Kardelen'i DergiKapinda.com sitesinden satın alabilirsiniz.        Ali Erdal'ın yeni kitabı TÜRK KİMLİĞİ çıktı        Kardelen Twitter'da...        Kardelen 32 Yaşında!..       
    Yorum Ekle     554 kez okundu.     Henüz yorum bırakılmadı.     Yazara Mesaj

Şef Ne İşe Yarar?
Ali Erdal

  Sayı: 117 -

Nereden nereye!..

Peygamber emrini yerine getirip, "dünyanın kilidini" İslâm dünyasına açtığı için "Fatih" unvanlı; krallar valisi mesabesinde kaldığı için "Muhteşem" lâkaplı devlet başkanlarından; "Avrupa ne der?" korkusuyla titreyen sadrazamlara; ve "Avrupa kriterleri" peşinde ömür ve haysiyet tüketen politikacılara…

Bugünkü devlet adamlarının konuşmalarına tahammül edin, göreceksiniz dünyaları, günübirlik basit tartışmalardan ibarettir… Tarih idrakleri, yaşadıkları zaman; mekân görüşleri, seçime katıldıkları yer… Fikirleri, seçime katıldıkları yerin sevdalısı (?) olmaktan; dünya görüşleri, yurt dışından aldıkları telkin ve tesirlerden ibarettir. Tarzları, rakibi kabul ettikleri kişiye karşı bağırıp çağırmak… Vaadleri, sigara paketinin üstünde, sözleri dünde kalır... Sayfalar dolusu programlarının özeti, günü kurtarmaktan ibaret... Şahsiyetlerinin esas maddesi Ziya Gökalp, Tevfik Fikret halitası… Diğer tesirler, yemeğe eklenen tuz, karabiber vesaire gibi.

Bir beyitleri, sözleri, kararları, azimleri bugünlere kadar gelmiş, darbımesel olmuş devlet adamlarını düşünün, bir de bugünküleri… Nereden nereye!..  Everest tepesinden, Lût gölüne!..

Kılavuzlarından biri Gökalp, "Osmanlı Musikisi, Bizans‘tan tercüme ve iktibas olunmuştur!" diyor. Hem Türk sanat müziğine iftira ediyor; hem Osmanlı‘yı, yani Türk‘ün en büyük zuhurunu; Türklüğün dışında sayıyor… Memleketimizde iki musiki varmış; biri ilhamla bizden doğmuş, diğeri taklitle dışardan alınmışmış… Halk müziği yerli, sanat müziği yabancı imiş… Farabî oturmuş, satranç taşını alıp başka bir yere koyar gibi Bizans‘tan almış, Osmanlı sarayına koyuvermiş… Köklerimize yabancılaşan saray ve çevresi de, ilhamla kendimizden doğmuş halk müziği varken, "tercüme ve iktibas"la aparılan Bizans müziğini, hay sen çok yaşa Farabî deyip, baş tacı edivermiş:

"Memleketimizde yan yana yaşayan iki musiki vardır. Bunlardan birisi halk arasında kendi kendine doğmuş olan Türk Musikisi, diğeri Farabî tarafından Bizans‘tan tercüme ve iktibas olunan Osmanlı Musikisi‘dir. Türk Musikisi ilham ile vücuda gelmiş, taklitle hariçten alınmamıştır. Osmanlı musikisi ise taklit vasıtasıyla hariçten alınmış ve ancak usulle devam ettirilmiştir." (Türkçülüğün Esasları)

