Annelerin zaferi Ali Erdal
Kardelen’in 124. sayı konusu “Annelerimiz” olarak seçilince, “ne çok annem var” diye düşündüm. Aslında “ne çok anne dediğim hanım var” demelisin diyebilirsiniz. Ama onlar, evlâtlarını seven rahmet yüklü bulutlar, sıradan hanımlar değil. Ve lâf olsun diye anne demiyorum.
üBaşta annem, anneciğim!.. Her sıfatın üstünde… Her sıfat söner, annenin anneliğin mânâsı önünde ve anne tek başına hepsini ifade eder! Meseleyi şahsîleştirme kaygısı taşımasa neler neler yazar kalemim! Ama hiç olmazsa Yunus’un ve annemin hakkını bir nebzecik olsun ifade etmeliyim. Ümmî anneciğimden öğrendik Türk’ün olmazsa olmazını, vaz geçilmezini; Yunus’u… Ve sevdiğini nefsine tercih etmeyi… Meselâ… Bayramlarda babamın akrabalarına ziyareti ağırdan alıp geciktirdiğimiz zaman –gitmemek söz konusu bile olamaz– bize şiddetle kızar ve hemen gitmemizi emrederdi… “Babanız duymasın”… Terlik fırlatmaz, ilenmez, “Anneniz olmayacağım” demez… Dilinde Yunus’tan bir kaç mısra… Çok bilinen bir hadis, bir atasözü… Onun akrabalarını ihmal etmişsek bize gücenir, yüzümüze bakmaz, azarlamaz; ama hiçbir hizmetimizi aksatmaz… Bizim anlamamızı bekler. Yine de harekete geçmezsek bizi tedip eder: Akrabaya yakınlık emreden sözleri hatırlatır. Sevdiklerimizi nefsimize tercih etmek... Annemde gördük ve onunla birlikte sevdik.
üBirbirinden şefkatli, sevgi dolu üç sütanne…
üAmcamın hanımı: Cicianne…
üDedemin kardeşinin hanımı: Hamma (hanımanne)…
üDedemin kardeşinin gelini Selime Anne…
üYumurtalı anne… Akraba olmadığı ve köyün bize uzak bir kıyısında olduğu halde her vesileyle bana yumurta hediye ederdi. Yumurta deyip geçmeyin; sadece hazır yemek değil, aynı zamanda para. Bakkala gidersiniz, şeker alırsınız. Akrabalarımızın dışında bile sevilmenin dimenci de cabası…
üAnneanne, babaanne…
üAynı üslûp, zevk ve şevk içinde halalar, teyzeler… Amcalar, dayılar, dedeler… Bütün bunlara eşlerden dolayı katılanları eklersek… Anne etrafında, baba himayesinde nasıl birlik, sevgi, hatır, yardımlaşma halkası, halkaları; anne merkezli edep, terbiye mektebi meydana geldiği görülür. Aile… Asıl olan, merkezde olan; mahrekinde her bağın, her edebin, her yakınlaşmanın halkalandığı anne… Diğerlerinde sunilik az da olsa zamana, zemine ve kişilere göre olabilse de anneler ve onlara dayalı olan müesseseler hep tabiî…
üBir de iman manzumemizin emrettiği annelerimiz var; öz annelerimizden daha muteberler… Annelerin de anneleri… Çünkü, Allah emrediyor! Canımızdan, bütün sevdiklerimizden, sevgililerimizden ve sevimlilerimizden daha çok sevdiğimizin sevdiklerini nasıl sevmeyiz! O’nun sevin dediklerini ve sevdiklerini seviyoruz. O’na selâm olsun!.. Buyuruyorlar: “Cennet annelerin ayakları altındadır”…
Anne merkezli bütün mayalanmaların, müesseseleşmelerin, faaliyetlerin dayanağı bu hadis-i şerif… Bir atasözü “kadınlar zayıftır ama, anneler kuvvetlidir” diyor. Zayıfların kudreti, zayıfken kuvvet o sayede… Anneleri konuşturan, anneleri dinlettiren o… Evlât ve vatan sevgisinden Allah’a imana kadar…
Söğütlü anne, Bilecik istasyonunda oğlunu Çanakkale’ye uğurlarken, şehit olmuş yakınlarını bir bir saydıktan sonra, vatanın kurtuluşu için sen de git, vatanın selâmeti uğruna gerekirse şehit ol diyor.
Annelerin sevginin, merhametin, şefkatin ve hele evlâtları için fedakârlığın zirvesi olmaları, merkezi olmaları o sayede… Rahmet deyince ilk akla gelen; anne:
“Sensin, sensin yaratan,
Rahmetli analarda.” (Necip Fazıl)
Bunun için, bu sayede, bu sebeple “Cennet annelerin ayakları altında…”
Diyarbakır annelerini birleştiren, meydan yerine silâhsız çıkaran, azim ve kararlılıklarını devam ettiren, emsallerini başka beldelerde ortaya çıkartan, ihanet çetesini ve arkasındaki açık ve gizli güçleri aciz hale getiren, analarda rahmetin yaratılması ve onların kıymetinin en mübarek ağız tarafından belirtilmesi. Rahmetle donatıldıkları ve “Cennet annelerin ayakları altındadır.” hadisinin kazandırdığı itibar sayesinde cemiyet meydanına çıkabildiler. Yıllardır ayakta kalabildiler. O yıl doğan çocuklar şimdi okula gidiyor.
Merhamet ve evlât sevgisi; gaflete, zulme, zalime, haine, hainliğe karşı bir meydan savaşı başlattı; muzaffer oldu ve oluyor. İpek, kılıcı dize getirdi. Şan olsun cihana!..
Devamı iıin tıklayın | Yolculuk Ali Erdal
İç âlemine öylesine dalmıştı ki, bir saatlik yaya yolculuğunun sona ermek üzere olduğuna üzüldü. Araziye bakıp, on dakika sonra köyde olacağını tahmin etti. Bu tahmin, iç dünyasına dönmesine vesile oldu…
Yere serili yatakta uyuyan bir çocuk… Sabahleyin uyandığında neler yapardı…
Çocuk, sabahleyin erken uyanırdı… Bakar ki, kimse yok… Başlardı ağlamaya. Bilmeyen de yalnızlıktan sanır. Tek başına kalınca korktu derler. Hâlbuki çocuk, annesinin şefkatli sesini duymak ihtiyacındadır. Uyandığını ağlamakla belirtecektir ki, annesi duysun ve kendisine ismi ile seslensin. “Yavrum!” desin… Şu ana kadar, bu derece şefkatli bir ses duymamıştır; bundan sonra da duyacağını sanmamaktadır. Çocuğuna “seni seviyorum” demek zorunda kalan Avrupalı anneye ve çocuğuna acıdı. Demek sevmemesi de mümkünmüş. Hâlbuki onun, bunu duymaya hiç ihtiyacı olmamıştı. Annesi de belirtmeye lüzum görmezdi… Aksi mümkün müydü ki, ayrıca belirtilsin…
–Hoş geldin!..
Şaşırdı… Hatıraları arasında böyle bir söz yoktu. Etrafına bakındı. Kendisine hitap eden köylüyü gördü. Toparlandı:
–Hoş bulduk…
–Yeni öğretmen misin sen?
–Evet…
Köylü uzaklaşınca tekrar içine gömüldü…
Annesinin şefkatli sesinden ismini duymak ne derin bir huzurdu… Annesinden bir cümle daha beklerdi: “Ben buradayım yavrum… Az sonra gelirim.”
Az sonra gelecek olan annesi, onu mışıl mışıl uyur bulacak. Mutlaka gülümseyerek yüzüne bakmıştır. Mutlaka okşamıştır… Kim bilir, ne güzel sözler söylemiştir. Bundan öylesine emindi ki, sormak aklına bile gelmedi.
Annesi uyandırdığında yemeği, masallardaki gökten inme sofralar misali hazır bulacak. Bütün aile sofra başına toplanacak ve “Allah ne verdiyse” yenecektir.
Köy göründü… Beş dakika sonra orada olur. İlk öğretmenliğini yapacağı köyü seyre koyuldu. Artık içindeki yolculuk sona ermeliydi. Kendisini dışına döndürecek cümleyi mırıldandı:
–Anneciğim, senden kazandıklarım içinde sadece şu kelimelerin ifadede aciz kalacağı hal bile okullardaki tüm derslerden üstün… Sayende yeşeren hisler, hocalığımda rehberim olacak… Devamı iıin tıklayın | Kardelen’in 35. toplantısında Ali ERDAL’ın konuşması Ali Erdal
Gönüldaşlar, geçen toplantımızda zamanın ruhu demiştik. Düşünmeye devam edelim.
Allah, her yarattığına, o mahlûkuna has kabiliyetler ve imkânlar da veriyor. Fil şöyle, karınca böyle… Demir sert, pamuk yumuşak vs… Bu kabiliyet ve imkânların kullanılması veya kullanılmaması yeni şartlar ortaya çıkarıyor. Sebepler yeni sonuçlar meydana getiriyor…
Meselâ gündeme gülle gibi düşen Bolu’daki otel yangını pek çok şeyi değiştiriyor. Yeni bakış, yeni algı, yeni hisler, yeni konjonktür, yeni kararlar, yeni teklifler ve temenniler vs… Evlâdını öldürüp cemiyet karşısında merhametli anne rolündeki kadın, yanan eyalet ve pek çok yerdeki yangınlar, çöken binalar ve kazalar… Birbirini etkileyen domino taşları gibi cemiyeti sarsan sonuçlarını görüyoruz. Daha doğrusu eşya ve hadiseler üzerinde neler yapılınca veya terkedilince nelerin olacağını ibretle müşahede ediyoruz.
Zamanın ruhu üzerinde düşünmek; dünü ve bugünü iyi tahlil edip, yarını kestirme hüneri.
İnsan, eşyanın kabiliyet ve imkânlarını öğrenerek ve kullanarak, eşyaya hâkim oluyor. Eşyaya, hayvana, tabiata, bitkiye, göğe, yere vs… Küllî İrade, bir mahlûkuna böyle cüz’i bir irade vermiş. İnsan dışındakiler dar mekânda ve dar zamanda hep aynı şeyleri icra ediyor. Arı yaratıldığından beri hep bal, inek süt veriyor vs… Onlar için zaman sanki yeknesak bir an…
Allah, insana icat kabiliyeti vermiş. Buluş ve keşif de… Şartlara göre yeni hâkimiyet alanları meydana getirebiliyor. Meselâ buzdolabını icat ediyor; böylece gıdaların ömrünü uzatıyor, onları belli bir zamana ait olmaktan çıkarıyor. Dar bir mekâna ait olmaktan da çıkarıyor. Malatya’nın kayısısı dünyanın öbür ucuna her mevsim gidiyor, avakado ülkemize geliyor. İnsan; tohumları, hattâ kendi neslini bozarken, uzaya insan gönderiyor, uzayda çiftlikler plânlıyor.
Delikanlılığımda, lâhana almam istendi. Pazarda aradım taradım, bulamadım. Nihayet sordum. Bana güldüler, bu mevsimde lâhana mı olur dediler. Bir zamanlar turfanda vardı, hattâ ilk turfanda, son turfanda denirdi. Aldığımız elbiseler “evlâdiyelik” olurdu. Şimdi her mevsimde her şey bulunuyor. İnsan serayı icat etti. Gıdaların zamanını değiştirmekle eşyaya, piyasaya, nimetlere, paranın değerine ve harcanma yerlerine, nakliyeye ve yolculuğa, fert ve toplum münasebetlerine yeni anlayışlar geldi. Dünyaya bakış değişti.
İnsan; zaman ve zamanın ruhu üzerinde düşünen ve şartları zorlayan tek varlık… Meselâ barutun icadı zaman içinde kaleleri etkisiz hattâ lüzumsuz kıldı. Bu da kalelere göre kurulmuş beyliklerin, yerine daha geniş coğrafya üzerine kurulacak devletleri, hattâ imparatorlukları mümkün kıldı.
Şimdi… Şimdi imparatorlukların, devletlerin şirket nevinden yeni kuruluşlarla hâkimiyet savaşı var. Devletlere hâkim küresel kuruluşlar dönemi… Yeni imparatorluklar onlar. Hattâ sanal âlemde yeni güç imkânları doğuyor. Sanal kudretler dönemi. Şimdi kolay ulaşılan bilgi ve onun her sahada kullanılması dönemi. Bir yazılım, bir orduya bedel. Bir kasette bir sır zapt eden; mevki makam sahiplerine, devletlilere, onları kullanarak da devletlere hükmedebiliyor. Bu yolla, nüfusu az, devleti küçük, askeri korkak Yahudi, kudretlilerin ve mevkilerdekilerin burunlarına taktığı menfaat ve tehdit halkaları ile kendisine karşı tedbir alınmasını önlüyor. Ayı değil, ayılar oynatıyor.
Şimdi… Şimdi söz ve fikrin hâkim olduğu dönemdeyiz. Hak veya bâtıl, doğru veya yanlış ayrı mesele.
Şimdi… Öyle bir dönemdeyiz ki…
Zamanın ruhunu asıl bilen ve ona göre yol gösteren Allah’ın elçileri ile, sahabileri ile ve şairin
“Ne cennet tasası ve ne cehennem;
Sadece Allah’ın rızasındalar.”
