Kardelen'i DergiKapinda.com sitesinden satın alabilirsiniz.        Ali Erdal'ın yeni kitabı TÜRK KİMLİĞİ çıktı        Kardelen Twitter'da...        Kardelen 32 Yaşında!..       
    Yorum Ekle     3827 kez okundu.     Henüz yorum bırakılmadı.     Yazara Mesaj

Kimliğimi istiyorum
Hasan Ildız

  Sayı: 77 - Temmuz / Eylül 2013

Tek odalı evlerinin önünde, şimdi, ne zaman çizdiklerini bile hatırlamadığı “çul katma “oyununun kareleri üzerinde sekerek, birkaç kez gidip geldi Turunç. Kendi kendisine çul kattı birkaç defa. Hileler yaptı kendi lehine. Dönüp kavga etti kendisiyle bir de. “Of! Of!”deyip tepindi olduğu yerde sinirle. Bir başına oynamak olmuyordu işte. Mutlaka bir arkadaş gerekti oynamak için de.

Bu güne kadar beraber oynadığı arkadaşları Leylâ ve Gülgez'in okula başlamasıyla, yapayalnız kalmıştı mahallede. Onu okula çağırmıyorlardı nedense. Mahalledeki bütün çocuklar okula gidiyordu ama onu arayıp soran yoktu. Birkaç kez daha gidip geldi karelerin üzerinde isteksizce. Sonra sıkıldı iyice kendi kendini yenmekten.

Annesi kapıya kilidi vurup komşularına kadar gitmişti. “Konuşmaya bile kimse yok.”diye geçirdi aklından. Oturup bir süre bekledi oyun çizgisinin kenarında. “Keşke annemle gitseydim!” diye hayıflandı. Kendi kendine oynamaktan bu kadar çabuk sıkılacağını düşünmemişti annesi giderken. Sonra güzel bir şey hatırlamış gibi bir tebessüm yayıldı yüzüne. Bir şeyler gelivermişti birden bire aklına. Hemen fırladı çömeldiği yerden. Silkeledi eteğinin tozunu. Ayaklarının bütün gücüyle koşmaya başladı sokakta.

Yanakları al al yanıyordu koşarken. Saçları savruluyordu rüzgârda. Sokağın ilerisindeki isnat duvarının ardından gelen cıvıltıları duydukça içi içine sığmıyordu heyecandan. Duvarın ardındaki onca çocuk, birkaç adım kadar yakındılar ona şimdi. Leyla ve Gülgez ordaydılar, başka başka çocuklarda… Oynamak için ne kadar çok arkadaşı olacaktı kim bilir. Onlarla dilediğince oynayabilirdi akşama kadar. Kendi kendine çul katmak, kendisine hile yapmak zorunda kalmazdı en azından. Kavga etse bile başkasıyla ederdi orada...

Nefes nefeseydi okulun kapısına geldiğinde. Durdu ve derin derin nefes aldı kapının önünde. Birkaç adım daha yaklaştı ve kapının aralığından içeriyi gözetledi bir süre. İçerdeki kalabalığı gördüğünde, içindeki oynama isteği eriyiverdi birden. O kalabalığın arasına dalacak cesareti bulamadı kendisinde. O küçücük aralıktan öylesine bakakaldı. Hiç kimseyi tanımıyordu içerde. Gülgez ve Leyla da gözükmüyordu ortalarda.  Hiç tanımadığı çocuklarla da oynayamazdı ki. Ne diyecekti onlara? Ben sizinle oynamaya geldim mi diyecekti. Oyununuza beni de alın mı diyecekti. Niye alsınlardı hem tanımadıkları birisini oyunlarına.

Birden bire bir çıngırak sesiyle irkildi kapının eşiğinde. İleride bir çocuk, elinde bir şeyleri var gücüyle sallıyordu aşağı yukarı. Çocuklar içeriye doluşmaya başladılar çıngırağın sesini duyunca. Bir kaç dakika içinde kimsecikler kalmamıştı avluda. Bir başına kalmıştı kapının önünde. Ne yapacaktı şimdi? Oynamak için buraya kadar boşuna gelmişti işte. O gelince herkes doluşuvermişti sınıflara.