Hayatın her sahasına tesir eden ve her sahasından tesir alan ekolleşme ürünü bir sanat dalından söz ettiğinin farkında değil ki, bir kitaptan bahseder gibi "tercüme ve iktibas" edildiğini söyleyebiliyor. Haydi "iktibası" anladık, "taklidi” de anladık; musikinin "tercümesi" nasıl olmuş? Bir de şu tezata bakın… Milletin bir kısmı kendi müziğini doğurabilirken, diğer kısmı müziğini dışardan alıyor… Biri dünyada diğeri ayda mı; birbirlerinden etkilenmiyorlar? Şu saçmalığa bakın... Birini yabancıdan alındı diye kendinden sayma, diğeri için yabancı usule kucak aç… Halk müziğini, "kendimizden doğmuş" diyerek takdir ediyor ama ona yakıştırdığı, sanat müziğine  yaptığı iftiradan beter... Nazarında halk müziğimiz; ıslah edilmezse yüzüne bakılmayacak ekşi dağ eriği… Tedavisi gereken sakat çocuk… Belli ameliyelerden geçmeden yenmeyen acı zeytin… Neyse ki Batı var… Bu sahada da imdadımıza yetişiyor:

"Millî mûsikîmiz,  memleketimizdeki halk mûsikîsiyle Batı mûsikîsinin kaynaşmasından doğacaktır. Halk mûsikîsi melodilerimizi toplar ve bunları Batı mûsikîsi usulüne göre armonize edersek, hem millî hem de Avrupalı bir mûsikîye mâlik oluruz." (Türkçülüğün Esasları). Deveyle kuşu birleştirecek ve devekuşuna sahip olacak… "Kendimizden doğan" yabancı usulle nasıl millî olacak? Kendimizden doğar da, usulü olmaz mı?.. Kendi eserinde tezatları sırıtan bu adam, birilerinin nazarında "büyük mütefekkir", iyi mi!..

Halk Fırkası nizamnamesini (daha o zaman tüzük uydurulmamıştı) de hazırlamış olan "büyük mütefekkir”in (!), en büyük iftirası, "yol haritası" çizmeğe çalıştığı Türk milletine… Edebiyat, sanat ve kültürde, dolayısıyle de müzikte dünyanın ilk sıralarında yer alan, şu kadar bin yıllık millete… Dünyanın en büyük devletini, cihan hâkimiyetini kurmuş bir millete… "Millî mûsikîmiz, halk mûsikîsiyle Batı mûsikîsinin kaynaşmasından doğacaktır.” iddiası; bu millete "millî müziğini meydana getirememiş ilkel topluluk" demek değil midir Allah aşkına? Esir toplulukların, burnu halkalı kabilelerin bile kendine has müziği olduğunu bilmekten bile gafil... Haydi, Mehterân‘ı bilmiyor (veya yok farzediyor), Batı‘yı rehber edinenin, "Türk Marşı"ndan da mı haberi yok? "Büyük mütefekkir"in (!) haline güler misiniz, öfkelenir misiniz?.. Ya onu "büyük mütefekkir" sayanın ve sananın haline güler misiniz, ağlar mısınız? Sayanın haline gülmeli, sananın haline ağlamalı... Kendi başını bağlayamayan, gelin başı bağlayacak ve "Türkçülüğün esaslarını" belirleyecek… Bir insan, mensubu olduğunu söylediği milletin değerlerini bu kadar hor görür ancak…

Onun yüzünden müziğimiz (ve bütün değerlerimiz) hor görülüp evlâtlıktan reddedilmeseydi; çocuklarımızın başlarında kaval ve bağlama parçalanıp, flüt ve mandolin ellerine –şeker gibi mi desem, sopa gibi mi desem– tutuşturulmasaydı; şahsiyetsizliğe ve değerlerimizi inkâra müşahhas örnek ve zemin olmasaydı söz konusu etmeye, hattâ saçmalamış demeye bile değmezdi… Ne yazık ki, "Halk mûsikîsi melodilerimizi toplar ve bunları Batı mûsikîsi usulüne göre armonize edersek, hem millî hem de Avrupalı bir mûsikîye mâlik oluruz" sözü, diğer sahalardaki benzerleri gibi, taklitçi maymunların nabızlarına uygun şerbet oldu. Öyle bir mütefekkir ihtiyacı içinde idik ki, sahtesi bile bir matah sanıldı. "Haydi, millî musikiye malik olmak” ihtiyacını anladık, "Avrupalı musikiye malik olmak" ne lâzım diyen çıkmadı. "Millî musikiye sahip olmak" adına, öyle bir sam yeli estirildi ki, nesiller, kendinden şüphe ve aşağılık duygusu ateşleri içinde kavruldu, kavuruldu. Hele öğretmen okullarında… Batılı müzik dehalarının hayatlarını ezberletmekten tutun, Batı melodilerini çift sesli çaldırmaya, hattâ zorla konserler dinletmeye kadar… Bütün kapıların millî değerlere kapatılmasına, Batı değerleri için bütün imkânların seferber edilmesine, hattâ Türk musikisinin yasak edilmesine kadar… (tvnet‘te Türk sanat müziği sanatçısı Gönül Paçacı Tuncay anlatıyor:

"−1926‘da bir Türk musikisi eğitim yasağı, önce 1924‘te biliyorsunuz Tevhid-i tedrisat var, ondan sonra da Dârüleytam‘da Türk musikisi, alaturka eğitim katiyen eğitim maksadı taşımamak kaydıyla küçük bir hocalardan oluşan icra heyeti bırakılıyor.

Sunucu Ayşe Böhürler −Türk musikisi bir irtica faaliyeti olarak görülüyor, diyebilir miyiz?

−Geçmişle ilintilendirilmiş bir alan olduğu için böyle de diyebiliriz. Ben bunu seneler sonra rahmetli Ahmet Adnan Saygundan da, gazetelerde de beyanatı çıktı. 'Türk musikisinin okullara girmesi, irticanın sarıksız olarak dönmesidir' diye bir beyanatı vardı." (Türk Kahvesi, 11.02.2019)

Açıkça söylediler zaten: "Halka rağmen, halk için!"… Görüyorsunuz, "Yerine göre demokrasi rafa kaldırılabilir" ve "Türkiye‘nin özel şartları var" sözlerinin kaynağını… Hangi "büyük mütefekkire" (!) dayandığını...

Batılı olmayı sağlayacak, etkili araçlardan biriydi müzik eğitimi… Batıcılığın "enstrümanı"... Müziğimiz Bizans‘tan alınmış veya alınmamış, millî veya değil, hiç mühim değildi… O bir bahaneydi… Halk, vazgeçirilmesi gereken bir hayat yaşıyordu; onu bu yaşayışından, –istemese de– kurtarmak, "asrî olmasını" sağlamak, "muasır olmasını" sağlamak, aydınların göreviydi… Asrî, asra uygun; şimdi "çağdaş yaşam" diyorlar… Müzik sahasında yapılanlar, hayatın her sahasına şamil bir eskiyi çöpe atma, Batı‘dan yerine (akıllarınca) iyisini, doğrusunu, güzelini alma hareketinin bir parçası… Kolayca uygulanabileceğini sandıkları bir gayretkeşlik.

Değerlerimizi inkâr ve Batı‘ya hayranlık Gökalp‘tan ibaret değil… Tevfik Fikret, bu yönden ondan daha ileri… Avrupa‘ya tahsile gönderdiği oğluna "ziya kervanı"nı bulmasını ve orada "ne varsa" alıp gelmesini söylüyor:

"Bir ziyâ kervanı bul ve katıl.

Dâima önde, dâima yukarı;

Gez, dolaş, kâinat-ı efkârı;

Pür- tehâlük hayât ü kuvvetten

Ne bulursan bırakma: San‘at, fen

İtimat, itinâ, cesaret, ümîd;

Hepsi lâzım bu yurda, hepsi müfîd

Bize bol bol ziyâ kucakla getir”

Oğlunu gönderdiği yer de İskoçya… Avrupa‘nın bir fikir ve sanat merkezi bile değil. Oradan bile "ne bulursa" getirecek. Elektrik mühendisi olması için gönderdiği oğlu "fen" getirecek; kabul diyelim. Ama "san'at” da getirmesi isteniyor. Hattâ "itimat, itinâ, cesaret ve ümit" gibi her yerde kazanılması mümkün, fert ahlâkı ve psikolojik değerler bile oradan getirilecek. "Ne bulursan bırakma!". Oradan alınacak her şey iyi. "Hepsi lâzım bu yurda, hepsi faydalı". O günün aydınının yakalandığı hastalık, bir ruh hali… Bize bol bol "ziya" getirecek… Bizim dışımızdaki her yerden… Bu psikozun iki tipik örneği de Gökalp ve Fikret...