Diye övdüğü büyükleri ile, cemiyetin bağı koparıldı.
Bir zamanlar, hak veya batıl devletliler, iktidarlarını insan üstü kudretten alırdı. Şimdi nefs iktidar… Ve nefs, sistemini kurdu: Sekülerizm… Laiklik… Bu halin Batılı da farkında… Bunu, yaşanmaz hale gelen şehirlerinin kerih haline bakıp “Tanrı şehri terketti” diye ifade ediyor.
Şimdi öyle bir dönemdeyiz ki, Tanzimat’tan bu yana meydana gelen inkılâplar sonucu, zaten âlim tipi gözden düşürülmüştü; dolayısıyle onu yetiştiren iman manzumesi de… Âlim temelli kürsüden indirildi ve İslâm hayattan koparıldı. Camiler günde beş defa 3-5 boyu bükük ihtiyarın toplandığı yerler, minareler bangır bangır okunan ruhsuz ezanlardan dolayı garip. Konjonktür diye batıdan enjekte edilen kavramla söylersek daha iyi anlaşılır. Konjonktür yeni idoller, tabular, zevkler, alışkanlıklar dayattı. Dolayısıyle yeni insan tipi. Başındaki şapkadan, ayakkabıya kadar... Nur gitti, haliyle karanlık hükümdar.
Ârif Nihat Asya’nın dediği gibi
“Ebu Leheb öldü”diyorlar:
Ebu Leheb ölmedi,
Ebu Cehil, kıtalar dolaşıyor!”
Şimdi bir de cemiyetin üstüne yalan bilgiler yanardağı püskürtülüyor… Yeni karakterler, yeni ahlâk zerkediliyor.
Şimdi ne yapmak lâzım?
Zamanın ruhunu bilenler yarını görüyor. Anlamasını bilenlere ve doğruları nefsine kabul ettirebilen kahramanlara yol gösteriyorlar. Meselâ İmam-ı Rabbanî, asırlar öncesinden rotamızı çiziyor: “Bu devrin cihadı söz ve fikirdir.” buyuruyorlar.
Söz?.. Söz, Allah ve Resulünün sözü… Fikir, onlar üzerine ve onlardan doğan eserler üzerine tefekkür.
Zamanın ruhu bu!
İfadeye çalıştığımız manzara ne olursa olsun, ne kadar ümitsiz görünürse görünsün, zamanın ruhu bu.
Yarına hâkim olacak olan, olması için çalışmamız gereken bu!
Yarım asır önce şairimiz;
“Gam çekme, böyle gitmez bu devran”
Demiş…
Gam çekme, böyle gitmez bu devran,
Nihayet sonuncu durağa gelir.
Hasretle beklenen gelir mutlaka;
Sultan fikir, şanlı otağa gelir.
Yırtılır güneşin kapkara zarı,
Dünyamız yepyeni bir çağa gelir.
Füzeler kağnıya döner ve nöbet,
Işıktan da hızlı Burağa gelir.
Gökyüzü, yeryüzü, helâlleşirler,
Nur, kaçtığı yerden toprağa gelir.
Birleşir, kupkuru dalla yanık kök,
Yemyeşil bir ışık, yaprağa gelir.
Kal’anın burcunda çakar işaret;
Millet, dalga dalga bayrağa gelir.
Biz… Kardelen!.. Yarım asra yakın zamandır İbrahim’in ateşine su taşıyan karınca; karıncalar… Milletin dalga dalga bayrağa gelmesi ümidiyle…
Gazamız mübarek olsun gönüldaşlar! Devamı iıin tıklayın | Anneme... Kadir Bayrak
Anne girdin düşüme!
Yorganın olsun duam,
Mezarında üşüme!
Necip Fazıl
Mevzu “anne” olunca işin başında zaten bütün hayatıma ve yazılarıma yansıyan duygu yüklü tarafımı törpüleyip daha gerçekçi, ayakları yere basan, “realist” bir yazı kaleme almayı kendime kabul ettirmeyi denedim. Mümkün olmadı. Merhamet ve fedakârlığın ete kemiğe bürünmüş hali “anne”yi ele alacaksın ama işe duygularını karıştırmayacaksın… Nasreddin Hoca’nın kar helvasını icat edip beğenmemesi gibi bana da düşüncem abes geldi… Esas bu mevzuda aklı bir kenara bırakmanın ve anne mefhumunun ruhumuzda meydana getirdiği duygu seline kapılmanın doğruluğuna kanaat getirdim.
Bir sır, bir arzu, bir istek, dua… Adına ne derseniz deyin. Bende annemi ahirete uğurladıktan, onu Allah’ın sonsuz rahmetine tevdi ettikten sonra gelişen ve kırklı yaşlarıma hâkim olan bir duyguyu bu sayı vesilesiyle dile getirmeyi istedim.
Hayattayken; maddesi, bedeni sizinle beraberken onu korumak, kollamak, ihtiyaçlarını gidermek, kokusunu almak fıtrattan gelen bir ihtiyacınızı karşılıyor. Altlı üstlü oturduğumuz baba evinde sabah uyandığımda onun tıkırtılarını duymak, derinden gelen sesini işitmek bana yetiyordu. Anne, bir evlâdın içinde o kadar çok yer tutuyor ki gidince o boşluk kolay dolmuyor. Kelimelerin yetersiz kaldığını biliyorum, demek istediklerimi annesini kaybedenler anlıyor…
Zaman içinde o boşluk bir fikre dönüyor, inkılâp ediyor. Geride bıraktığı hatıralarıyla hüzünlenmek, her fırsatta onu yâd etmek, fotoğraflarına bakıp gözyaşı dökmek, arkasından yâsinler, hayır dualar göndermek değil demek istediğim. Saydıklarım elbette yapılacak, yapılıyor da zaten ama sadece bunlar değil. Annelik mefhumu üzerinde düşünmek, derinleşmek… Anneliği yaratan güce hayran olmak… Dediğimi anlatmak için belki en doğru yöntem şu olabilir: Annelik mefhumunun olmadığı bir dünyayı hayal edebilir miyiz… Hiçbir şeyin kendisi için zor olmadığı Mutlak Kudret, insanı anne olmadan da var edebilir miydi… Elbette… Şefkat, merhamet yoksunu bir dünya, fedakârlığı bilmeyen bir insanlık… Anlıyoruz ve iman ediyoruz ki merhametin kaynağına “anne”yi yaratmak yaraşır… Hamd olsun…
Gelelim sırrıma… Bu fikir, yukarıda da dediğim gibi beni, kanaatimce en büyük annenin, ilklerin ilki, bütün iltifatların yanında kifayetsiz kalacağı, annemin de annesi, annem Hazreti Hatice’nin (ra) eteğinin dibine getirdi. Yıllarca “ashabım gökteki yıldızlar gibidir, hangisine uyarsanız …” hadisi mucibince benim gökteki yıldızım kim diye düşündüm. Dönem dönem yıldızımı değiştirsem de baktım ki hep erkek sahabilerde karar kılıyorum. Kendisini tanıdıkça, onu okudukça, dinledikçe yıldızımın annem olduğunda hem aklen hem de kalben karar kıldım.
Yirmili yaşların sonunda bir umre nasip oldu. O zaman onu yeterince tanımıyordum. Bizi götürenler de kabrini ziyareti akıl etmedi. Döndük, geldik… Eksik kalmış bir umre zannımca…
Şimdi içimde bir arzu… Arzın merkezi Kâbe’ye, nurun kaynağı Peygamber Beldesine yeniden gidebilmek. Bilmiyorum bir edep hatası mıdır ama hepsinden biraz daha fazla annemin kabrine gitmek, hassaten onu ziyaret etmek…
Gerçeklemesi dualarınıza muhtaç… Devamı iıin tıklayın | Ana güç Ekrem Yılmaz
Ananın ve anneliğin gücü… Annelik başlı başına bir güç zaten. Doğurganlık, vücuda getirmeye vesilenin son halkası… Allah var eden, yaratan güç; anne vesilesi ile de insanı yaratıp vücuda gelmesine sebep onu kılıyor.
Ana… Rahim sahibi… Rahîm, merhametlilerin en merhametlisi Allah… O Rahîm Allah, merhamet edeceği yavrusunu dünyaya getirmeden önce taşıdığı yere, annede rahim ismini verdirmiş ki, böylece merhametin heykeli kılınmış ana… Annelik…
Ana gibi yâr olmaz!
Niye?
Birçok izahı, hikâyesi, kıssası vardır elbet. Bir tanesi de şu: Hikâye olunur ki, delikanlıdan sevgilisi, annesinin ciğerini söküp, kendisine getirmesini istemiş. Delikanlı da merhametsizlik edip sevgilisinin bu dileğini yerine getirerek annesinin ciğerini söküp çıkarmış. Elinde kâse içinde annenin ciğeri, sevgilisine giderken ayağı takılıp düşmüş delikanlı... Ve o anda kâse içindeki ciğer dile gelip:
- Evlâdım! Acıdı mı bir yerin? Demiş.
Analık bu mu? En asgarî anlatım ile de bu kadar tasvir edilebilir. Elbet analığın daha da fazlası var. Daha fazla övgüsü, hikâyesi ve anlatımı…
Ana yüreği, deriz. Manâsı? Derin mi derin. Oraya inmek zor. Oranın keşfi bizi aşar.
Ana kuzusu… O merhamet heykeli anne, kuzusundan vaz geçer mi? Geçmiyor. Geçmez. Dil, din, ırk, cins ayırmadan bu böyle… Hem insan ve hem hayvanlarda açık açık gözlenen budur.
Anne dünyanın en merhametlisidir. Dünyanın en merhametli varlığı… Evlâdına el sürecek, onu elinden almaya kalkacak olursan dünyayı başına yıkar. Evlâdını alanın kapısına öyle oturur ki, canını vermeden oradan kalkmaz. Ve o kapıya duvar olur, işlemez hale getirir orayı... Diyarbakır Anneleri Destanının ilk tuğlasını koyan anne gözünüzün önüne geldi mi? Ve o kapının ne hale geldiği: Duvar! Kepenk indi, dükkân kapandı. Ve günler, aylar, yıllar geçti; Diyarbakır Anneleri bir destanın adı oldu böylece…
Hiçbir silâhlı girişimle alınamayacak sonucu aldılar. Eşkiya yuvasının damını çatırdattılar. Yuvalarından ettiler, merkezleri olan ilde partilerinin şubesini kullandırtmadılar, işlevsiz kıldılar. Parti ve eşkiya çetesinin mırıkları kırıldı, burunları sürtüldü. Bu ana güç: Anneliğin gücüydü!..
Bu anneler ne yaptı: Bunlar bu gücü nereden buldu, onlara bu gücü kim verdi?
- Kimse vermedi.
Ölümü göze alan böyle güçlü olur. Onlar ölümü göze aldılar ve ölümüne meydan yerine döküldüler. Ve netice ortada!
Can vermeyi cana minnet saydılar, bir bir evlâtlarına da kavuşuyorlar. Elbet hayatta kalmış olanlarına… Hayatta olanı olmayanı meçhul, ama annelerin ümitleri malûm: O ümit onları yaşatıyor, mücadelelerinin yakıtı, iksiri oluyor. Ve bugün gelinen noktada da dağdakine de silâh bıraktıracak, köklerine kibrit suyu döktürecek ve haydut çetesi dağıtılacak. Bütün bunlarda annelerin payı büyük. Azimlerinin payı yadsınamaz.
Bu konu beylik laflar etmeye çok müsait bir alan… Ancak canı yananı orda görüyoruz ve ateş düştüğü yeri yakıyor. Ateş onları yakıyor ve ateş yüreklerinde… Ateş onların ocaklarına düşmüş, ateş onların ocaklarını yakmış. Ateş onların yüreğini dağlamış, dağlamaya devam ediyor. Allahu âlem o yara kabuk tutmuyordur. Kendi babaannemden biliyorum, bir ömür o acıyı son nefesine kadar sayıkladı durdu: Sesi halâ kulaklarımda… Evlât acısı vardı onun da. On beşinde bir şekilde kurban gitmişti yavrusu: Amcam…
İşte o Diyarbakır Annelerinin yüreğindeki acılarını da vatan sathına nasıl yaymalı ki, duygu ve idrakte onlar ile ortak olabilelim. Bu acıyı olabildiğince iliklerimizde, ciğerimizde hissedelim: Hissettirelim!
Nasıl? Metodu herkesin kendine özel olmalı… Vicdanlara havale!
Bu başarılırsa sözler beylik laf olmaktan çıkar, yine onların tekrarı ile o deyişlere yeniden can verilir, vicdanîleşir… Mevzu her vicdan sahibi insanımızın meselesi, derdi, yürek yarası haline gelir; gelmeli de değil mi? Bu başarılmalı!.. Can vermeyi cana minnet bilenlere ortak olmalı ve yürek yangınları paylaşılmalı! Bununla biz de yürek yangınımızı artırmalıyız ki, o annelerin biraz olsun acısı hafiflesin ve yürekleri serinlesin: ‘Acılar paylaştıkça azalıyor.’