Boş da olsa girip bir dolaşmak istedi avluda. Sessizce süzülüverdi avlu kapısından içeri. Avluyu kaplayan küçük taş parçalarının çıkardığı ses, kulaklarında yankılanıyordu yürüdükçe. Kendi kendine tedirgin oldu bu sesten. Dinelip bir süre gözetledi etrafını. Eğilip yerden birkaç taş parçası aldı. Sonra da ilk defa görüyormuş gibi inceledi onları.

“Devuçka prihaditi!”(Buraya gel küçük kız)!

Suçüstü yakalanmış gibi irkildi Turunç. Başını kaldırıp baktı sesten yana. Yaşlıca bir bayan dikiliyordu kapının önünde. Eliyle işaret etti baktığını görünce; yanına çağırdı O'nu. Gitmekle kaçmak arası bir süre tereddüt ettikten sonra, utana sıkıla yürüdü bayana doğru. Ayağının altındaki cıyırtı, şimdi daha fazla tırmalıyordu kulaklarını. Yapayalnız ve çaresiz hissetti kendini.

Bir adım önünde durdu bayanın. Gözleri hep yerdeydi, yüzüne bakamıyordu utancından. Bayan, ona yaklaştı son bir adımda. Başını okşadı hafiften. İki parmağıyla çenesinin altından tutup yukarıya kaldırdı başını.

“Sen niçin sınıfta değilsin bakalım?” diye sordu tebessümle.

“Yoksa sıkıldın mı dersten?”

Ne diyeceğini bilemedi Turunç. Kaçırdı gözlerini ısrarla bayandan. Bu sevimli kadın, O'nu daha fazla utandırmak istememiş olmalı ki, bıraktı çenesini ve sadece saçlarını okşadı sıcacık.

“Ben okuldan değilim.”diyebildi neden sonra Turunç. “Ben oynamaya geldimdi buraya. Mahallede oynayacak kimse yok da.”

“Okula gel o zaman. Bak burada oynayacak çok çocuk var, öyle değil mi?”

“Gelsem olur mu? Benim önlüğüm yok ama!”

“Önlük önemli değil! Aldırırız babana. Adın ne senin cici kız?”

“Benim adım Turunç. Bana önlük alacak babam da yok ayrıca.”

“Ne oldu babana? “

“Babam ben çok küçükken ölmüş. Hiç tanımadım ben babamı.”

“Babanın ölmesine üzüldüm.” dedi bayan. “Hepimizin babası ölecek bir gün öyle değil mi” diyerek teselli verdi ona.

“Biz de annene aldırırız önlüğü. Olmaz mı?”

“Amcam ona izin vermez.” dedi Turunç. “Bizim her şeyimizi amcam alır .”dedi fısıltıyla.

“Hadi sen amcanı ve anneni çağır bana.” dedi bayan sevecen bir sesle. “Ben gerekeni konuşurum onlarla. Koş hadi ben bekliyorum burada.”

Bir yarım saat sonra, amcasını bulamadı ama annesiyle telâş telâşa girdiler okulun kapısından içeri. Söylediği gibi, bayan hala bekliyordu orada. Alıp içerde bir odaya götürdü onları.

“Turunç kaç yaşında?”diye sordu annesine bayan.

“Sekiz”diye cevapladı annesi.

“Kayıtları inceledim okula kayıtlı değil. Niçin yazdırmadınız okula?”

Soru karşısında yutkunup kaldı annesi. Ne söyleyeceğini bilemedi.

Gözleri hâlâ vatandaşlık bürosundan bu yıl gönderilen listedeydi bayanın. Kendilerinin bir hata yapmadığından emin olmak istiyordu.