Okuma kitaplarında;

"Eskiyi unut,

Yeni yolu tut,

Türklüğe umut

Sen ol çocuğum!"

Deniyordu… Bizde bir değer olmadığı için Batı‘ya kucak açmak gerektiği; şöyle böyle bir değer varsa, onun da Batı‘dan takviye ile işe yarar hale getirilebileceği; devlet, okul, öğretmen, bütün imkânlarla ve kanun tarafından resmen ve en yüksek perdeden söylenmesinin; hem de aksini en alt perdeden bile iddia etmenin mümkün olmadığı bir tarzda söylenmesinin, nasıl bir ruhî boşluk meydana getirdiğini herkesten çok o baskı altında kalanlar bilir. Millî eğitim bakanlığı da yapmış olan Hasan Âli Yücel‘e göre, Türklüğe umut olmak isteyen, eskiyi unutmalıdır. Hiçbir şey düşünme, sebep sorma, bunun sonucu kötü olur deme, bu milletçe bir hafıza kaybıdır diye tasalanma; yoksa "gerici" olursun (o zaman 'mürteci' diyorlardı); sadece unut!.. Bütün öğrencilere ezberletilen ve her vesile ile okutulan bu manzumeyi, o zaman ne kadar anladım bilemem ama, "eskiyi unut!" tavsiyesi, (ne tavsiyesi; emir, emir!.. CHP emreder.) bedenimde kalmış bir kurşun gibi hafızama çakılı kaldı. Dinmeyen ağrı... Düşünün… Millî eğitim bakanı; milletine değerleri reddet, yani hafızanı kaybet diyor…

Bir müzik hocamız vardı. O zihniyetin "sahadaki" fanatiklerinden biri. 1950‘li yılların sonları. "Şef" dedi mi, bir şef daha çıkardı ağzından. "Şef, Batı‘nın insanlığa bir hediyesi" imiş… Müziği tek sesli olan toplum ilkel, çok sesli olan ileri olurmuş… Çok sesli müziği olan medeniyet, demokrasiyi icat etmiş… Orkestra ve şef uyumunu sağlayan medeniyet ancak başta demokrasi olmak üzere, bütün evrensel değerlere (o zaman cihanşümul deniyordu) sahip olurmuş. Bizde şef de yokmuş... Batı usulleri ile işe yarar hale getirilebilecek olan müziğimiz de tek sesli imiş… Orkestra da yokmuş bizde… Orkestra olmayınca "şef" olur mu? Felâket üstüne felâket... Tabiî ki demokrasiyi anlayamazmışız… Bunun için Batılı usullere göre müzik eğitimi şartmış. Bu eğitimi alacak nesillerle zaman içinde cemiyetimiz orkestraya da, şefe de; haliyle orkestra ve şef uyumuna kavuşurmuş... Yani demokrasiye, insan haklarına, kısaca Batılı medeniyet seviyesine (o zamanlar muasır medeniyet deniyordu) kavuşurmuş… Ne kadar kolay... Tatlı cadı, burnunu oynatacak, saray anında karşımızda... Gelecek nesli yetiştirecek öğretmenler olarak, bize düşüyormuş bu kutlu görev… Bize ne mutlu imiş... O hocalarımızın, Batıda seçimlere katılma oranının düşüklüğünü şimdi nasıl izah edeceklerini bilmek isterdim. İnsanlık piramidinin en üstündeki Kâinatın Efendisi‘ni rehber edinmiş millet, tek Allah inancını "teslise" çevirmiş cemiyetten, "şefi" öğrenecek... Komediye bakın!.. Komedyenlere de bakın! Komedyenlere hayran olanlara da...

