaddesi olmayan ilâç görünümünde haplar yaptılar. Onu hastaya verirsiniz hasta ilâç aldım sanır. Sonuçlar analiz edildiğinde görülür ki ilâç alanların yüzde yetmişi iyileşmiştir, ilâç diye boş hap içenlerin ise yüzde otuzu hattâ bazen yüzde ellisinin iyileştiği görülür. Bu etkiye plasebo deniyor. Plaseboyu tıp kabul etmektedir, bunu kabul eden bir tıp duanın etkisini nasıl reddeder? 

−Psikolojinin tıp tarihindeki yerine baktığımızda birkaç yüzyıllık bir geçmiş görüyoruz. Ama kadim kitaplarımızda örneğin Mesnevi-i Şerif'in başındaki Padişah Cariye hikâyesinde oradaki tabip cariyenin bahsedilen konuya göre nabzındaki değişimden rahatsızlığını buluyor, bir nevi psikolojik tedavi uyguluyor. Bunu nasıl görüyorsunuz? 

−Sadece Mesnevi-i Şerif'te değil, daha geriye gittiğinizde benzer hikâyeyi İbni Sinâ'da da görürsünüz. İbni Sinâ'nın meşhur Sâsâni hükümdarı Mansur'un oğlunu bu şekilde tedavi ettiği bizzat kendi otobiyografisinde geçer.

Eskiden psikoloji ilmi yok değildi, onun tasnif edilmesi birkaç yüzyıllık bir olaydır. Bu şuna benzer, İslâmî ilimlerin tasnifi hicri 100, 150. yıllardadır. Tasavvuf da öyledir. Tasavvuf sonradan çıkmıştır diyemeyiz ama sonradan tasnif edilmiştir. Efendimiz'in Asr-ı saadetinde Ashab-ı Suffe var ki bunlar ilk mutasavvıflardır. Bunun gibi psikoloji ilmi de tıbbın içinde vardı, uygulanıyordu ama tasnifi çok sonra yapılmıştır. Farabî'nin, İbn-i Sinâ'nın psikolojiye dair eserleri vardır. 

−Günümüzde farklı ekoller var, merhume Aidin Salih'in yazdıkları, diyet konusunda Karatay'ın söyledikleri... Bunları nasıl değerlendiriyorsunuz, sizin yakın olduğunuz bir ekol var mı? 

−Doğrularla yanlışları bir arada verdiğiniz zaman iş karışıyor. Tıbbı tamamen inkâr ederek yola çıkmak ilk yanlışı yapmaktır. Tıbbın yanlışlar vardır ama bugün kalp krizi geçiren bir adamı dua okuyarak tedavi etmezsiniz. Öncelikli olarak krize müdahale edersiniz. Travma geçirmiş bir hastaya şu bitkileri iç demezsiniz, önce kırığını çıkığını toparlarsınız. Bir yöntem asla başka yöntemlerin yerine kullanılmamalıdır. Söylenilen şeylerde doğru olanlar vardır ama tümü ile redderek gitmek hatalıdır.

Diyetler için de böyledir. Aslolan az yemektir. Birçok şeyden yemek ama az yemek, acıkınca yemek, doymadan kalkmak. Siz bu tavsiyelere uyarsanız ayrı bir diyete gerek yok. Aşırı diyetler bazen vücudun dengesini bozuyor. Ama biz çok yiyen bir toplumuz, bazen aşırı diyetlere de ihtiyaç oluyor. Örneğin ekmek, ekmek asla yemeyin yerine endüstriyel ekmeği yemeyin diyebilirsiniz. Buğday, arpa veya diğer ekmeklerde insanlar için birçok faydalı mineraller vardır.

Her şeyin aşırısı doğru değildir. Bu konuda ölçü şudur: Helâl ve temiz. Yoksa Allah'ın helâl kıldıklarını haram saymak gibi olur ki doğru değildir. 

−Şekere olan meyil bir bağımlılık mıdır?

−İnsanoğlu bazı tatlara alıştığı zaman o tadı arıyor. Bu bağımlılık mı alışkanlık mı? İki tür bağımlılık var, fizyolojik ve psikolojik. Fizyolojik bağımlılık bırakamadığınız, bıraktığınız zaman yoksunluk sendromu yaşadığımız bağımlılıklar, alkol, madde bağımlılığı gibi. Bir de sigara gibi psikolojik bağımlılıklar vardır, bırakamaz ama bıraktığında vücutta bir sendrom görünmez. Psikolojik bağımlılıkları bitirmek daha kolaydır. İş kafada biter.