“Nüfus bürosundan adının bize bildirilmemesi de enteresan.” dedi başını sallayarak, “İsmini atladılar herhalde listeyi hazırlarken.”

“Bir hata yok.” dedi Turunç'un annesi birkaç kez yutkunduktan sonra. “Turunç'un nüfus kaydı yapılmadı zaten.” dedi kırık dökük bir sesle.

“Ama neden?” dedi bu sevimli Özbek Müdüre. Şaşırmıştı ve hayretle bakıyordu gözleri.

“Eşim savaş yıllarında casuslukla suçlanmıştı.” dedi utana sıkıla. Gözlerinden istem dışı yaşlar boşandı. “Bu yüzden nüfus kaydı yapmadılar Turunç'a. Okula gelemiyor nüfusu olmadığı için. Hastalansa hastaneye de götüremiyoruz bu yüzden.”

Daha önce birçok kez karşılaştığı bir durumdu müdire hanımın. Ama kendisinin hiçbir zaman katılmadığı, savunmadığı, hatta kaldırılması için mücadele ettiği bir durum. Babası suçlu olsa bile onun yüzünden çocuğunu cezalandırmak saçma geliyordu ona.

Hemen nüfus idaresini aradı telefonla. Durumu anlattı anlatabildiği kadarıyla. Karşı tarafı ikna edebilmek için kadın sesinin en nazik ve sevecen tonuyla girdi konuya. Ne söylese, sesini ne kadar sevecenleştirse; durumu ne kadar dramatikleştirse, bir türlü yenemiyordu karşıdaki davudî sesi. Bir süre sonra sustu ve sadece dinler oldu. Yüzündeki ümit ışığı yavaş yavaş söndü suskunlukta.

“Olmaz!” dedi karşıdaki ses. Bir okul müdürünün, devrim yasalarını böylesine yok saymaya çalışmasını hiç de hayra yormadığını söyledi.

“Yoldaş ben sadece insanî açıdan bakmaya çalışmıştım olaya.” diyebildi son kez Müdüre Hanım. Sesi tir tir titriyordu korku ve sinirle.  Telefonu kapattığında simsiyah bir yıkılmışlık vardı suratında. Ne diyeceğini bilemedi annesine ve Turunç'a.

“Sen okulda mı oynamak istiyordun küçüğüm?” dedi şaka yollu.

 “Hı hı!” dedi pişmanlıkla Turunç. Müdürün yüzündeki o simsiyah yıkılmışlığa kendisinin sebep olduğunu düşündü, suçlu hissetti kendini.

“Kusuruna bakmayın!” dedi annesi telâşla. “Ben onu yanımda götürüyorum genelde, benimle canı sıkılmıyor. Bu gün biraz komşuya gitmiştim de yalnız kalmıştı evde.”dedi.

Müdüre Hanım pek kulak vermiyor gibiydi annenin söylediklerine artık. Gözleri önündeki dosyada bir süre bir şeyler aradıktan sonra, yavaşça kaldırdı başını kâğıtlardan,

“Her gün buraya gelebilirsin.” dedi Turunç'a. “Gelip burada oynayabilirsin arkadaşlarınla. Hatta onların sınıfına da girebilirsin. Ben seni tanıştırırım öğretmenleriyle.”

“Çocuğu sakın engellemeyin.”dedi annesine dönerek. “Bu yaşta onun olması gereken yer burası.”

Çok sevindi Turunç. Gülgez'le, Leylâ'yla aynı sınıfta oturabilecek, okulun bahçesinde onlarla oynayabilecekti artık.