Şu habere bakar mısınız:
Şahinan ÖZCAN, Diyarbakır Annesi… Diyor ki: “7 yıl önce oğlumu çaldılar. Yavrumu benden kopardılar. Ve 7 yıldır evimin kapısını kilitlemiyor, gece gündüz kapımı açık bırakıyorum; oğlum gelirse kapıyı açık bulup çalmadan girsin diye…” Gönül kapıları hepten, ebeden açık zaten. Şarkının dediği gibi: Gönül kapım açıktır, çalmadan gir içeri!
Diyarbakır Anası da onu diyor: Yeter ki, gel oğlum; kapım açık ve seni eşkıya çalalı kilitleri kırdım attım. Sensiz ocağım tütmüyor.
İşte bu ana güç, bu Diyarbakır Anneleri PKK eşkiyasının çanına ot tıkadı. Yollarını kesti, örgüte katılımı azalttı. (HDP Diyarbakır şubesi) Dükkanına kepenk indirtti. Bugün itibariyle de hepten yok edilmesine vesile oluyor. Şüphesiz bu bir destandı.
Bu gücün silâhı neydi? Analar bunu nasıl, ne ile başardı?
Ana güç: Söz ve fikirdi şüphesiz. Söz ve fikir; silâhın, kılıcın başaramadığını başarmıştı, anaların dilinde…
Destan buydu: Ana gibi yâr olmuyor, söz ve fikir gibi silâh bulunmuyormuş: Hedef 12’den vuruldu.
Hamdolsun. Devamı iıin tıklayın | İddiamıza arşivimiz delildir Dergi Editörü
Ana başa tâc imiş
Her derde ilaç imiş
Bir evlat pîr olsa da
Anaya muhtaç imiş
(Yunus)
Mücerret insan… Varlıklar içinde en mükemmel yaratılan olmakla birlikte, kudreti, yaratılışta tayin edildiği kadar, aciz… Ne kadar debdebe, ihtişam içinde olsa da gücü sınırlı… O kadar ki kralların sarayında dünyaya gelse bir anneye muhtaç. Anne olmasa insanlık bir hiç… Sadece annelerdeki merhamet, geldiği yere, göklere çekiliverse, çok değil bir nesil sonra insan diye varlık kalmayacak. Bu kadar, muhtaç…
Şükür ki, insanı yaratan, onu yalnız bırakmadı, ona anneyi lütfetti… Kardelen, elinizdeki sayıda ilahî bir lütuf olan “anne”yi, anneliği ele aldı. Son birkaç sayıdır baskı maliyetini azaltmak amacıyla olabilecek en az sayfayla yayınlanma gayretimize rağmen bu sayı anneliğin bereketiyle doldu taştı. Mevzu anne olunca kalemlerine ilkbahar coşkusu, hayat gelen ve pek çoğu birden fazla nesir ve şiirle bu sayıda yer almayı arzu eden yazar ve şairlerimize kıymetli eserleri için teşekkür ederiz.
Kardelen, 34 yıl 124 sayıdır, cennetin ayaklarının altına serildiği annelik gibi bizi biz yapan değerleri ele almayı, yapı taşlarımız üzerinde tefekkür etmeyi ve bu değerleri hem bugünün insanına hem de nesillere aktarmayı vazife bildi. İddiamıza arşivimiz delildir. Milletinin tefekkür mükellefiyetini omuzlarına alan Kardelen ve benzerleri, içinden çıktıkları cemiyeti, kötülüklerden uzak orta bir yol üzerinde sabit tutmayı ve onu hem maddede hem mânâda yükseltmeyi hedefledi, hedefliyor. Uzun bir çöl yolculuğunda ağaç gölgesinde gölgelenmek kadar dünyada ömür sürecek insanın yaratılış gayesinden uzaklaşınca nasıl vahşi bir varlığa döndüğünü Filistin’de, Gazze’de, Doğu Türkistan’da ve zulmün hüküm sürdüğü coğrafyalarda dehşetle, hayretle izliyoruz. Bugünkü dünya, içlerinde hakka davet eden toplulukların olmadığı yığınların halini gösterirken bir avuç zalimin iki milyarlık İslâm âlemini nasıl esir aldığını, etkisiz hale getirdiğini ibretlik bir şekilde gözler önüne seriyor.
İki milyarı aşan bir topluluğun biraraya gelse tükürüğüyle boğacağı Yahudi karşısındaki zilletinin temelinde dünya sevgisi ile ölüm korkusunun yattığını Varlığın Sebebi (sav) asırlar öncesinden haber vermişti. Cihadı terketmenin akıbeti de bildirilmişti.
Cihad kavramının, değerlerinden koparılmak için bir asrı aşan zamandır üzerinde sistemli bir çalışma yürütülen bu toprakların insanının ruh dünyasında, zihninde nasıl olumsuz bir etki meydana getiridiğini bilmiyor değiliz. Bu sinsi plânın, propagandanın etkilerini silmek, zihinleri özgürleştirmek için ilk sayılarımızdan itibaren bu devrin cihadının söz ve fikirle olduğunu ısrarla dile getirdik, yeri geldi kapaklarımızdan yüksek sesle haykırdık. Mücadelenin, katarları peşine takmış lokomotif gibi; ekonomiyi, ticareti, eğitimi, savunmayı hayatın bütün alanlarını peşine takan klavye ve mouse ile yani teknoloji üzerinden yürüdüğünü görmemek için kör ve sağır olmak gerekirdi, zira...
Anne, cemiyeti rahminde büyüten, yetiştiren bir öğretmen... Cehaletin babasının Bedir Harbinde ortadan kalkmasına vesile olan karanlıkları aydınlığa çeviren üç kutlu kardeş; Avf, Muaz ve Muaviz (ra)... Ve onları bu amaç için yetiştiren bir kutlu anne; Afrâ Hatun...
Hakkın rızasını her şeyin üstünde gören ve evlatlarını bu düstura göre ve cihad aşkıyla yetiştiren annelere, Afrâ Hatunlara su gibi, hava gibi, ekmek gibi muhtacız.
Dua yerine geçmesi ümidiyle sayımızı arz ediyoruz.
İyi okumalar... Devamı iıin tıklayın | Hayatın merkezi anneler Site Editörü
On yıldan fazla olmuştur, havaların soğuk olduğu bir dönemdi, kombimiz arızalandı. Parçaydı, tamirdi derken bir iki gün arızalı kaldı, haliyle o birkaç gün ev biraz soğuk oldu. Annemle telefon konuşmalarımızda sürekli kombiyi soruyordu, düzeldi mi, ısınıyor musunuz diye. Gayet normal sorular. Normal olmayan, daha doğrusu annelik fıtratını bilmeyen bizlere normal gelmeyen ise annemin bu sürede kendi evinde kombi yakmaması, evlâtlarım soğukta ise ben de soğukta otururum demesiydi.
Arapça’da anne “umm” kelimesi ile ifade edelir. “umm” kelimesi kök olarak bir şeye yönelmek, temel almak, merkez olmak gibi anlamlar içerir. Anneler ailenin merkezindedir, toplumun merkezindedir. Anneler sadece çocuğu dünyaya getiren değil, aynı zamanda büyüten, yön veren kişilerdir.
Anne kavramı bu özellikleri nedeni ile farklı yerlerde benzer anlamlarla kullanılmıştır. Fatiha sûresine Ummu’l-kitâb yani “Kitabın anası”, “Kur’ân’ın özü”, ana kitap denilmektedir. Mekke şehri Kur’ân’da Ummu’l-qurâ yani Şehirlerin anası olarak geçmektedir.
Kur’ân’da birden fazla âyette anne ve babaya iyi davranılması, onlara öf bile denmemesi tavsiye edilir. Evlâtlar için böyle bir âyet yoktur çünkü Allah evlât sevgisini insanın fıtratına yerleştirmiştir. Yine âyetlerde geçen anne, babaya veya çocuklara olan seslenmeler “ya ebeti”, “ya büneyye” yani babacığım, oğulcuğum şeklindedir.
Son devrin insan-ı kâmillerinden, sahaflar şeyhi olarak da bilinen Muzaffer Ozak hazretleri bir kitabında diyor ki, “Allah’a dua ederken kendi annenizin hürmetine dua edin, “annemin yüzü suyu hürmetine” deyin, Allah kabul eder, anne o kadar kıymetlidir Allah katında.” Şeyh Efendinin bağlı olduğu târikin yol başı Hz. Pîr Nureddin Cerrahî’nin kabri şerifi annesinin kabrinin ayak ucundadır. Hz Pîr, Efendimiz’in “cennet annelerin ayakları altındadır” hadisi şerifinin bereketine hürmeten bu şekilde defnini vasiyet etmiş.
Herkesin annesi elbette çok kıymetlidir ancak her mü’minin Allah katında hatırları çok daha âli olan başka anneleri daha vardır, onlar Ezvâc-ı Tâhirât dediğimiz Efendimiz’in tâhir, pak eşleridir. Efendimiz’in eşlerinin müminlerin anneleri olduğu Kur’ân-ı Kerîm âyeti ile sabittir. Ahzap sûresi altıncı âyette şöyle buyrulmuştur: “Peygamber müminlere kendilerinden daha yakındır, eşleri de onların anneleridir.”
Evlât bir kusur işlediğinde, üzüldüğünde, bir yeri acıdığında önce hep annesine sığınır, biz de validelerimizin yüce hatırlarına, şefkatlerine sığınıyoruz, şefaatleri üzerlerimize olsun. Bereket ve duaya vesile olsun, Ezvacı Tahirat validelerimizin isimlerini de analım.
Malûmunuz, Efendimiz çeşitli vesilelerle evlilikler yapmıştır. İlk evliliğini ilklerin kadını olan, baş tacı annemiz Hz. Hatice ile yapmış ve annemizin vefatına kadar tek eşli olarak yaşamıştır. Hz. Hatice validemiz ilk müslümandır, ilk namaz kılandır. Servetini Efendimiz ve dâvâsı uğrunda harcamıştır. Efendimiz’in Hatice’ye ayrı bir muhabbet beslediği hadislerde yer alır. Büyüklerimizin de validelerimize hürmeti çoktur. Örneğin Kenan Rıfai Hz. annemiz hakkında şu satırları yazmış:
Ey Hatîce annemiz ey çâresizler çâresi
Ey Resûl-i Kibriya'nın zevcesi hem sâyesi
Ehl-i Beyt’in masdarı mü'minlerin sertâcısın
Hazret-i Zehrâ Betül'ün valid-i üftâdesi
Hazret-i Peygamber'i tasdik eden sen ibtidâ
Servet ü sâmânını uğrunda sen ettin fedâ
Bu şeref kâfi değil mi kadrini i’lâ için
Mü’minâtın tâc ü fahri ey ulu Hayrun nisâ
Ey Muhammed Mustafâ’nın pek vefâkâr
zevcesi
Hazreti Şah-ı Alî’nin sâyesi dildâdesi
Hem Hasan ile Hüseyin’in bergüzîde ceddesi
Şem-i vechin dâima Ken’an hakir pervânesi
Efendimiz, Hz. Hatice validemizin göçmesinden sonra ilk evliliğini Hz. Sevde ile yapmış. Hz Sevde o zaman dul, beş çocuklu olduğu rivayeti var, yaşı da ilerlemiş, ellili yaşlarda. Efendimize evlilikleri sebebi ile iftira atan nasipsiz müfterilerin kulakları çınlasın. Bu evlilik Efendimiz elli yaşlarında iken gerçekleşmiş. Efendimiz ilk evliliğini kendinden önce doğmuş Hatice validemizle yapmıştı ve hanımının vefatına kadar tek eşli olarak yaşamıştı. Onun vefatı sonrasında çocukları ile başbaşa kalmıştı. Hz Sevde’nin de çocukları vardı.
Efendimizin sonraki evliliği Hz. Ebubekir’in kızı Hz Ayşe ile olmuştur. Bir diğer eşi Hz. Hafsa, Hz. Ömer’in kızıdır. Böylece Efendimiz Hz. Ebubekir ile Hz. Ömer’in damadı olmuştur. Hz. Osman ile Hz. Ali ise Efendimiz’in damatlarıdır. Efendimiz’in sonraki eşi Zeynep binti Huzeyme’dir. Zeynep validemiz evlilikten 8 ay sonra göçmüştür. Zeynep valide, Efendimizin, Hz Hatice’den sonra, kendisinden önce vefat eden ikinci eşidir. Daha sonra Hz. Ümmü Seleme ile evlenmiştir. Ümmü Seleme validemizin ilk eşi Uhud sonrası savaşta aldığı yaralardan dolayı şehit düşmüştür. Bir sonraki eşi Hz. Cevriyedir, sonra Hz. Zeynep binti Cahş gelir. Hz Reyhane, Hz Mariye, Hz Safiye, Hz Ümmü Habibe ve Hz Meymune diğer validelerimizdir. Ümmü Habibe validemizin eşi Habeşistan’da hristiyan olmuş, hattâ hanımını da Hristiyan olmaya zorlamış ancak validemiz kabul etmemiştir. Sonra kocası orada ölmüştür. Efendimiz bu olaylar üzerine Necaşi’ye vekâlet vererek onu nikâhlamıştır.
Efendimizin eşleri arasında bazı isimler için cariyedir de denmiştir ama Efendimiz’in hanesinde bulunmuşlardır o yüzden hatırları hem Allah indinde hem müminlerin kalbinde yücedir. Allah şefaatlerine nail eylesin.