Türkçe hocamıza göre biz, Fikret‘in, tanrılardan ateşi çalıp insanlığa kazandıran (Promete)si gibiymişiz. Milletteki meskeneti giderecek; ruhu, benliği ve idraki besleyecek şeyleri, milletimize kazandırmalıymışız. Zira oğlunun şahsında bize sesleniyormuş:

"Yüklen getir –ne varsa– biraz meskenet -fiken,

Bir parça rûhu, benliği, idrâki besleyen…"

Dâvâ ahlâkını bile Fikret‘ten öğrenmeliymişiz. Ateşi insanlığa kazandıran kahraman gibi, Batıdan milletimize değerler kazandırma görevini yaparken, (Promete)yi örnek almalıymışız… İsmimizin duyulması ve para kazanmak için yapmamalıymışız… Biz bu dâvânın "meçhul askerleri”ymişiz…

"Gökten dehâ-yi narı çalan kahramânını...

Varsın bulunmasın bilecek nâm ü şânını!..”

Uzun lâfın kısası… Şapkadan, demokrasiyi özümsemiş bir cemiyet çıkarılacak… Hep tavşan çıkacak değil ya... Cemiyet, şapkanın ters çevrilmesi gibi değiştirilecek. Kültür erozyonu:

"Ülkenin kanı değiştirilir gibi kültürü değiştirildi. Artık ne yazısı vardı, ne müziği, ne de geçmişi. Bunun yerine yeni değerler sistemi oturtulmaya çalışıldı.

Halka Latin alfabesi öğretildi. Alman besteci Paul Hindemith davet edilerek polifonik müzik eğitimi başlatıldı. Dolayısıyla ülkenin aydın kesimi, yüzlerce yıldır ait olduğu Doğudan koptu, ama Batı kültürüne de eklenemediği için arada kaldı.

Kültüre siyaset penceresinden bakmanın getirdiği eksiklikti bu.

Bugün Türkiye ne Batıdır, ne Doğu. Ne Akdenizdir, ne Kafkasya! Ne Yunan-Latin kültürünü derinlemesine bilir, ne İslâm kültürünü!

Okur yazarlarımız; Arapça, Farsça, Latince, Yunanca gibi kök uygarlık dillerinden yoksun olduğu için İbnü‘l Arabî‘den, İbni Rüşd‘den, El Gazalî‘den uzak olduğu kadar, Platon‘dan, Sokrates‘ten de uzaktır.” (Zülfi Livaneli; Sabah, 07.09.2001)

Bu kendi değerlerini inkâr psikozuna karşı, müdafaa refleksiyle, hocaya inanmış gibi görünen öğrenciler ders dışında, alaycı bir tavır takınırdı… Notada herşey belli, her saz notaya göre çalınacak, şefin sopasını eşek kuyruğu gibi sallamasına ne lüzum var diyenden; lokantada garsonu şef diye çağırıp, nasıl şef işe yaramaz dersiniz, bak yemeğimizi getiriyor demeye kadar… Hiçbir öğrenci okul korosunun şefi olmak istemiyordu. Sınıfta bırakma tehdidiyle, kabul etmeme şansı olmayan kabiliyetli öğrencilerden birine yıkılırdı... Bu tehdit açıkça yapılmazdı...

Peki, geçen şu kadar zaman içinde, bunca emeğe ve paraya, eğitim hamaratlığına, resmi ve gayriresmi çabalara karşılık sonuç ne olmuştur? "Dehâ-yi nar" her tarafı aydınlatmış mıdır? Yeni nesiller yetiştirilebilmiş ve ona uygun cemiyet meydana getirilebilmiş midir? Orkestra hüviyetinde bir toplum, yani devlet başkanı etrafında kenetlenmiş bir millet olduk mu; yoksa devletin bütün kurumları, birbiri ile sürtüşme, didişme, itişme, kakışma, takışma, tartışma halinde mi? Hâlâ, seçime katılmama rekorları kıran Batıdan demokrasi dersi almaya devam mı ediyoruz. Yoksa bir mafya dizisindeki bir kahramana söylettikleri gibi, devlet arabası "patinaj” mı yapıyor?..