Önlüğü olmasa da, Gülgez ve Leylâ'yla birlikte hazırlanıp, her sabah geldi okula ondan sonra. Amcası çok kızdı annesine ilk duyduğunda. Başına bir iş açılmasından korktu Turunç yüzünden. Kardeşinin sabıkasından dolayı bütün ömrü itilip kakılmakla geçmişti zaten. Bir de kamplarda sürünemezdi bir hiç yüzünden. Enikonu bir kız çocuğuydu, kaydı olsa ne yazardı hükümette olmasa ne yazardı. Evlendirirdi birkaç yıl sonra o da aralarında olup giderdi. Ne diye üstüne üstüne gidiyorlardı olmaz işlerin. Bir kaç defa Turunç'la ikisini çağırıp iyice haşladı ama Müdüre'den aldıkları cesaretle, annesi onu hep gönderdi okula. O da istiyordu okumasını. En azından okuyup yazacak kadar bilgisi olmasını istiyordu kızının. Kendisi cahildi, okuyamamıştı Kafkas'ta. Yaklaşan savaşın aceleciliği içinde Derviş'le evlendirmişler ve bir yaşında bir  “kimliğimi istiyorum!”dedi ısrarla.

Galiba bir on gün sonra falandı, olağanüstü bir hareketlilik yaşanıyordu binada. Turunç, yine her sabahki gibi kapının yanına gelip dikildiğinde, gözleri öfkeden ateş gibi yanan görevli, kaptı kolundan ve sürükleyip götürdü avlu kapısının dışına: “Bir daha görmiyeyim seni burada!”dedi hışımla,

“Yoksa kırarım o bacaklarını bilmiş ol!”.

O esnada, köşede görünen arabalardan dolayı daha fazla konuşamadan, topukları kıçını döverek koşup gitti kapıcı. Avlu kapısının yanında bir başına kalakaldı Turunç. Hiçbir yere kımıldamadı olduğu yerden. Yaklaşan arabalar hemen önündeki kapıdan içeriye süzüldüler art arda. Üç arabaydılar. Turunç da takıldı peşlerine ve koşmaya başladı arabaların yanında. Merak etmişti içindekilerin kim olduğunu. Binanın girişine kadar izledi arabaları. Kapıdaki görevlinin tehdidini bile unutmuştu çoktan. Kapıcı ortadaki arabanın kapısını açmak için koşturduğunda göz göze geldiler bir an, hala gözleri öfke saçıyordu görevlinin. Neyse ki şu an onunla uğraşacak durumda değildi. Açtığı kapıdan çıkan iri kıyım yaşlıca bir adam binaya doğru ilerliyordu.

“Kimliğimi istiyorum! Kimliğimi istiyorum!”

O kalabalık ve karmaşa içinde bir çığ gibi yankılandı Turunç'un sesi. Durdu birden bire ilerleyen adam. Göz göze geldiler Turunçla. Kalabalığın hemen birkaç adım ötesindeydi sadece. Söylediklerinin yarattığı sessizlikten kendisi bile ürkmüştü. O'ndan tarafa döndü adam.

“Ne istiyorum dedin sen küçük kız?”

Hemen önündeydi adam. Saçlarını okşuyordu bir eliyle. Sonradan kendisinin bile hayret ettiği bir cesaretle, “Kimliğimi istiyorum.”dedi tekrar.

“Ben okula gitmek istiyorum, kimliğimi istiyorum.”

Soran bakışlarla yanındaki birilerine baktı adam. O esnada kalabalığın arkalarında bulunan nüfus müdürü öne atıldı hemen, “Ben arz edeyim efendim.”dedi ve fısıltıyla adamın kulağına bir şeyler söyledi. Adamın gözleri Turunçla Müdür arasında gidip geliyordu sürekli ama kızgın değildi. Saçlarını tekrar okşadı Turunç'un ve binaya yöneldi.