Malcolm X, uyuşturucu satan ve bağımlısı bir adamken hapiste Eliyah Muhammed ve öğretisi ile tanışıyor. O öğreti sakat da olsa alkol ve uyuşturucuyu yasakladığı için iradesini kullanarak onlardan kurtuluyor, birçoklarının da kurtulmasını sağlıyor. Ama fizyolojik bir bağımlılık olmasına rağmen yoksunluk sendromu oluşmuyor.

Benzer örneğini çocukluğumda yaşamıştım. Mahallemizde Davulcu İdris diye biri vardı, Ramazan ayında top atma görevi onundu, bayram gelişini de yine top atarak bildirirdi. Ayyaştı bu adam, zilzurna... Ramazan girmeden önce, ikindi namazı sonrası üç top ile Ramazan ayını ilân ederdi, Ramazan bayram namazından çıkınca üç top daha atardı bayramı ilân ederdi. Ramazanı ilân ettiği üç top ile şişesini kenara bırakırdı, bayram günü üç topu atar atmaz da şişesini dikerdi, on bir ay ayık gezmezdi. Ama bir ay boyunca damla içmezdi. O zaman tıbbî bilgilerimiz burada kalıyor, fiziksel bağımlılık pat diye kesilmezdi ama adam kesiyordu. Fiziksel bağımlılık da bile beynin ne kadar etkili olduğunu gösteriyor bu örnek.

Şeker psikolojik bir bağımlılık yapabilir. Bir zamanlar kola bağımlısı olmuştum, tadının bağımlısı. Hattâ bardakta farklı bir marka verseler içmezdim. Sonra kolaların çözülmesinde alkol kullanılıyor diye söylenti çıkınca bıraktım, bir daha da içmedim. Bunlar tad bağımlılığıdır, psikolojiktir. Ama şeker gerçekten de zararlıdır. Bugün kullanılan endüstriyel şeker ister şeker pancarından elde edilsin ister şeker kamışından hepsi zararlıdır. Kullanılmaması gerekir ama hiç kullanmayın demek değildir bu. Miktarına dikkat ederek çok az kullanılabilir. İçebiliyorsanız çayı şekersiz için.

Ama benim cebimde her zaman bir küp şeker bulunur çünkü hipoglisemi olduğunuzda hayat kurtarır. Hipoglisemiye giren birine bir küp şeker verin ölümden kurtulabilir. 

−Son olarak, günümüzde insanlar maddî mânevî sağlık için en azından şuna dikkat etsin dediğiniz ne olabilir? 

−Öncelikli olarak temizlik çok önemli. Yediğimiz içtiğimizin helâl, sağlıklı ve temiz olması gerekir. Sağlıklı olmayan şeyin helâl olma durumu yoktur diye düşünüyorum. Bugün özellikle sigaranın haram olup olmaması çok tartışılıyor. Diyanet İşleri Başkanı sigara haramdır dedi, topa tutuldu. Allah'ın haram saymadığını haram saydı deniyor. Bu konuda helâldir, mubahtır diye de bir nas var mı? Sigaraya haram diyen çok âlim var ama haram değildir diyenler daha çok öne çıkarılıyor. Haramdır demeyen âlimler bugünkü bilgilere sahip olsalardı haram değildir derler miydi? Mümkün değil.

Sağlıklı ve temiz, sadece yiyecek için değil her türlü kullandığımız şeylerin helâl ve temiz olmasına dikkat etmemiz gerekir. Vücudumuz bize emanet, o emaneti olabildiğince düzgün şekilde kullanıp Rabbimize en iyi şekilde teslim etmek görevimizdir diye düşünüyorum.


Bu yazıya yorum ekleyin

Adınız
E-posta Adresiniz
Yorumunuz
 

CAPTCHA


Resimdeki rakamları bu alana yazınız


Eklenen Yorumlar


Ekleyen : Sinan AYHAN    30.03.2020
Yorum : "Hattâ bir unvan vardır hezarfen diye. Hezarfen deyince hemen aklımıza Galata Kulesinden Üsküdar'a kanat takıp uçan Hezarfen Ahmet Çelebi gelir. Halbuki hezarfen “bin ilim” demektir. O dönemin bilinen bütün ilimlerine hâkim kişi demektir. Medrese eğitim sistemi zaten buydu. Medreseler çok yönlü yetiştirirdi insanları, hem müspet ilimlerde, hem sosyolojik ilimlerde, hem dinî ilimlerde... O hekimler yani hezarfen olanlar, bütün ilimlerle mücehhez olan hekimler, hikmet ehliydiler." "Hezarfen" kelimesi ne kutlu, ne hikmetli kelime imiş... "Bin ilim"... İlmin ufku budur işte... Bilmemiz gereken bilgi... Olduğu gibi olan bilgi, nur bilgisi... Hikmet ehline selam olsun, bütün zamanlardaki...