Şimdi desek ki, işte kılavuzlarınıza güvenmenin akıbeti!.. Kim, ne cevap verebilir? Sorulardan vazgeçtim; şeften meften de vazgeçtim… Hâlâ istediğiniz gençliği yetiştirebildiniz mi, diye sormaktan da vaz geçtim... Eğitiminize uygun şöyle bir melodicik olsun mırıldanan, kendisini o melodicikle ifade eden bir tek genç olsun yetiştirebildiniz mi? Batı müziği  özentisi ile bestelenen "yapıtların" bir tanesini olsun cemiyete kabul ettirebildiniz mi? İşte eseriniz: Sırtında yabancı firmaların reklâmlarını taşıyan yığınlar ve İngilizce özentisi isimler taşıyan işyerleri sıralanmış caddeler... Boşa harcanan emekler, 300 kelimeyle konuşan, 30 kelimeyle yazışan, Türkçe vurgularını kaybetmiş nesiller, paralar vesaire... Övünebilirsiniz!..

Kime ne soracaksın? Karşımızda muhatap bile yok, "halka rağmen halk için" gayretkeşlerinden… Gençlik, kapanın elinde kaldı ama bunun acısı duyulmuyor.

Çanakkale‘de pek çok gencin şehit olması, yarınımız ne olacak endişesini doğurdu, onun için türkünün nakaratında "Gençliğim eyvah!" deniyor. O gün için böyle söylemek şahsî gençlik çağlarımızın boşa gittiğine hayıflanmak değil. Bugün biz; terörden uyuşturucuya, eğitimden politikacıya, televizyondan internete, mafya kahramanlarından komplo teorilerine (ve gerçeklerine, komplolara) her türlü tesirin altında heba edilen gençlerimiz için söyleyebiliriz: "Gençliğim eyvah!"

Nereden, nereye! Everest tepesinden Lût gölüne…

Önce "eser" lâzımdı… Gerçek eser… Korodan, solistten ve virtüözden önce… Şeften önce... Cemiyet isimli koronun, solistinin, virtüözünün ve şefinin eline verilecek eser… Birilerinin dayatması değil, herkesin rıza ile uyacağı, uygulayacağı, aşkla ve şevkle icra edeceği eser… Eser diye cemiyet önüne konulan tezatlarla dolu saçmalıklara dayanmanın akıbeti; krizler, ihtilâller, terör, uyuşturucu ve kaostan başka ne olabilirdi…

Bunca yıl sonra, bunu olsun anladık mı?


Bu yazıya yorum ekleyin

Adınız
E-posta Adresiniz
Yorumunuz
 

CAPTCHA


Resimdeki rakamları bu alana yazınız


Eklenen Yorumlar


Henız yorum bırakılmadı...
 
Deniz kabarıyor... - Sayı 119
Dünya kralı... - Sayı 118
Olayların akışı her şeyi ... - Sayı 118
Toplulukları idare etme h... - Sayı 118
Tüm Yazıları

ASKIDA ABONELİK: Siz de "askıda abonelik kampanyası"na destek olmak ister misiniz?

Gelecek sayının konusu (120):
Doğumunun 120. yılında Üstat Necip Fazıl Kısakürek...

Son Eklenen Yorumlardan
 bosch professional gop 185-liBeylikler dönemini hatırlayalım, birbirlerine karşı üstünlük mücadelesi... Feyzi

 "Yürü kardeşim,Ayaklarına bir Kudüs gücü gelsin."Sen ve senin gibi şuurlu insanların sayıları bereke... Nilüfer Mihailoğlu

 Yüreğinize kaleminize sağlık kıymetli hocam. Allah hayırlı sağlıklı uzun ömürler versin.... Faruk AKTI

 kantarın topu olacak efendim ... Esra

  Gönlü klabi temiz abim kalemine sağlık başarılarının devamını diliyorum sevgiler saygılar ... Serkan yakar


ACIYORUM

Millet, Meclis’i seçiyor...

Meclis, millet namına kanun yapıyor...

Anayasa Mahkemesi de bu kanunları bozabiliyor...