Ertesi sabah, bir gün önce yaptıklarının da korkusuyla binaya fazla yaklaşmadı Turunç. Kapıdaki görevlinin kendisini dövmesinden korkuyordu. Avlu kapısının orada beklemeye karar verdi o gün. Gelip geçenleri dikkatle inceledi kapının kenarından. Her gün göre göre birçoğunu artık tanıdığı insanlar gelip giriyorlardı kapıdan birer ikişer. Bir süre sonra nüfus müdürü de göründü uzaktan. Onu iyice bellemişti artık Turunç. Dünyanın öteki ucuna da gitse onu tanıyabilirdi asık suratından. Dünkü davranışından dolayı biraz da ona gözükmemek için yüzünü başka tarafa çevirdi hemen. Saklanır gibi büzüldü duvarın dibine, müdürün geçmesini bekledi. Oysa ayak sesi kendisine doğru yaklaşıyordu gitgide. Ses yaklaştıkça onun da yüreğinin vuruşu yükseliyordu korkudan. Bir kuş gibi çırpınıyordu yüreği göğüs kafesinde. Geldi geldi ve hemen ardında durdu ayak sesi. Dönüp bakamıyordu bir türlü. Kim olduğunu da bilmiyordu. Bir el kolunu yakaladığı zaman korkudan bütün vücudu titremelerle sarsıldı. Başını hiç kaldırmadı yerden. “Döverse dövsün!”diye geçirdi içinden.

“Hadi kalk!”dedi bir ses tatlılıkla.

O'ydu. Başını kaldırdığında göz göze geldiler. Yüzü hâlâ asıktı ama öfkeli değildi. “Hadi gel bakalım.” dedi biraz da tebessümle.

“Madem kimliğini istiyorsun, gel yazalım kimliğini.”

Adamın kolunu çekiştirmesiyle doğruluverdi hemen yerinden. Beraberce odasına gittiler. O, her günkü gibi masasına kurulup, buzdan maskesini takındıktan sonra, memurlardan birini çağırıp bir nüfus kaydı yazmasını söyledi Turunç için. Kolundan çekip başka bir masanın yanına götürdü memur O'nu. Dikeldiği yerden memurun sorduğu her soruya cevap yetiştirdi. Ana adı, baba adı, kaç yaşında olduğu… Daha bir yığın sorular… Bir yarım saatlik soru yağmurunun ardından, o kâğıt eline tutuşturulduğunda, sevinçten nasıl vardığını bilemedi okula.

Öğretmeni de Müdüre Hanım da inanamamışlardı onun bu başarısına. Kendilerinin ikna edemediği o beton yüzlü nüfusçuyu, bu küçük kız yenmişti sonunda. Hemen kaydını yaptılar Gülgezler'in sınıfına.

Artık Leyla ve Gülgez'le aynı sınıfta öğrenciydi. Önceden alışık olduğu bu sınıfı çok sevmişti. Öğretmenini çok sevmişti. Onun sayesinde okuyabiliyordu işte. Onun sayesinde nüfus kaydı olmuştu. Hastalandığında hastaneye gidebilecekti artık. Bundan sonra kimse kötü kötü bakmayacaktı yüzüne.

Bu sevinçle, çok başarılı bir öğrenci oldu Turunç. Sınıfın, hatta okulun en başarılı öğrencisiydi. Yıllar ilerledikçe başarılarıyla beraber o da büyüyüp gelişti. Güzel bir genç kız oldu yavaş yavaş. Orta mektep ve lisedeki müdürleri ilk müdüresi kadar anlayışlı çıkmadılar ne yazık ki. Okulda başarılı öğrencilere verilen “Lenin Bursu'”nu kaç defa hak etmesine rağmen verdirmediler O'na. Liseyi bitirirken, bütün notları pekiyi olduğundan “kırmızı diploma” alması gerekiyordu ama babasının eski bir casus olmasından-daha doğrusu, böyle bir suçla suçlanmasından dolayı-kırmızı diploma vermemişlerdi. Kırmızı diploma en iyi üniversitelerde burslu okumak demekti oysa. Devlette en iyi makamlara gelmek demekti.

“Kırmızı diploma”da fazla ısrarlı olunca, amcasını çağırdılar bir akşam eğitim bürosuna. Neler söyledilerse orda, bir panik içinde geldi amcası. Dövmekten beter etti Turunç'u.