Efendimiz, annelerine karşı olan hürmeti ile de bize örnek olan davranışlarda bulunmuştur. Malûmuâliniz validesi Hz Amine’yi küçük yaşta kaybetmişti peygamberimiz. Bir diğer annesi sütünü emdiği Halime Hatun’du. Efendimiz sütannesi Halime Hatun’un vefatından sonra onun akrabalarına hediyeler vererek ona olan sevgisini ızhar etmiştir. Anne ve babasının vefatı sonrasında yanında kaldığı amcası Ebu Talib’in hanımı, yani yengesi Fatma binti Esed’i de annesi gibi severmiş Efendimiz ve ölümüne çok üzülmüş. Sırtındaki gömleği çıkarıp ona kefen yapmış, cenaze namazını kıldırmış. Hz. Ali’nin de annesi olan Fatıma binti Esed’in cenazesinde Efendimiz kabrine girmiş. Rivayetlerde gözyaşlarından kabrin ıslandığı yazılı.
Annelerin önemi üzerine çok söz söylenebilir. İnsanoğlu için mutlak örnek şahsiyet olan Efendimiz’in özelliklerinden biri O’nun cevâmi’ul kelim olması yani uzun ve derin anlamlar taşıyan konuları kısa, özlü ve etkili bir şekilde ifade etmesidir. Bu konuda da Efendimiz’in şu hadis-i şerifi konuyu kemâl bir şekilde ifade eder: “Cennet anaların ayakları altındadır”.
Devamı iıin tıklayın | Şiirlerim ve şairliğim Necip Fazıl
Şairliğim on iki yaşımda başladı.
Bahanesi tuhaftır:
Annem hastahanedeydi. Ziyaretine gitmiştim… Beyaz yatak örtüsünde, siyah kaplı, küçük ve eski bir defter… Bitişikte yatan veremli genç kızın şiirleri varmış defterde… Haberi veren annem, bir ân gözlerimin içini tarayıp:
-Senin dedi: şair olmanı ne kadar isterdim!
Annemin dileği bana, içimde besleyip de on iki yaşıma kadar farkında olmadığım bir şey gibi göründü. Varlık hikmetimin ta kendisi… Gözlerim, hastahane odasının penceresinde, savrulan kar ve uluyan rüzgâra karşı, içimden kararımı verdim:
-Şair olacağım!
Ve oldum.
(Çile, 18. Basım, Şubat 1992)
ANNEME MEKTUP
Ben bu gurbet ile düştüm düşeli,
Her gün biraz daha süzülmekteyim.
Her gece, içine mermer döşeli,
Bir soğuk yatakta büzülmekteyim.
Böylece bir lâhza kaldığım zaman,
Geceyi koynuma aldığım zaman,
Gözlerim kapanıp daldığım zaman,
Yeniden yollara düzülmekteyim.
Son günüm yaklaştı görünesiye,
Kalmadı bir adım yol ileriye:
Yüzünü görmeden ölürsem diye,
Üzülmekteyim ben, üzülmekteyim.
(Çile, 1924)
ANNECİĞİM
Ak saçlı başını alıp eline,
Kara hülyalara dal anneciğim!
O titrek kalbini bahtın yeline,
Bir ince tüy gibi sal anneciğim!
Sanma bir gün geçer bu karanlıklar,
Gecenin ardında yine gece var;
Çocuklar hıçkırır, anneler ağlar,
Yaşlı gözlerinle kal anneciğim!
Gözlerinde aksi bir derin hiçin,
Kanadın yayılmış, çırpınmak için;
Bu kış yolculuk var, diyorsa için,
Beni de beraber al anneciğim!..
(Çile, 1926)
“- Anne sus, beni öldürebilirsin!..
- Asıl sen, iradeni kaptırdığın büyücü emredecek olsa bana kıyarsın!..
Annenin gözleri dalar gibi oldu:
- Ama annelik bu, yine sana acımaktan başka bir şey elimden gelmez. Sana birkaç kelimelik bir halk masalı anlatayım: Sevgilisi âşığından annesinin ciğerini istemiş: Git anneni öldür ve ciğerini bana getir!.. Çocuk bu işi yapmış… Elinde annesinin ciğeri, koşarken ayağı bir yere takılmış ve düşmüş… Ciğeri haykırmış: Vah evlâdım, acıdı mı bir yerin?..
Naci gözlerine dolan sıcaklığı zapt edebilmek için dişlerini sıktı.
–Ama ben, diye devam etti anne; bu evin hayaleti olmaktan çıkacağım, oğlumu kurtarmak için ne lazımsa yapacağım!
–Ne yapabilirsin anne?.. Elinden ne gelebilir?
–Bir annenin elinden ne gelmez ki?..” (Necip Fazıl; Aynadaki Yalan, 37-38)
…
“–Anne, beynimin patlayıp kül olmasından korkuyorum.
–Allaha bağlan, yalancı dünyadan geç ve korkma!
–Anne çok acı çekiyorum. Her zerremi ayrı ayrı cımbızla koparsalar bu acıya denk olmaz.
–Çektiren, sabır gücünü de verir. Sabret!
–Anne, deli olursam beni hastanelerde bırakmaz, yanında alıkorsun, değil mi?
– Hiç yanından ayrılır mıyım oğlum?
Naci, annesinin dizlerine gömülü başını bir ân için kaldırdı, annesine baktı:
–Allah beni affeder mi anne?
Annenin elleri Naci’nin saçlarında:
–Eder oğlum; umarım ki, anne duasını yerde bırakmaz.” (A.g.e. 46) Devamı iıin tıklayın | Heybemden Mustafa Büyükgüner
TÜRKÇE, İRAN SARAYINDA TAHTA OTURABİLİR Mİ?
İran’ın Türk asıllı cumhurbaşkanı Mesud Pezeşkiyan, Tebriz Kültür Haftasının kapanış törenine katılarak burada bir konuşma yaptı. Sonrasını medyadan takip etmişsinizdir. Konuşmasına başlamadan önce yetkililerin kendisini salonda Türkçe bilmeyenler olduğu için Türkçe konuşmaması yönünde uyardığını belirten Pezeşkiyan, buna rağmen Şehriyar olarak bilinen ünlü Türk şair Muhammed Hüseyin Behçet Tebrizî’nin Azerbaycan lehçesi ile yazılmış Türkçe “Haydar Baba’ya Selâm” şiriini okudu.
Şiiri okuduğu sırada programı düzenleyen yetkililerin kendisini sözlü ve yazılı olarak uyardıkları kameralardan kaçmadı. Son uyarının üzerine Pezeşkiyan’ın “Sorun yok, iki Türkçe şiir okumaktan sorun çıkmaz” şeklindeki sözleri salondan büyük bir alkış aldı.
Pezeşkiyan, İran Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi’nin 2024 yılında geçirdiği kaza sebebiyle ölmesi üzerine Cumhurbaşkanı seçilmişti. 1954 Yılında Batı Azerbaycan’ın Mahabad kentinde dünyaya gelen Pezeşkiyan uzun yıllar siyasetle uğraştı. 1997 yılında Tebriz Üniversitesi Rektörlüğü’ne devam ederken, İran’ın 5. Cumhurbaşkanı Muhammed Hatemi’nin görevlendirmesiyle Sağlık Bakan Yardımcısı, 2001 yılında da Sağlık Bakanı oldu. 2005 yılında bakanlık görevinden ayrıldıktan sonra 2008 yılında Tebriz milletvekili olarak Meclis’e girdi. Milletvekili görevi cumhurbaşkanı olduğu tarihe kadar aralıksız olarak 16 yıl sürdü. 2013 ve 2021 yılındaki cumhurbaşkanlığı seçimlerindeki adaylık müracaatı Anayasa’yı Koruyucular Konseyi tarafından reddedilen Pezeşkiyan 2024 yılında yapılan seçimlerin ikinci turunda ülke genelindeki seçmenlerin %53,7 oyunu alarak İran’ın 9. Cumhurbaşkanı seçildi.
Pezeşkiyan, Kadim bir Türk şehri olan Tebriz Milletvekili olarak uzun yıllar mecliste görev yaptıktan sonra Cumhurbaşkanı seçildi. İpek ve baharat yolları üzerinde bulunan Tebriz, tarih boyunca önemli bir yerleşim yeri olarak varlığını sürdürdü. Doğudan batıya Türk göçlerinin İran’a ulaşmasıyla birlikte de kısa süre içerisinde Türk hâkimiyetine girdi ve başta Timur Devleti olmak üzere, Akkoyunlular ve Karakoyunlular dönemlerinde Türk nüfusunun yoğun olarak yaşadığı en önemli yerleşim yeri olarak kaldı. Safevî Devleti’nin kurucusu Şah İsmail, devletini Tebriz’de kurup kendisini de bu şehirde şah ilan etmişti. Orta Doğu’daki Türk kültürünün mihenk taşlarından biri olan Tebriz, halen Azerî Türkleri’nin yoğun olarak yaşadığı; İran’ın 6. büyük nüfusuna sahip bir merkez...
Bu pencereden bakıldığında yıllarca milletvekilliğini yaptığı Kadim Türk Şehrinde bir programda Türkçe şiir okumanın sıradan bir davranış olması gayet tabiî değil midir?
Pezeşkiyan’ın şiirini okuduğu Türk asıllı şair Seyid Muhammet Hüseyin Behçet Tebrizî 1906 yılında Tebriz’de dünyaya geldi. “Şehriyâr” olarak bilinir. İlk şiir iktabını 1929 yılında yayımladı. “Haydar Babaya Selâm” isimli şiir kitabı ise 1951 yılında yayınlandı. Kitap içerisinde bulunan “Heyder Babaya Salam” şiiri, şairin anadili olan Türkçe ile yazılmış olmasının da etkisiyle, Şehriyâr’ı; gerek Türkiye’de gerekse Orta Asya’da büyük bir üne kavuşturdu. 18 Eylül 1988 yılında vefat eden Şehriyâr’ın ölüm günü İran’da halâ Millî Şiir Günü olarak kutlanmaktadır. Pezeşkiyan’ın okuduğu Haydar Babaya Selâm şiirinde ismi geçen Haydar Baba, Şehriyâr’ın köyünün üzerinde kurulu olduğu dağın ismidir.
Pezeşkiyan Tebriz Kültür Haftası’nın kapanış programında şiirin şu kısmını okumuştu:
“Heyder Baba, igit emek ittirmez
Ömür geçer efsus bere bitirmez
Namerd olan ömrü başa yitirmez
Biz de vallah unutmarık sizleri
Görenmesek helâl edin bizleri.”
Haberin içeriği ve müdahale görüntüleri başta sosyal medya olmak üzere haber sitelerinde yayımlandıktan sonra Pezeşkiyan’ın İran’ın Kürt bölgelerinde de Kürtçe konuştuğu ve bu konuşmalara “yetkililer” tarafından müdahale edilmediği yönünde pek çok haber ve görüş paylaşıldı. Pezeşkiyan’ın ana dili olan Türkçe’den başka Kürtçe ve Farsça’yı da konuştuğu biliniyor. Kürtçe konuştuğunda müdahale etmeyen İranlı “Yetkililer”in, kendisinin de 16 yıl milletvekili olarak temsil ettiği kadim bir Türk şehrinde, kültür haftası etkinlikleri esnasında ölümü ile bütün İran’da Millî Şiir Günü kutlanacak kadar değer verildiği belli olan bir Türk Şairin Türkçe şiirini okuyan “Cumhurbaşkanı” Pezeşkiyan’a hem sözlü hem de yazılı olarak müdahale etmeleri, bir gün Türkçe’nin İran Sarayında Tahtta oturabileceğinden endişelendiklerinden olabilir mi?
Henüz bu tartışmanın etkisi sona ermeden, Anadolu Ajansı’na Pezeşkiyan ile ilgili düşen başka bir haber İranlı “Yetkililer”in endişelerinde ne kadar haklı olduğunu da gösteriyor. Kaynağını İran devlet Televizyonu olarak gösteren Anadolu Ajansı’ndan Ahmet Dursun’un haberine göre Pezeşkiyan, nükleer müzekareler hususunda ABD ile müzakere ihtimaline değinirken şöyle dedi: “Türkçe bir şiirimiz var. Bu şekilde alıştık biz. Diyor ki; ‘Geçme namert köprüsünden bırak alsın sel seni. Yatma tilki gölgesinde bırak yesin aslan seni.’ Yani onur ve özgürlük. Eğer insan tilkinin gölgesinde de uyusa, sel insanı alıp götürse de namertlerin gölgesinde durulmaz. Tehditlerle bizi her şeyi yapmaya zorlayabileceklerini düşünüyorlar. Biz insanız ve saygılı bir şekilde konuşacağız, ancak baskıya boyun eğmeyeceğiz.”
Her şeye rağmen bir İran şehri olan Tebriz’de, Türk asıllı İranlı bir şairin Türkçe şiirini, Türk Asıllı İranlı bir cumhurbaşkanının okuması belki Türkçe’yi İran Sarayı’nda tahta oturtmaz; ama İran devlet televizyonunda, kadim Türk şehri Tebriz’in 16 yıl vekilliğini yaptıktan sonra İran’da cumhurbaşkanı olan bir Türk’ün köklerini Anadolu kültüründen alan bu şiiri Amerika ile olan müzakerelerinde bir duruş olarak okuması, Türkçe’yi İran’da tahta oturtabilir...