 
Gazze biz ne öğretti?... - Sayı 119
Bir tufanın ardından: Fil... - Sayı 119
Adalet Mülkün Temelidir... - Sayı 112
Bir bürokrat şârih: Abidi... - Sayı 106
Tüm Yazıları

ASKIDA ABONELİK: Siz de "askıda abonelik kampanyası"na destek olmak ister misiniz?

Gelecek sayının konusu (120):
Doğumunun 120. yılında Üstat Necip Fazıl Kısakürek...

Son Eklenen Yorumlardan
 bosch professional gop 185-liBeylikler dönemini hatırlayalım, birbirlerine karşı üstünlük mücadelesi... Feyzi

 "Yürü kardeşim,Ayaklarına bir Kudüs gücü gelsin."Sen ve senin gibi şuurlu insanların sayıları bereke... Nilüfer Mihailoğlu

 Yüreğinize kaleminize sağlık kıymetli hocam. Allah hayırlı sağlıklı uzun ömürler versin.... Faruk AKTI

 kantarın topu olacak efendim ... Esra

  Gönlü klabi temiz abim kalemine sağlık başarılarının devamını diliyorum sevgiler saygılar ... Serkan yakar


ACI-YORUM nedir?
Bugün toplumumuzda, özellikle düşünce alanında aksayan yönler ve anlamsızlıklar var.
ACIYORUM, bu aksaklıkları ve anlamsızlıkları, sadece fikirle en can alıcı yerinden, en vurucu sözlerle, yanlışlıkların mantıksızlıklarını yakalamayı usul bilerek, en doğru yargıları, hiç itiraza yer vermeyecek şekilde ifade etmeyi ve daha sonra düzeltmeyi yapacak olanlar için fikri çözüm yolları açmak düşüncesinin ifadeye dökülmüş şeklidir.
Kardelen: Sayı 1, Temmuz 1992
Kasem olsun!
Soykırım, Antisemitizm ve Filistin Üçgen
Bir tufanın ardından: Filistin
Deniz kabarıyor
Gazze günlüğü
Fatih Sultan Mehmet (4)
Deniz kabarıyor
Kudüs... Ey Kudüs
Zeytin dalları altından meydan okuyuş


Yavuz Sert - Bir tufanın ardından...
Yavuz Sert - Gazze biz ne öğretti...
Ali Erdal - Deniz kabarıyor
Kadir Bayrak - Vah benim halime!
Necip Fazıl Kısakürek - İç ve dış düşman – Y...
Bedran Yoldaş - Elinde taş küçük çoc...
Bedran Yoldaş - Zevâli yakındır zulm...
Ekrem Yılmaz - Kazandım vallahi!
Ekrem Yılmaz - Bitti kelimelerim
Ekrem Yılmaz - Mektup
Dergi Editörü - Üstün fikir
Site Editörü - Sosyal medyanın gücü
Necdet Uçak - Dünya malı
Necdet Uçak - Geldi geçti ömrüm be...
Kardelen Dergisi - Kardelenden haberler
M. Nihat Malkoç - Soykırım, Antisemiti...
M. Nihat Malkoç - Gazze günlüğü
Hızır İrfan Önder - Kasem olsun!
Zaimoğlu - Batı muradına erebil...
Mehmet Balcı - Köyüme gömün
Mehmet Balcı - Sevdam
Muhsin Hamdi Alkış - İsrail-SAMİRİ-oğulla...
İbrahim Şaşma - Kudüs Mektubu
Halis Arlıoğlu - Merhum Mehmet Akif i...
Murat Yaramaz - Hiç
İlkay Coşkun - Filistin
Zafer Nefer - Tas tarak
Özkan Aydoğan - Çocuk
İlknur Eskioğlu - Şehitlik oyunu
Yusuf Çelikler - Bu gidiş nereye?
Ayşe Yaz - Yağmur (Gazzenin çoc...
Bedir Acar - ‘İsrail bizi yenemez...
Hüma Sunguroğlu - Çınarın gölgesinde o...
Hüma Sunguroğlu - Zeytin dalları altın...
Abdullah Doğulu - Filistinde anne-çocu...
 
 
23 Mart 2005 tarihinden beri
 Ziyaretçi Sayısı Toplam : 13173210
 Bugün : 2374
 Tekil Ziyaretçi Sayısı Toplam : 605519
 Bugün : 142
 Tekil Ziyaretçi Sayısı (dün) Toplam : 418
 119. Sayıya Bırakılan Yorum Sayısı Toplam : 4
 Önceki Sayıya Bırakılan Yorum Sayısı Toplam : 6
Son Güncelleme: 21 Şubat 2024
Künye | Abonelik | İletişim