“Vazgeç bu Moskova sevdasından.” dedi.

Oysa Moskova'da, Lenin Akademisi'nde okumak en büyük hayaliydi O'nun. Öğrenim hayatı boyunca hep bu idealle yatıp kalkmıştı. Ağladı günlerce, uğradığı haksızlığa. Yokluğu bile kendisine zarar veren bir babanın boşluğuyla ağladı.

Sonunda, Taşkent'te bir öğretmen okulunda okumaya razı ettiler Turunç'u ama attığı her adımda önüne çıkarılan engelleri gördükçe, hayatında bunca mahrumiyeti yaşadıkça, içinde kartopu gibi büyüyen bir kin gelişti babasına. Ne yapmıştı da devlet bu kadar düşmandı ona. Nasıl bir hayindi ki onun adına kendileri cezalandırılıyordu yıllar sonra.

İstemese de Taşkent muallim mektebini bitirdi Turunç. Hem de birincilikle… Artık genç bir öğretmendi. Yine de yüreğinin bir köşesinde yanıp duruyordu Moskova. Mesleğinde çok iyi olacak ve bir eğitim uzmanı olarak gidecekti oraya bir gün. Bütün enerjisiyle asıldı mesleğine. Yüzlerce kitap okudu eğitim konusunda. Kendisi eğitim teorileri geliştirdi Orta Asya halklarının eğitimi üzerine. Ama hiçbir çalışması takdir görmüyor, öğretmenlikten yukarı bir türlü terfi ettirilmiyordu.

Sebebini az çok tahmin ettiği halde, yine de bir gün eğitim şefliğinden sordu sebebini. Suçunun, eksiğinin ne olduğunu öğrenmek istedi. Yazdığı mektuba gelen cevapta; babasının İkinci Dünya Savaşı'nda Almanlar'la işbirliği yaptığı için “hain” sayıldığı ve bu yüzden kendisine kimlik verilmesinin bile bir hata olduğu, yazıyordu.

Başından vücuduna bir ateş topu yuvarlandı cevabı okuyunca. Yine aynıydı gerekçe. Bu cevap, babasına duyduğu kini bir kat daha artırdı içinde. Bu nasıl bir babaydı? Onun bütün ideallerini öldürmüştü yaptıklarıyla. Niçin ihanet etmişti vatanına? Neden işbirliği yapmıştı düşmanla? Bu ıssız sitebin ortasında, sıradan bir öğretmen olmaktan başka çaresinin olmadığını düşünmeye başladı ondan sonra. Ne yapsa kurtulamayacaktı geçmişinden. Babası bir kâbus gibi takip edecekti onu ömrü boyunca. Artık bundan emindi.

Bir gün, okuldan eve döndüğünde, birkaç sokak ötede oturan Abdullah Dede'nin kendisini çağırdığını söyledi annesi. Abdullah Dede yaşlı bir Ahıskalı'ydı. İkinci Dünya Savaşı'na katılan son birkaç savaş gazisinden biriydi. Turunç, çalıştığı okula da davet etmişti onu, savaş anılarını anlattırmak için. Seve seve gelip anlatmıştı Abdullah Dede, kırmamıştı O'nu. Bütün yorgunluğuna rağmen meraklandı Turunç. Bu yaşlı insan niçin görmek istiyordu kendisini? Bir isteği mi vardı kendisinden? Yemekten sonra giyinip çıktı evden. Ziyaret etti Abdullah Dedeyi.

Kapıyı vurduğunda, kendisinin öğrencisi olan küçük Menekşe açtı kapıyı. Hemen ardında annesi duruyordu. Buyur ettiler Turunç Hanım'ı. Doğruca Abdullah Dedenin odasına geçirdiler. Yatakta bir çocuk kadar küçülmüştü ihtiyar. Avurtları çökmüş, gözleri kaybolup gitmişti çukurlarında. Hasta olduğunu duymuş ama bu kadar kötü olduğunu tahmin etmemişti Turunç.