Pezeşkiyan’ın İran devlet televizyonuna müzakere şartlarını belirleyen şiiri okurken “Bu şekilde alıştık biz.” demesi; bu şekilde alışmamış olan İranlı “Yetkililer”in şiire müdahale etmesini de engellemiş olsa gerek.
Kaynak: https://www.aa.com.tr/tr/dunya/iran-cumhurbaskani-pezeskiyan-abdnin-baskilarina-turkce-deyisle-cevap-verdi/3488637
YAŞASIN “TÜRKÇE”!
İran’da bu gelişmeler yaşanırken, Türkçe ile ilgili bir haber de Özbekistan’dan geldi. Bir dizi ziyaret için Fransa’da Bulunan Özbekistan Cumhurbaşkanı Şevket Mirziyoyev’i 12 Mart 2025 tarihinde Elysee Sarayı’nda karşılayan FRANSA CUMHURBAŞKANI EMANUEL MACRON, BASINA AÇIK YAPTIĞI KONUŞMASINDA TÜRKÇE “YAŞASIN ÖZBEKİSTAN, YAŞASIN FRANSA, YAŞASIN ÖZBEKİSTAN FRANSA DOSTLUĞU” DEDİ.
Salondan alkış alan bu jestin altında elbette Fransa’nın Orta Asya Türk Cumhuriyetleri üzerinde politika üretme sevdası olduğu bilinen bir gerçek. Ancak Ukrayna Savaşı sebebiyle Rusya tarafından iyice köşeye sıkıştırılan Avrupa ülkelerinin enerji ihtiyaçlarını gidermek için yeni arayışlar içerisinde olduğunu da bütün dünya bilmekte. Bu anlamda Fransa’nın da diğer Avrupa ülkeleri gibi Özbek doğalgaz ve petrol kaynaklarına ihtiyaç duyması elbette bilinen bir gerçek.
Karadeniz’in kuzeyinde devam eden savaş sebebiyle Orta Asya doğalgaz ve petrolünün Avrupa’ya ulaşmasının en güvenli ve kolay yolu, Türkiye coğrafyası üzerinden geçmesi. Bu bağlamda uzun bir süredir Türk Devletleri Teşkilâtı çatısı altında Orta Asya ve Anadolu coğrafyaları arasında kurulmaya çalışılan stratejik işbirliğinin Avrupa ülkeleri için ne kadar önemli ve dikkate alınması gereken bir güç olduğu meydanda.
İşte bu stratejik güç Avrupa’nın kibirli devleti Fransa’ya, kendi saraylarında, Türkçe hitabetme zorunluluğu getiriyor. Macron’un “Yaşasın Özbekistan” söylemini dinleyen başta Özbekistan Cumhurbaşkanı olmak üzere bütün Orta Asya Türk Cumhuriyetlerinin yetkililerinin bu gücün ve Türkçe’nin farkına varmalarının ve başta Kuzey Kıbrıs dâvâsı olmak üzere dünya coğrafyasında Türkiye’nin tarafı olduğu bütün dâvâlarda Türkiye’nin yanında olmalarının zamanı gelmedi mi?
Ancak bu şuur gerçekleştiğinde bütün saraylarda “Yaşasın Türkçe!” nidaları hakkıyla seslendirilebilir.
Devamı iıin tıklayın | Kardelenden haberler Kardelen Dergisi
Yazarımız Fatma PEKŞEN’in HİKÂYELERİ TEZ KONUSU
Yazarlarımızdan Fatma Pekşen’in hikâyeleri tez çalışmasına konu oldu. Bursa Uludağ Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü Türk Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı, Yeni Türk Edebiyatı Bilim Dalı öğrencisi Burcu Katrancı, “FATMA PEKŞEN’İN HİKÂYELERİNDE YAPI VE TEMA” konulu yüksek lisans tezi hazırladı. Tez, Prof. Dr. Nesrin Karaca’nın danışmanlığında yürütülüyor. Hikâyelerini zevkle okuduğumuz yazarımız, hikâyeleri hakkındaki tez çalışması için; “Kalem yolculuğumun meyvesi diyebileceğim bu çalışma için Sayın Nesrin Karaca’ya, Sayın Burcu Katrancı’ya çok teşekkür ediyorum.” dedi.
Fatma PEKŞEN, akademi konuğu
Sivas’ta mukim yazarımız Fatma Pekşen ile Sivas Öğretmen Akademileri programı kapsamında 5 Mart Çarşamba günü bir söyleşi gerçekleştirildi. Pekşen, Sivas Susamışlar Konağı’nda eğitimcilerle buluştu. Söyleşide, “Divriği Konak Kültürü” konusunda ilçenin gelenek ve göreneklerinden bahsetti. Samimi bir ortamda gerçekleşen buluşmanın sonunda Sivas İl Milli Eğitim Müdürü Fatih Erdoğan, Pekşen’e plaket, teşekkür belgesi ve kalem hediye etti.
Yazarımızın kitabı 2. baskısını yaptı
Yazarımız Yaşar Akyay’ın “Hayatın Kaynağından Hayata Yansımalar” kitabının 2. baskısı yapıldı. Kitap Müptelası Yayınlarından çıkan eserle ilgili Akyay, “Rabbimden, yapılan bu çalışmayı bereketlendirmesini ve bu özveri ürünü eserin inançsızlık girdabına giren kimseler için bir nur, ahlâksızlık bataklığına batanlar için bir ışık, çorak gönüllere bir damla su, küfrün kirlettiği havayı teneffüs edenlere temiz bir nefes olmasını temenni ediyorum.” dedi.
45. TOPLANTI
Kardelen’in müesseseleşen ve derginin yayın periyoduyla aynı zamanlarda yapılan yazarlar toplantısının 45’ incisi 25 Ocak 2025 tarihinde gerçekleştirildi.
Toplantının başkanlığını yapan Mustafa Kemal Karabıyık’ın takdim konuşması ile başlayan toplantıda daha sonra Ali Erdal söz aldı.
Derginin en son çıkan sayısı ile yeni çıkacak sayısının değerlendirildiği toplantı bir sonraki toplantının yeri ve tarihi belirlenerek sonlandırıldı.
Ahmet Mahir PEKŞEN, DİYANET TV’YE KONUK OLDU
Şair ve yazar Ahmet Mahir Pekşen, Ramazan ayında Diyanet TV’de yayınlanan “Bir Zamanlar Ramazan” adlı programın konuğu oldu.
Sivas’ın ve ilçesi Divriği’nin kültürel tarihî ile ilgili çok sayıda araştırma yazısı bulunan Pekşen, programda Sivas’ta Ramazan ayındaki sosyal hayat ve geleneklerle ilgili bilgiler verdi.
Eski ramazanlarda komşu mahledürü, horoz şekeri, memmecin gıliği, herfene, iftar ve sahur topu, tel helva çekme gibi gelenekler ile ilgili bilgiler veren yazar Ahmet Mahir Pekşen, Sivas’ta Ramazan ayının manevî havasını izleyicilere aktardı.
45. toplantı başkanı Av. M. Kemal KARABIYIK’ın konuşması
Gönüldaşlar!
Öncelikle geçtiğimiz günlerde yangın felâketinde hayatını kaybeden vatandaşlarımıza Allah’tan rahmet, yakınlarına başsağlığı dilerim. Rabbim, bizleri ve milletimizi her türlü kaza, belâ ve âfetlerden korusun.
Rabbim, içinde bulunduğumuz Üç Ayların bereketinden istifade edebilmemizi, Ramazan ayına ulaşmamızı nasip eylesin. Yarın idrak edeceğimiz Miraç Kandilinizi de şimdiden tebrik ederim.
Peygamber Efendimiz bir defasında ashabına şöyle buyurmuştu: “Allah’ın peygamber ya da şehit olmayan öyle kulları vardır ki kıyamet gününde Allah’a olan yakınlıkları sebebiyle, peygamberler ve şehitler onlara gıpta ederler.” Bu büyük müjdeyi işiten sahâbe-i kirâm, “Ya Resûlallah! Bunlar kimlerdir?” diye sordu. Bunun üzerine Allah’ın Resulü şu cevabı verdi: “Bunlar, aralarında akrabalık bağı ya da herhangi bir menfaat bulunmayan, sırf Allah için birbirlerini sevenlerdir.”
İnsan, fıtratı gereği mutlu olmak ister. Kişinin mutlu ve huzurlu olabilmesi için de toplum hayatına ihtiyacı vardır. İnsan, yaşadığı mutlulukları, karşılaştığı sıkıntıları etrafındakilerle paylaşma ihtiyacı hisseder. Çünkü tek başına bir işi yapması veya bir sıkıntıyı gidermesi her zaman mümkün olmaz. İşte bu noktada farklı yeteneklere, farklı mesleklere sahip kişilerin bir araya gelmesi, birlik, beraberlik ve dayanışma içinde olması birey için de, toplum için de çok önemlidir.
Dünya ve ahirette mutlu olmak için de Kur’ân da ifade edildiği üzere hep birlikte Allah’ın ipine sarılmalı, parçalanmamalı ve bölünmemeliyiz.
İnsan toplum içinde yaşarken hak ve sorumluluklarının bilincinde olmalı, başkalarına da saygı göstermelidir. Bu sorumluluğun toplumda yerleşmesi için de dinî inanç gereklidir. Ahirete inanan yaptığı işlerden dolayı hesaba çekileceğini bilen insan ona göre sorumluluk taşır. Dinimiz birlik ve dayanışmanın sağlanması için mü’minleri kardeş ilân etmiştir. Bize düşen görev birlik ve beraberliğimizi pekiştirerek, birlikte var gücümüzle çalışmaktır.
İnsanların birlikte işleri daha kolay başaracağı gerçeği atasözlerimizde de çokça ifade edilmiştir;
-Baş başa vermeyince taş yerinden kalkmaz.
-Bir elin nesi var, iki elin sesi var.
-Birlikten kuvvet doğar.
İnsanların birbirlerine destek olması, birlikte hareket etmesi ve karşılıklı olarak birbirlerine yardım etmesi, toplumda daha sağlam bir dayanışma kültürünün oluşmasına katkı sağlar. Birbirimize destek olduğumuzda, zorluklarla daha etkili bir şekilde başa çıkabilir ve ortak hedeflere daha kolay ulaşabiliriz.
Dergimiz Kardelen 34 yıldır dayanışmanın en güzel örneklerini sergiliyor. Hiç bir menfaat beklemeden, arıların çiçeklerde toplaştığı gibi “fikrin değerini bilenler” de Kardelen etrafında toplaşıyor. Bugün bize düşen görev de inanç, istişare ve istikrarla çalışmaya devam etmek, bayrak yarışı edasıyla Kardelen’i bugün geldiği noktadan daha da ileriye taşımaktır.
Yunus Emre ne güzel söylemiş;
Bölüşürsek tok oluruz;
Bölünürsek yok oluruz.
Allah, birliğimizi, dirliğimizi, beraberliğimizi daim eylesin. Toplantımız bereketli olsun.
Devamı iıin tıklayın | En sıcak sözcüktür anne! M. Nihat Malkoç
“Dünyada en sıcak sözcük nedir?” diye sorsalar hiç tereddüt etmeden “Anne” derim. Çünkü anne deyince, daralan ruhlar apayrı bir genişlik ve boyut kazanır. Bu sözün tılsımıyla ufkumuzdaki sisler bir anda dağılır. Annenin kuştüyü sımsıcak kolları bizi sarıp sarmalar.
Anne, çocuk için en emniyetli sığınaktır. O sığınağın duvarları sevgi tuğlasıyla örülmüştür. Sabır çimentosuyla birbirine tutuşturulmuş onca tuğlalar… Nefrete karşı muhkem bir yapıya sahiptir bu aşiyan… Zapt edilmez bir kaledir o… Fırtınalardan korunmak isteyen yürekler bu selâmet sahilinde hayat bulur. Ondan güvenli bir korunak düşünülebilir mi?
Anne hakkının ödenmesi hiçbir şekilde mümkün değildir. Fakat o güzel insanlar çocuklarından, sevgiye banılmış bir tebessüm dışında hiçbir şey istemez ve beklemezler. Anneler evlâtlarına hakkını helâl etmese çocukların cennete gitme ihtimali olabilir mi?
Anne, kalplerin sihirli anahtarıdır. Onun açamayacağı kapı yoktur. Yüce dinimiz, annelere çok büyük değer vermiştir. Peygamberimiz “Cennet anaların ayakları altındadır” diyerek bu mübarek varlıkları memnun etmenin önemine değinmiştir. Kur’an-ı Kerîm’de annelerden söz eden âyetlerden gözüme takılanlardan birkaçını dikkatinize sunmak istiyorum:
W
“Biz insana anne ve babasını (onlara iyilikle davranmayı) tavsiye ettik. Annesi onu, zorluk üstüne zorlukla (karnında) taşımıştır. Onun (sütten) ayrılması, iki yıl içindedir. Hem bana, hem anne ve babana şükret, dönüş yalnız banadır.”