 

Şimdi söyleyin:

Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletin mi?

Hâkimiyet kayıt ve şartla mı milletin?

Hâkimiyet kayıtsız şartsız Anayasa Mahkemesi’nin mi?

Hâkimiyet kayıt ve şartla Anayasa Mahkemesi’nin mi?..

(Kardelen; 13; Mart 1997)

 

ACIYORUM

Bir takım kimselerin, yetkilerini aşarak, kanun dışı teşkilâtlar kurduğu ve kanun dışı faaliyetlerde bulunduğu artık kimsenin yok diyemeyeceği bir gerçek halinde ortaya çıktı.

Bunlar, başlangıçta en azından, kanunların kötülerle ve kötülükle mücadelede yetersiz kaldığını düşünüyor.

Böyle örgütlere karşı çıkanlar da, gizli ve kanun dışı teşkilât kurulacağına falan falan kanunlara ve filân filân mekanizmalara dayanarak şöyle şöyle mücadele mümkündür, demiyorlar...

 

Öyleyse...

Ya bu ülkede kanunlar ve işleyen mekanizma yetersizdir... Ya devleti idare edenler...

Bu işin (ya)sı, (ma)sı yok... Hem kanunlar ve işleyen mekanizma, hem idareciler yetersiz...

(Kardelen; 13; Mart 1997)
66
Kasem olsun!
Tas tarak
Üstün fikir
Çocuk
Bu gidiş nereye?
Deniz kabarıyor
Kudüs... Ey Kudüs
Zeytin dalları altından meydan okuyuş
Fatih Sultan Mehmet (4)


Yavuz Sert - Bir tufanın ardından...
Yavuz Sert - Gazze biz ne öğretti...
Ali Erdal - Deniz kabarıyor
Kadir Bayrak - Vah benim halime!
Necip Fazıl Kısakürek - İç ve dış düşman – Y...
Bedran Yoldaş - Elinde taş küçük çoc...
Bedran Yoldaş - Zevâli yakındır zulm...
Ekrem Yılmaz - Kazandım vallahi!
Ekrem Yılmaz - Bitti kelimelerim
Ekrem Yılmaz - Mektup
Dergi Editörü - Üstün fikir
Site Editörü - Sosyal medyanın gücü
Necdet Uçak - Dünya malı
Necdet Uçak - Geldi geçti ömrüm be...
Kardelen Dergisi - Kardelenden haberler
M. Nihat Malkoç - Soykırım, Antisemiti...
M. Nihat Malkoç - Gazze günlüğü
Hızır İrfan Önder - Kasem olsun!
Zaimoğlu - Batı muradına erebil...
Mehmet Balcı - Köyüme gömün
Mehmet Balcı - Sevdam
Muhsin Hamdi Alkış - İsrail-SAMİRİ-oğulla...
İbrahim Şaşma - Kudüs Mektubu
Halis Arlıoğlu - Merhum Mehmet Akif i...
Murat Yaramaz - Hiç
İlkay Coşkun - Filistin
Zafer Nefer - Tas tarak
Özkan Aydoğan - Çocuk
İlknur Eskioğlu - Şehitlik oyunu
Yusuf Çelikler - Bu gidiş nereye?
Ayşe Yaz - Yağmur (Gazzenin çoc...
Bedir Acar - ‘İsrail bizi yenemez...
Hüma Sunguroğlu - Çınarın gölgesinde o...
Hüma Sunguroğlu - Zeytin dalları altın...
Abdullah Doğulu - Filistinde anne-çocu...
 
 
23 Mart 2005 tarihinden beri
 Ziyaretçi Sayısı Toplam : 13250634
 Bugün : 1255
 Tekil Ziyaretçi Sayısı Toplam : 608169
 Bugün : 61
 Tekil Ziyaretçi Sayısı (dün) Toplam : 111
 119. Sayıya Bırakılan Yorum Sayısı Toplam : 4
 Önceki Sayıya Bırakılan Yorum Sayısı Toplam : 6
Son Güncelleme: 21 Şubat 2024
Künye | Abonelik | İletişim