Misafirini görünce hafiften yekindi doğrulmak için ama başaramadı ihtiyar. Gelini ve torunu kollarından tutup hafif kaldırdılar gövdesini. Ardına yastıklardan destek yaptılar.

Geçmiş olsun dileğinde bulundu Turunç, elini öptü, hal hatır sordu.

“Halımız böyle kızım.” dedi Abdullah Dede.”Biz artık gün sayarız. Allah uzun ömür versin kalanlara. Lakin birkaç sözünü işittim. Kızarmışsın babana. Ona beddualar okurmuşsun. Onun için söyleşeyin istedim seninle.”

Söz babasından açılınca, yeniden içinde bir öfke kabardı Turunç'un. Yaşlı adama saygısızlık olmasın diye bastırdı öfkesini, bir şey söylemedi.

İhtiyar adam, güçlükle alıp verdiği nefesiyle,“Beni eyi diyne kızım!” diye fısıldadı. Sesi ancak bir fısıltı kadar çıkıyordu zaten.

“Ben babanla cephede barabarıdım. Baban onların söylediği gibi vatanına ihanet eden biri deyil idi. Sen babanı bilmiyirsin. Baban çok eyi bir insan idi. Bizi, baban da beraber Soçi'ye götürdüler önce. Orada babanı ve daha birkaç kişiyi, Kafkas'taki Türkler arasında casusluk yapmaları; Türkiye'yle onlar arasındaki ilişkileri İstihbarata haber vermeleri için ayırdılar. Cepheye göndermediler onları. Birkaç aylık eğitimden sonra tekrar tebdili kıyafetle Kafkas'a gönderdiler. Kendi akrabalarını, “casus” diye devlete ispiyonlamasını istediler. Baban bunu yapmayınca, O'na dediler ki, ya kurşuna dizileceksin ya da cepheye gidip en ön safta savaşacaksın, seçim senin. Baban cepheye gitmeyi seçmiş ve bir yıl sonra O'nunla tekrar karşılaştık cephede. Baban orada öldü kızım. Hem de Almanlarla en önde savaşarak. Baban hakkındaki hagiygat budur kızım. Bunu bil de baban hakkında ileri geri gonuşma diye çağırttım seni. Yazıktır, üzme babanın ruhunu öbürkü dünyada.

İhtiyarı dinledikçe içinde bir yerler damla damla kanadı Turunç'un. Nefret ettiği babası büyüdükçe büyüdü gözlerinde. Bir kaç kez kuruladı gözlerini.

“Bağışla dede!” dedi. “Bu hasta halinle üzdüm seni. İnsan kendince yorumluyor bilmediğini. Dünyada her şey ne kadar sahte ve göreceli? İnsan ne kadar kolay suçluyor bilmediğini. Neden bunca yıl bekledin ki? Neden deyivermedin bildiklerini? Seninle onca zaman konuşup söyleştik ti. Neden ölümüne kadar beklettin bu hakikati?

“Söz insanın düşmanı kızım.”dedi ihtiyar. Onun da gözlerinde yaşlar vardı.”Artık ölümüme günler var. Yoksa demezdim bunları sana.”

Sorguladıkça arındırdı içini Turunç. Tazeledi bir bir düşüncelerini. Davrandı, öptü ihtiyarın elini. Yüreğinde, bütün iftiralardan arınmış, tertemiz bir babayla çıkıp gitti gerisin geri.


Bu yazıya yorum ekleyin

Adınız
E-posta Adresiniz
Yorumunuz
 

CAPTCHA


Resimdeki rakamları bu alana yazınız


Eklenen Yorumlar


Henız yorum bırakılmadı...
 
İçimde... - Sayı 104
Aşk şiiri... - Sayı 83
Esma el Biltaci... - Sayı 78
Savaşın çocuklarına... - Sayı 78
Tüm Yazıları

ASKIDA ABONELİK: Siz de "askıda abonelik kampanyası"na destek olmak ister misiniz?