“Bununla birlikte, onların ikisi (annen ve baban) hakkında bir bilgin olmayan şeyi bana şirk koşman için, sana karşı çaba harcayacak olurlarsa, bu durumda onlara itaat etme ve dünya (hayatın) da onlara iyilikle (maruf üzere) sahiplen (onlarla geçin) ve bana ‘gönülden-katıksız olarak yönelenin’ yoluna tabi ol. Sonra dönüşünüz yalnızca banadır, böylece ben de size yaptıklarınızı haber vereceğim.”(Lokman S. 14–15. Âyetler)
Türk şiirinde en çok işlenen temalardan birisidir anne… Çünkü evrensel bir duygudur anne sevgisi… Hangi milletten olursa olsun herkes annesine derin bir muhabbetle sevdalıdır. Bu sevdayı yüreklere hapsetmek yerine, olanca güzelliğiyle açığa vurmak gerekir. Aşk şiirlerinin en büyük şairlerinden Ümit Yaşar Oğuzcan “Anacığım” adlı şiirinde çocukla anne ilişkisini, annenin çocuk üzerindeki haklarını ve fedakârlıklarını bakın nasıl dile getiriyor:
“Nasıl hatırlamam anacığım nasıl
Kaç geceler bana ninni söylerdi
Hasta olunca oydu başucumda bekleyen
Biraz yorulmayayım, üzülmeyeyim, hemen
Alır kucağına okşardı, saçlarımı öperdi.
Nasıl hatırlamam anacığım nasıl
Uzun kış geceleri masal masaldı
Güzel çoban kızları, iyi kalpli sultanlar
Bir suyun akışı gibi geçip gitti zamanlar
Şimdi ne o dünkü çocuk, ne de o masal kaldı.
Nasıl hatırlamam anacığım nasıl
Yıkayan oydu mürekkep lekeli parmaklarımı
Akşam biraz geciksem yollara düşerdi
Sokağa çıkarken ‘Yavrucuğum üşütme’ derdi.
Hemen bir kazak örerdi biraz boş kaldı mı.
Anneleri bir güne sığdırmak onların büyüklüğüne yakışan bir davranış değildir. Anne gibi kutsal bir hissi ticarete alet edenlere güzel şeyler söyleyemeyeceğim. Annesi sağ olanlar bu büyük devletin kıymetini bilsinler. Bütün annelerin anneler günü kutlu olsun. Devamı iıin tıklayın | Trabzon’dan üç portre Mehmet Balcı
İstanbul’da bir ilçeden bir ilçeye gitmek için bir taksiye bindim. Taksici taksimetreyi açtı, biraz gidince taksimetreyi kapattı, biraz daha gidince taksimetreyi tekrar açtı. Taksiden inerken niye öyle yaptığını sordum. Şöyle cevap verdi: Dönmem gereken yerden dönemediğim için iki kilometre ileriden döndüm. O iki kilometreyi benim dikkatsizliğim yüzünden fazla gittiğimiz için parasını senden alıp da o haram parayı kullanamazdım.
İkinci örnek Belediye Başkanlığı seçimleri öncesi Trabzon Büyükşehir Belediye Başkan adayı Ahmet Metin Genç ilçe ilçe gezerek oy istiyor, ben ve birkaç arkadaş çay ocağında oturuyoruz. Çay ocağına oy istemeye geldi. “Belediye Başkanlığı’na işim düştüğünde ulaşabilecek miyim?” diye sordum. “Benim kapım hiçbir zaman ve hiç kimseye kapalı olmayacak” diye cevap verdi. Seçimin üzerinden bir yıldan fazla zaman geçti. Ben başkana hiçbir zaman ulaşamadım, o kapıyı da hiç açık bulmadım. Benim engelli olduğumu biliyordu. “Engellilere kimse engel olamaz” diyordu.
Üçüncü örnek Ekrem İmamoğlu… Hatta benim akrabam olur kendisi. İnsan bir suç işliyor, “bana kumpas kuruyorlar” diyerek ülkeyi ayağa kaldırıyor. Suç işleyenler üç maymunu oynuyorlar. Herkes yüzünde bir maskeyle yaşıyor, kıvıran kıvırana… Böyle onursuz, fırıldak insanlar dünyamızı kimyasallardan daha çok kirletiyorlar. Dürüst davranmazlar. Sağımız, solumuz, önümüz, arkamız böyle insanlarla dolu. Suç işleyip masum ayaklarına yatan yatana. Bu tip insanlarla bir arada yaşamaktansa ormanlarda yabani hayvanlarla yaşamayı tercih ederim. Kötülerin dünyasında Trabzonlu taksi şoförü gibi hala yozlaşmamış, bozulmamış birkaç insan kalmışsa öpün de başınıza koyun. Su temiz değilse abdest kabul olmaz, abdest temiz olmayınca da namaz kabul olmaz. Siyasetçinin de beyni temiz değilse siyaseti temiz olmaz, siyaseti temiz olmayınca yapacağı hizmet ve icraat temiz olmaz. Devamı iıin tıklayın | Göbeklitepe’de Hz. İbrahim silueti Hasan Tülüceoğlu
Bilimsellik adına batının bir öğretisi olarak hepimize daha ilkokulda iken fenbilgisi kitaplarında insanın başlangıçta ilkel olduğu, konuşamadığı, birbirleriyle işaretle anlaştığı, giysilerinin olmadığı, mağaralarda ve ağaç kovuklarında yaşadığı, uzun bir süreç sonrası tedrici tekamülle insanın yavaş yavaş ilkellikten çıktığı okutuldu; okutuluyor da. Batı bilimi insanlığın eski taş devri, (paleolitik çağ) cilalı taş devri (neolitik çağ) gibi süreçler yaşadığını söyler. Diğer ifadeyle avcı-toplayıcılık, göçebelikten yerleşik tarıma geçtiklerini öngörür. Avcı-toplayıcılıkta insanların bilgileri de akılları da kıttır.
Göbeklitepe’yi, bilim dünyasının yarı ilkel insan olarak öngördüğü avcı-toplayıcılıktan yerleşik tarım toplumuna geçiş aşamasında insanların inşaa ettiğini yine bilim dünyası bilimsel buluntularla açıklıyor. Bu, batı bilim dünyasının öngürülerini temelden sarsacak büyük ve gerçek tarihi veri.
Oysa Kur’ân-ı Kerîm’de ilk insan Adem’in akıllı, gören, duyan, düşünen, konuşan ve öğrenen olarak yaratıldığı anlatılır.
“Gerçek şu ki biz insanı çamurdan, süzülmüş bir özden yarattık.” (Mü’minûn sûresi12. âyet)
“Hani Rabbin meleklere demişti ki: “Ben çamurdan bir insan yaratacağım.” (Sâd sûresi 71.âyet)
“Allah, Âdem’e bütün varlıkların isimlerini öğretti. Sonra onları meleklere göstererek, “Eğer doğru söyleyenler iseniz, haydi bana bunların isimlerini bildirin” dedi.” (Bakara sûresi 31.âyet)
“Melekler, 'Seni bütün eksikliklerden uzak tutarız. Senin bize öğrettiklerinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Şüphesiz her şeyi hakkıyla bilen, her şeyi hikmetle yapan sensin” dediler.” (Bakara sûresi 32.âyet)
“Allah, şöyle dedi: “Ey Âdem! Onlara bunların isimlerini söyle.” Âdem, meleklere onların isimlerini bildirince Allah, “Size, göklerin ve yerin gaybını şüphesiz ki ben bilirim, yine açığa vurduklarınızı da, gizli tuttuklarınızı da ben bilirim demedim mi?” dedi.” (Bakara sûresi 33.âyet)
Bu âyetlerde ifade edildiği üzere insan akıllı, gören, duyan, düşünen, konuşan ve öğrenen olarak yaratılmıştır. Ve bu yaratılan insan daha tarihinin başlangıcına yakın Göbeklitepe gibi modern insanı şaşkınlığa bırakan yapıları inşa etmiştir.
Göbeklitepe’deki modern insanın anlamakta güçlük çektiği bu yapının bir tapınak olduğu kesindir. İnsanlar yaratılıştan kısa süre sonra öngörünün aksine ilkelliği yaşamak yerine kendi yaratıcılarını unutup kendi uydurdukları ve adlarına anıtlar diktikleri putlar inşaa etmişlerdir. Bir anlamda inançta cehalet ve ilkellik yaşamışlardır.
Şanlıurfa’daki bu yapıları gördüğümde doğal olarak hatırıma gelen olgu Hz. İbrahim ve onun putları kırmasıydı. Hz. İbrahim, diğer dinler, yazılı ve sözlü aktarımın öngördüğü insanlık tarihinin başlangıcına yakın peygamberlerdendir. Hattâ Kur’ân’da Hz İbrahim’in Tevrat ve İncil’den çok önce gönderildiği ifade edilir. “Ey Ehl-i kitap! İbrâhim hakkında niçin tartışırsınız? Oysa Tevrat da İncil de kesinlikle ondan sonra indirildi. Hiç düşünmüyor musunuz?” (Âl-i İmrân sûresi 65.âyet)
Yerin Şanlıurfa’da olması, Hz. İbrahim ve ateşe atılmasıyla ilgili güçlü anlatılar dikkate alındığında Göbeklitepe’ye Hz. İbrahim silüeti düşer. Hz. İbrahim bu tapınağın yapılmasından belki de bir zaman sonrasında inançta ilkelliğe düşen devamı topluma peygamber olarak gönderilmişti. Öncelikle babasına şöyle diyecekti: “Hani İbrahim, babası Âzer’e, “Sen putları ilâh mı ediniyorsun? Şüphesiz, ben seni de, kavmini de apaçık bir sapıklık içinde görüyorum” (En’âm sûresi 74. âyet). Âyette geçen (اَصْنَامًا) ‘esnamen’ putlar demektir ki bir arada bulunan birçok putları çağrışım yapıyor. Kelimenin tekili ‘saneme’ tapınılan heykel, put demektir. Göbeklitepe’de dairesel olarak yapılmış grup putları bütün olarak hatırlatıyor adeta bu ‘esnamen’ ifadesi.
Yine Hz. İbrahim, bir diğer âyette bu defa hem kavmine hem babasına “O, babasına ve kavmine: Şu karşısına geçip tapmakta olduğunuz heykeller de ne oluyor? demişti.”(Enbiyâ sûresi 52. âyet) Bu âyette esnamen yerine (التَّمَاث۪يلُ) ettemasilu ifadesi kullanılır. Bu kelime de genel mânâsıyla putlar, heykeller, tasvirler, sûretler, şekiller, timsallar anlamındadır. Ancak ifadenin kelime anlamı, birbirine benzemek, eşit olmak, benzeşmek mânâsındadır. Bir diğer kelime anlamı dikilmek, ayağa kalkmak, birbirine denk durmaktır. Hz. İbrahim’in, birbirine benzer, birbirinin dengi, birbirine karşılık ayakta duran “temasülü” ifadesi Göbeklitepe’deki bu put yapılarını birebir ifade ediyor.
Âyetin devamında putlar için kullanılan (عَاكِفُونَ) âkifûn, bir şeye saygıyla yönelip ona bağlanmak anlamındadır. Putların önünde belirli ritüellerle durup onlara tapınmaktır.
(التَّمَاث۪يلُ) ‘Ettemasilu’ ile (عَاكِفُونَ) ‘akifun’ ifadeleri Göbeklitepe’deki bu yapıları hatıra getiriyor. Hz İbrahim’in âyetteki bu ifadesi Göbeklitepe’deki bu heykelleri adeta tasvir ediyor.
Hanif olan, gerçek ve tek olan Allah’a inanan Hz. İbrahim, tek başına, babası dahil inançta yanlış yola girmiş toplumuna tek yaratıcının, tek otoritenin Allah olduğunu cesaretle anlatmış, adeta haykırmıştır.
Bu yapıları gördüğümde, burada, Hz. İbrahim’in, babası ve toplumunu Allah’ı bırakıp elleriyle yaptıkları bu devasa yapıya tapınma yanlışından döndürme gayretini hayal edip yaşadım.
Putları (ettemasilu) kırarak, tek başına, inançta ilkelliğe düşerek gerçek yaratıcıyı örten, gizleyen bu topluma bir ve tek olan Allah’ı akıllarına vurarak anlatmıştır Hz. İbrahim.
“Bunu ilâhlarımıza sen mi yaptın, ey İbrâhim?” diye sordular.” (Enbiya sûresi 62. âyet)
“İbrâhim, “Hayır” dedi, “Bu işi şu büyükleri yapmıştır. Konuşabiliyorlarsa onlara sorun!” (Enbiya sûresi 63. âyet)
“Sonra kendi kendilerine dönüp, “Asıl haktan ayrılanlar sizlersiniz!” dediler.” (Enbiya sûresi 64. âyet)
“Sonra yine başlarını öne eğerek “Bunların konuşamayacağını pekâlâ biliyorsun” dediler.” (Enbiya sûresi 65. âyet)
“İbrâhim, “öyleyse Allah’ı bırakıp da size ne fayda ne de zarar veremeyen şeylere mi tapıyorsunuz? Size de Allah’ı bırakıp taptığınız bu şeylere de yuf olsun! Siz aklınızı kullanmaz mısınız?” dedi.”(Enbiya sûresi 66-67. âyetler) Devamı iıin tıklayın | Putlar ve putperestler Kubilay Ertekin
Başlığa bakarak içteki siyasî kurum ve ideoloji sahipleri alınıp gocunmasınlar. Maksadım genelde ve dünyadaki kanlı ve canlı putların, putperestlerin insanlığa yaptığı zulüm ve vahşetleri dile getirmektir. Aslında tarihe geçmiş olan ya da tarihte belirtilen Lat, Menat, Hubel, Nemrut, Firavun, Buda gibi asırlar önceden yaşatılan, o dönem halkı tarafından tapınılan putlar; bugünkülerin yaptığı vahşetler yanında hiç kalır. Çünkü onlar taştan, demirden ve başka cisimlerden insanlar tarafından yapılan sonra da tapınılan basit cisimlerdi. Bu cisimler zulmetmiyor, onlar ilâh kabul edilip onlar adına zulmediliyordu. Yani insanlar putları kendi icat ediyor kendileri tapıyordu. Şimdikiler ise siyasî ve şahsî hırsları, kaprisleri ve çıkarları için milyonlara zulmediyor asıp kesmek bir yana canlı canlı toprağa gömüyorlar. Ayrıca icat edilen teknoloji sayesinde bir bombayla binlerce insanı öldürüyorlar. Nitekim M. Akif’in şu ifadeleri ülkeleri kan deryasına döndüren canavarları anlatmaktadır:
“Yoklarım taşları, toprakları: İzler kan izi;
Yurdumun kan kusuyor mosmor uzanmış denizi!”