Gelecek sayının konusu (120):
Doğumunun 120. yılında Üstat Necip Fazıl Kısakürek...

Son Eklenen Yorumlardan
 bosch professional gop 185-liBeylikler dönemini hatırlayalım, birbirlerine karşı üstünlük mücadelesi... Feyzi

 "Yürü kardeşim,Ayaklarına bir Kudüs gücü gelsin."Sen ve senin gibi şuurlu insanların sayıları bereke... Nilüfer Mihailoğlu

 Yüreğinize kaleminize sağlık kıymetli hocam. Allah hayırlı sağlıklı uzun ömürler versin.... Faruk AKTI

 kantarın topu olacak efendim ... Esra

  Gönlü klabi temiz abim kalemine sağlık başarılarının devamını diliyorum sevgiler saygılar ... Serkan yakar


Batı’nın Pompei’sinin günlerini andırmasının sebepleri Osmanlı Devleti’ni çökerten “metal yorgunluğu”nun ilk safhası değil midir?
Kardelen: Sayı 1, Temmuz 1992
Tas tarak
Kasem olsun!
Bir tufanın ardından: Filistin
Soykırım, Antisemitizm ve Filistin Üçgen
Deniz kabarıyor
Kudüs... Ey Kudüs
Zeytin dalları altından meydan okuyuş
Fatih Sultan Mehmet (4)
Deniz kabarıyor


Yavuz Sert - Bir tufanın ardından...
Yavuz Sert - Gazze biz ne öğretti...
Ali Erdal - Deniz kabarıyor
Kadir Bayrak - Vah benim halime!
Necip Fazıl Kısakürek - İç ve dış düşman – Y...
Bedran Yoldaş - Elinde taş küçük çoc...
Bedran Yoldaş - Zevâli yakındır zulm...
Ekrem Yılmaz - Kazandım vallahi!
Ekrem Yılmaz - Bitti kelimelerim
Ekrem Yılmaz - Mektup
Dergi Editörü - Üstün fikir
Site Editörü - Sosyal medyanın gücü
Necdet Uçak - Dünya malı
Necdet Uçak - Geldi geçti ömrüm be...
Kardelen Dergisi - Kardelenden haberler
M. Nihat Malkoç - Soykırım, Antisemiti...
M. Nihat Malkoç - Gazze günlüğü
Hızır İrfan Önder - Kasem olsun!
Zaimoğlu - Batı muradına erebil...
Mehmet Balcı - Köyüme gömün
Mehmet Balcı - Sevdam
Muhsin Hamdi Alkış - İsrail-SAMİRİ-oğulla...
İbrahim Şaşma - Kudüs Mektubu
Halis Arlıoğlu - Merhum Mehmet Akif i...
Murat Yaramaz - Hiç
İlkay Coşkun - Filistin
Zafer Nefer - Tas tarak
Özkan Aydoğan - Çocuk
İlknur Eskioğlu - Şehitlik oyunu
Yusuf Çelikler - Bu gidiş nereye?
Ayşe Yaz - Yağmur (Gazzenin çoc...
Bedir Acar - ‘İsrail bizi yenemez...
Hüma Sunguroğlu - Çınarın gölgesinde o...
Hüma Sunguroğlu - Zeytin dalları altın...
Abdullah Doğulu - Filistinde anne-çocu...
 
 
23 Mart 2005 tarihinden beri
 Ziyaretçi Sayısı Toplam : 13204074
 Bugün : 142
 Tekil Ziyaretçi Sayısı Toplam : 606566
 Bugün : 8
 Tekil Ziyaretçi Sayısı (dün) Toplam : 243
 119. Sayıya Bırakılan Yorum Sayısı Toplam : 4
 Önceki Sayıya Bırakılan Yorum Sayısı Toplam : 6
Son Güncelleme: 21 Şubat 2024
Künye | Abonelik | İletişim