Bu ifadeleri mağdur ve mazlum Müslümanlarına teşmil edebiliriz.
Peki, kim bunlar? Şefler, liderler, diktatörler... Son yüzyıldan Hitler, Stalin, Mussolini buna örnek verilebilir. Bunların kopyaları olan Saddam, Nasır, Enver Sedad, Hafız Esad ve oğlu, Netanyahu gibi cani katiller de eklenebilir. Yani bunlar kanlı ve canlı varlıklardır. İşte bunları putlaştıran kesimler de din iman yoksulu feraset ve basireti olmayan insan şeklindeki putperestlerdir. Unutulmaması gereken bir gerçek şudur: İslâm dini putların ve putperestliğin dünya yüzünden kaldırılması için gönderilmiştir. Nitekim tarih kitaplarında Kâbe’de 360 put olduğu yazılmaktadır. İşte Peygamber Efendimiz (s.a.v.) putların ve putperestliğin kaldırılması için hayatını ortaya koymuş, kısa zamanda onların yok edildiği gibi dünyanın dört bucağına İslâmiyet’i götürmüştür. Nitekim cehaletin verdiği sonuç insanlar bazı cisimleri putlaştırdığı gibi çakıl taşına, deve sidiğine, yılana çıyana tapacak kadar insanlık zîr u zeber edilmiştir. Hattâ sahabeden birisinin şöyle dediği ifade edilmiştir: “Biz hurmadan put yapar sefere gittiğimizde ona tapar, azığımız bittiğinde de onu yerdik.” Üstelik putlar ve putperestler helâlın, hayânın, diğer faziletlerin düşmanı olduğu için haramı, soygunu, vurgunu, hayâsızlığı ve haydutluğu teşvik eder, ülkelerde haramzadelerin yetiştirilmesine vesile olur. Nitekim savcıların soruşturmasına göre ve kendi içlerindekilerin şikâyeti sonucu Âsitane’nin (İstanbul) başındaki şehremini denilen zat 120-130 civarındaki yandaşlarıyla koca bir soygun, vurgun, rüşvet, hırsızlık, irtikâp gibi iğrençliklerle adeta bir imparatorluk kurmuş. Dünyada namuslu, şerefli bir insan ve topluluk bu haramzadeliğin yani soygunun, vurgunun, haydut ve haytalığın irtikâp ve hırsızlığın meşru bir yol olduğunu iddia etmez ve asla savunmaz. İşledikleri bu yolsuzlukların gizlenmesi için haramla, yalanla mülevves bir çapulcular grubunu ayaklandırdılar ve ülkeyi talan ettiler. Merhum M. Akif bu zihniyettekileri şöyle tarif ediyor:
“Ne Hudâ korkusu bilmiş, ne utanmış ebedî,
Güç okur, hiç yazamaz bir sürü hırsız çetesi…
Hani can sağlığıdır doğrusu bundan ötesi!
… Yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi,
Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yâhud kafesi!”
Bu hırsız çetesi ve sırtlan kümesi basındaki haberlere göre 160 polisimizi yaralamış, hattâ yanıcı maddeyle birisini yakmış, bir diğerini baltayla linç etmiştir. İnanç ve millî irade düşmanı olan bu zihniyetin tekrar canlanıp cüret kazanmasına iki zümre sebep olmuştur. Birincisi Ak Parti döneminde hasbelkader önemli mevkiler işgal eden umut sömürücülerin Tayyip Erdoğan’a olan kin ve nefreti sonucu saf değiştirmesi ve onlara yardım ve yataklık yapmaları ile kendilerini muhafazakâr olan ve olmayan şeklinde Müslüman tesmiye eden gürûhun ekonomik kriz bahanesiyle siyasî hayatlarını 80-90 yıldan beri İslâm’la mücadeleye hasreden kesimin safına geçmiş olmalarıdır. Nitekim adamlar daha iktidar olmadan ülkede birçok belediyeyi kazandıkları için “Nerede kalmıştık?” diyerek tıpkı 1930-1940 yıllarında Millî Şef döneminde olduğu gibi mabetlerimize saldırmaya başladılar. Örnek Şehzadebaşı Camiin duvarına idrar yapmaları, Caminin bahçesindeki asırlık Müslüman mezarlarını tahrip ve talan etmeleri, Cumhurbaşkanının ailesine küfür etmeleridir. Aslında bu idrarlar o ucube zihniyeti destekleyenlerin suratına yapılmış ve onların mezarları tahrip edilerek yine bu habis zihniyete yardım ve yataklık yapan kesimlerin ailelerine küfür edilmiştir. Sol ideoloji çığırtkanlarının ağırlıkta olduğu belediyelerde lağım patladı. Bu lağımın habis kokusundan yalnız üç kesim rahatsız olmuyor: Bir; Ak Parti kaçkınları, iki; kendine Müslüman denilen ama Müslümanlara ve İslâm’a düşman olanlara yardım ve yataklık edenler, üçüncüsü zaten lağım olan kesimler. Konuyu kaç sefer yazdığımı hatırlamadığım tarihî bir zulüm belgesiyle bitirmek istiyorum. Devamı iıin tıklayın | Şaşırmadık Halis Arlıoğlu
Milyonlarca Suriyeli’yi katleden, İslâm’ı yozlaştırmak için sokulan Nusayrî ideolojisinin sapkınları ülkeden kovulunca, bu katillerin derdi önce batı kesimini sonra da içteki anarşi destekçisi CHP’yi sarmış. Batı, Türkiye’nin dünyada özellikle İslâm ülkelerinde ve Ortadoğu’da söz sahibi olmasını asla istemiyor. Elinden gelen engeli çıkarıyor. Bu konuda desteklemediği şer örgütü ve ülkemiz düşmanı kalmamıştır. Bunlara alışığız. Fakat şaşırmadığımız asıl konu, CHP’nin ve içteki ülke düşmanlarının tavrıdır.
Katil Esad’ın arkasından yas tutan CHP kodamanları, medyası ve çığırtkanları Suriye’nin yeni başkanı olan adamın sünnete uygun sakalını görünce feryada başladılar: “Efendim bunlar şeriatçı ve tarikatçı ve köktendinci imiş. Alevileri ve diğer azınlıkları katlederlermiş. Suriye kadınlarına peçe ve çarşaf giydireceklermiş. O yüzden en kısa zamanda Suriye’deki aleviler ve azınlıklar Türkiye’ye getirilmeliymiş.”
Aslında bu hezeyanlara şaşırmadık. Zira aynı deli zırvaları, İslâm düşmanlığı, millî irade ve inanca husumetleri ezelden beri vardır. Bu hezeyanları Erbakan döneminde, Tayyip Erdoğan’ın seçilme arifesinde de sıklıkla dile getirdiler. Çünkü bunların ağababalarından olan Mahmut Esat Bozkurt ve Tevfik Rüştü Aras vb. kişilerin şu hezeyanları hâlâ tarihî kaynaklarda kayıtlıdır: “Arkadaşlar! Biz İslâm kaldıkça ve Müslümanca yaşadıkça Avrupa bizi asla içlerine kabul etmez. O yüzden Hristiyan olmalı ya da dinimizi değiştirmeliyiz.” 18 Temmuz 1923’te TBMM’de söylenen bu söz Kâzım Karabekir Paşa’nın şahitliği ve itirafı ile “İstiklâl Harbimizin Esasları” adlı kitabında mevcuttur. İşte olaya bunun için şaşırmadık. Bilindiği üzere ülkemizde şöyle bir damar var: Müstemleke damarı. Yüzyıl evvel müstemleke zihniyetini “Jöntürkler” temsil ediyordu, sonra “İttihatçı çeteler” bunu devraldı. Cumhuriyetle birlikte bu zihniyet CHP’ye intikal etmiştir. Memleketimizde cereyan eden bu müessif olayları fark etmeyenlerin, Kalahari düzlüğünde otlayanlardan farkı yoktur.
Milletimize ve devletimize husumeti, kini, nefreti olmayan her namuslu insan ve devlet başkanı mevcut iktidarın Suriyelilere yardımından ve barışçı çabalarından iftiharla bahsetmektedir. Bundan en çok rahatsız olanlar kendilerini güçlü sanıp zayıfları sömüren, İslâm düşmanı ve bozgunculardır.
Bu sakim (hastalıklı) ve sakat zihniyet müntesipleri İslâm karşıtı olan o hezeyanlarda ve halen devam ettikleri inanç ve millî irade düşmanlıklarında ısrar edip bu tecavüz ve hakaretlerden, mürtetçe ifadelerden asla nedamet ve pişmanlık duymamışlardır. Ayrıca bu batıl ve batı hayranlığı tavırlarını sürdürmek için cuntacı ve darbecilere destek vererek ülkeyi “BELENE” kampına döndürmüşlerdir. Örneği yakın zamanda yaşadığımız ve halen acısını çektiğimiz katsayı, kamusal alan ve ikna odaları mezalimidir.
Aslında kabahat zalimlerde değil, onlara yardım ve yataklık yapan, bir de bu zulüm ve aşağılamaların farkında olmayıp hâlâ bu zihniyetin ateşine odun taşıyanlardadır.
İşin özü bu zihniyetin karakterinde ve yapısında var olan bir iffetsizliktir. Zira Demokrat Parti yani Menderes dâhil bütün millî irade temsilcilerini aynı suçlarla itham etmişlerdir. Özellikle kasetle gelip kasetle giden bir müptezelin şu hezeyanları hâlâ milletin hafızasındadır. “Sakın cumhurbaşkanı adayı olma, çünkü ülkeyi felakete götüreceksin. Olma! Olma! Olma!” diyerek Tayyip Erdoğan’a ve millî iradeye olan kin ve nefretini kusmuştur.
Bu ideoloji sahiplerinin millî, dinî, tarihî değerlerimize, kültürümüze inançlarımıza olan düşmanlıkları yaptıkları icraat ve binlerce belge ile sabittir. Yıllardan beri kin ve nefretlerini, inançlarımıza karşı hakaretlerini, kendilerince kutsal ve dokunulmaz sandıkları şu yavelerle kamufle etmektedirler: Cumhuriyetin temel değerleri, laisizm, ilke ve inkılâplar ve Kemalizm. Bu kelimeler, sürekli kullanıp, iğrenç bir şekilde sömürerek istismar ettikleri kavramlardır. Birçok yerde zikredildiği üzere o meşhur ve menfur belgeyi tekrar yazıyorum. Buna rağmen kendilerini Müslüman tesmiye edenler bunu bir kere daha okusunlar ve kime destek verdiklerini anlasınlar.
1942’de Matbuat Umum Müdürlüğünce İstanbul gazetelerine gönderdiği tebliğde şöyle denilmektedir.
“Gazetelerinizin son günlerdeki neşriyatı arasında dinden bahisle yazı, mütalaa, ima ve temsillere rastlanmıştır. Bundan sonra din mevzuu üzerinde gerek tarihî gerek temsili ve gerek mütalaa kabilinden yazılacak olan yazılardan tevakki edilmesi (sakınılması) ve başlanmış bu gibi tefrikaların en çok on gün zarfında nihayetlendirilmesi gerekmektedir. Aksi halde ilgili basınlar sürekli kapatılıp, yazanlar için cezai müeyyideler uygulanacaktır. Çünkü biz ülke çapında ima ile olsa bile yeni bir fideliğin (dinî gençliğin) yetiştirilmesine taraftar değiliz.” (Türkiye Cumhuriyeti Başvekâleti, Matbuat Umum Müdürlüğü İç Matbuat Dairesi, 17 Mayıs 1942, Sayı 658) (Vekil adına: VEDAT NEDİM TÖR) Ayrıntılar, Burhan Bozdağ’ın “İşte Zulmün Belgesi” isimli kitabında mevcuttur.
O herifin teklif ve tasarısına, hükümetin ilgili belgede olduğu gibi baskısına rağmen milletimiz Hristiyan olmamıştır. Fakat laisizm, kemalizm, ilke ve inkılâplar gerekçe gösterilerek yapılan zulümler, Hristiyan âlemin Müslümanlara karşı işlediği zulümden geri kalmamıştır.
Ülkemiz insanını, kendi ülkesinde, kendi vatanında laisizm, kemalizm, devrimler, ilke ve inkılâplar maskesi altında ezmiş, Merhum Necip Fazıl’a “Öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya!” dedirtmiş, Albay Enver Tuncalp’e de aşağıdaki şiirde ifade edilen ıstırap ve işkenceyi yaşatmışlardır:
VATANIMIZDA
Anadolu, Trakya bizim yurdumuz,
Dağlarında gezer şu bozkurdumuz,
Bizi asker alır şanlı ordumuz,
Öksüz kul gibiyiz Vatanımızda,
Yetim, dul gibiyiz Vatanımızda.
Yaşıyoruz fakat, ziyade değil,
Söz hakkımız mevcut, ifade değil,
Hâkimiyet bizim, irade değil,
Hep donuk gibiyiz Vatanımızda,
Hep konuk gibiyiz Vatanımızda,
Yurdumda gezerken titriyor dizim,
Bir garib gibiyiz burda azizim,
Biz Müslüman - Türküz TÜRKİYE bizim,
Mürteci gibiyiz Vatanımızda,
Mülteci gibiyiz Vatanımızda.
Canlarını yurda adar oldular,
Mülkü kurtarmağa medar oldular,
Kızıllar, Masonlar dindar oldular,
Biz kâfir gibiyiz Vatanımızda,
Misafir gibiyiz Vatanımızda..
Sonuç olarak, bu menhus kavramlar, bu ülkeye sadece işkembesini düşünen, maddeci, ateist, materyalist ve Marksist, batı hayranı, inanç ve millî irade düşmanı ucubeler yetiştirmiştir.
Bence 2025 yılının en önemli olayı Hristiyan bozması zalim Esed’in defedilmesi bir de içteki yozlaşma, zorlama ve dayatmaya rağmen Ayasofya’dan başlayıp Galata Köprüsü’ne kadar devam eden o muhteşem Filistin Yürüyüşü idi. Aslında bir güneş doğuyor. “Dün Ayasofya, Bugün Emevî, Yarın Aksa” başlığı altında yapılan muhteşem Filistin mitingi karşısında bu yazının başlığı “Bir Millet Uyanıyor” olmalıydı. Konuyu Merhum Mehmet Akif’ten bir alıntıyla bitiriyorum.
Şehâmet dîni, gayret dîni, ancak
Müslümanlıktır;
Hakîkî Müslümanlık en büyük bir
kahramanlıktır.
Cebânet , meskenet, dünyâda, sığmaz
rûh-i İslâm’a...
Kitâbullâh’ı işhâd eyledim -gördün ya- dâvâma.
Görürsün, hissedersin varsa vicdânınla îmânın:
Ne müdhiş bir hamâset çarpıyor
göğsünde Kur’ân’ın. Devamı iıin tıklayın | Hadiselere bakış Gözlemci
“DÜNYAYI YUTACAK HALE GELMİŞTİR”
Kardelen kitap okuma faaliyetinin 227. si, Trump’un göreve başladığı, şurayı burayı alacağım diye tutturduğu, işine gelmeyen devletleri ve devletlileri tahkir ettiği zamana isabet etti. Okuduğumuz, Necip Fazıl’ın İdeolocya Örgüsü isimli eserinde Amerika ve Avrupa için bir teşhis var. Yarım yüzyıl önce konmuş bu teşhis; Amerika başkanının güçlülük kibri, Avrupa’nın acz içinde olduğu şu zamanda ayrı bir değer kazanıyor.
Kitap ilk defa 1968’de basılmış. Ondan önce dergilerde parça parça da yayınlanmış. Dergilerdeki yazıları hesaba katmasak bile eserde; yarım asır önceden bir felâkete, hem de “dünyayı yutacak bir felâkete” işaret edildiğini görüyoruz. Bu canavar; söylemde maddeci değil ama eylemde hayata geçirilmiş olarak maddeci, paracı, faydacı, kendi ifadeleri ile “pragmatist”, menfaatçi; hem de kendisinden çok Yahudi menfaati peşinde Amerika... Faydalanmak için yapılan her şey meşrudur… Kitaptaki ilgili kısımları dikkatlerinize sunuyorum:
“Batının, kendi içinden taşırdığı kısımlarla, daha Batıya doğru ve (Yeni Dünya) ismi altında meydana getirdiği bulamaç, yani Amerika, Batıda kaybolmaya başlayan ruh ve âhengin doğurduğu çileye yabancı, bütün hızını madde plânının cümbüşlerinden alan ve henüz buhranını yaşayacak kadar ihtiyarlamamış bir cemiyet ve kemmiyet harikasından ibaret; ve Batının içinde değil, kenarında bir hâdise olarak kalıyor. O sonradan erme, hazırlop tarafından olma, sıhhatini melezlikte bulma, ruh plânında iğdişliğe sığınma ve madde oyuncaklarıyle avunup sırt çevirme tecrübesinin amelî dehâsı, muhteşem hiçlik...” (42)
“… korkunç bir amelî maddecilik âlemi teşekkül etmeye başlamış ve bu âlem şimdi bütün dünyayı yutacak hale gelmiştir. bu yeni dünya dedikleri Amerika’dır” (54)
“Bugün Amerika, bütün iş şubeleriyle, keyfiyeti ikinci plâna alan muazzam bir kemmiyet köpürüşü; Avrupa da, kemmiyete mağlûp hazin bir keyfiyet çöküşü…
Keyfiyet olmadan kemmiyet, milyonların sıfıra darbına müsavidir.” (351)
“(Amerika) … elinde tuttuğu madde vasıtaları ve manivelâları yüzünden itiraz ve mukavemeti imkânsız kılan bir ucuzluk hegemonyası kurmuştur. Artık fikir mahkûm, âlet gâliptir.
Bugün hayatı, aslâ hesabı sorulmaz, sadece hoş ve ızdırapsız geçirilmeye çalışılır bir ilcaîlik menşuru içinden seyreden Amerikalı, maddeye nihaî derecede tasarrufu yüzü suyu hürmetine ihtiyar Avrupa’nın olanca sesini ve iddiasını boğazına düğümlemiş ve kemmiyette nâmütenahi girift bir ucuzluğu atom bombasıyle müdafaa edecek hale gelmiştir.
“Artık yeni bir ruh tepkisinin yeni ve mânevî bir atom çekirdeğini infilâk ettirebilmesi, şimdiki Amerika’yı Fransız ihtilâli başındaki haline ricat ettirmek kadar çetinleşmiştir.
Batının ucuzluğu, bugün Amerika vâkıası ile müeyyidelidir; ve bunun Batı dünyası içinden değiştirilmesi ancak Avrupa’nın gebe bulunduğu yeni bir davranışa bakmaktadır. Batı ölmeyecekse, bu davranış gelecektir.” (54)
Bedbinlik ve ümitsizlik çığlıkları atmaktan başka bir şeye gücü yetmeyen Avrupa fikircileri ve kuyruğu dik tutmaya çalışmaktan başka ellerinden bir şey gelmeyen madde başarıları ile gururlu siyasîleri, korku ve şaşkınlık içinde; bu zamana kadar her şeye ilgisiz ruhçu doğu, gözlerini ovuşturarak olanları anlamaya çalışmakta...
Madde başarılarının akıbetinin serap olduğunu batı; bâtıl ruhçuluğun hiçlik olduğunu doğu anlasın; anlayacak!
PARLAYAN YILDIZA NE OLDU?
Manzara-yı umumiye demiştik ya… CHP’nin parlayan yıldızı E. İmamoğlu yönünden bakalım manzaraya…
Adalet huzuruna çıkarılmasıyle uzaktan bir mırıltı gibi duyulan inanılamayacak mal varlığı kamuoyu önüne serildi. Gayr-i ihtiyarî dilime, Nedim’in beyti takıldı:
“Mest-i nâzım kim büyüttü böyle bîpervâ seni
Kim yetiştirdi bu gûne servden bâlâ seni”
Ey güzelliğinden dolayı kendine hayranlıkla mest olmuş sevgili, seni böyle her engelden azade kim büyüttü ve selviden daha vezinli ve endamlı hale seni kim getirdi? Sana da seni bu hale getirene de hayran olmamak elde mi?
Sadece yurt içindeki değil, yurt dışındaki mal varlığı da dost düşman herkesin dudağını uçuklattı. Bir liste yapsak sayfalar tutar, hattâ kitap olur. Hazinelerinin anahtarlarını 300 katırın taşıdığı rivayet edilen Kârun, bugün yaşasaydı onu kıskanırdı.
Herkes gibi ben de merak ediyorum bu kadar dünyalık nasıl elde edildi? Ortalama bir kişinin bir ömür; bir evi, bir arabası –haydi bir de yazlığı olsun– olabildiği bir ülkede 54 yaşındaki E. İmamoğlu’nun sihirli formülü mü var? Leblebi avuçlar gibi villalar… Boğaz’a nazır hem de… Yerlere saçılmış bilyeler gibi daireler, muhteşem halılar gibi tarlalar, araziler… İçerdeki ve dışardaki bankalarda hesaplar… Liraya burun kıvıran, hazır asker gibi dizili banknotlar vs… Bu kadar servet edinebilmek için ne kadar sermaye, ne kadar çalışan gerekir? Ve kaç yıl? Evet, “kim büyüttü böyle bîpervâ seni?”
Az zamanda büyük işler yapmış bir ekonomi dehası ile mi karşı karşıyayız? Sadece ekonomi değil, mevki merdivenlerini hızla çıktığına göre siyaset dehası da olmalı… CHP üyeliği, ardından Beylikdüzü ilçe başkanlığı ve başkanı olduğu ilçenin belediye başkanlığı… Dönem sonu rekor seviyesinde bir yüksek atlama; İstanbul belediye başkanlığı… Arkasından CHP’de hâkimiyeti ele geçirme… Partisi adına cumhurbaşkanı adayı olmayı, daha seçime üç yıl varken garantileme...
Şimdi sıra cumhurbaşkanlığında derken… Bir sabah öğrendik ki, öteden beri duyulan üniversite diplomasının geçersizliği, şayia olmaktan çıkmış, haber olmuş. Cumhurbaşkanı adayı olma yolu kapandı. İşler tersine döndü. Üstelik haksız kazanç için örgüt kurma ve teröre yardım iddiaları ile adalet huzurunda...
Balona, partisinden birileri, parti oklarını batırdı. Sönen balon, “bîperva” görünmek gayretinde ve “bu soruyu muhatap kabul etmiyorum” diye efeleniyor.
Kul Himmet üstadım çok yaşa:
“Dünya kadar malın olsa ne fayda!”
Diploması haksız yere iptal edilmiş olsa da… Çalmamış çırpmamış, teröre destek olmamış; yağmur suyundan arı ve temiz ekonomi ve siyaset dehası bir mazlum olsa da… Saçından topuğuna kadar suça bulanmış olsa da… Yol tek… Hukuk yoluyla hakikati ifade… Kendisi için de yandaşları için de… En yapılmayacak olan da şirret yaygaralar. Yenileceğini anlayan güreşçi, minder dışına kaçar. Hukuk dışı her çaba –meşru olsa da, gayrimeşru olsa da– iddiaların doğruluğunu itiraf ve ifadedir sadece. Devamı iıin tıklayın | Bu kaybedişler bizi nereye götürüyor Heybet Akdoğan
Hep gittim ama hep gittim, bilmediğim yerlere kaybettiklerimi götürdüm.
Birçoğumuz için karşı çıkmak kolay olsa da amaçsız bir hayat yaşıyoruz. İlk vereceğimiz tepkinin kolay olması bunun için dikkat çekici ve düşündürücüdür. Bu yüzden anlamsız bir hayatı peydahladık. Ne dünümüz ne de bugünümüz bir türlü bir araya gelemiyor. Beddua edilmiş bir insanın iki yakasının birbirine kavuşamayışına benziyor tüm çabamız. İçini boşalttığımız ruhumuz bu dünyayı boş sanıyor. Bu bilinçle yaşıyoruz hayatı! Kabahat arasak, kendimiz dışında herkes ve her şey kusurlu. Dengesini korumaya çalıştığımız bencilliğimizle, hırslarımızla ve sevgisizliğimizle güzel olan her şeye musallat oluyoruz. Musallat olduğumuz her güzelliği yok ederken, kaybettiklerimizin yokluğuna üzülüyoruz; çünkü yok ettiklerimiz azalırken yaşamımızın gâyesi de azalıyor. Oysa her şey bir bütün hâlinde. Ama bizler bir parçası olduğumuz bütüne dair her şeyden kendimizi alıkoyuyoruz. O bütünlüğün özü olan hakikatten gün geçtikçe uzaklaşıyor ve uzaklaştıkça kutsallarmızdan sıyrılan yaratılış emelinin güzelliği, gözlerimizin göremediği dimağlarımızı karanlık bir âleme çeviriyor. Ve bizler aydınlık sandığımız bu sanal âlemde ilerlediğimizi sandıkça attığımız bütün adımlar yerinde sayışımıza; hattâ bir hareketsizliğe dönüşüyor. Oysa dünyayı var eden, hayata bir hareketlilik ve üretkenlik bahşetmiştir. Olanın bitenin ötesinde insanı ebediyete götüren bir aksiyon ve doğurganlık bu sayede her zaman işler hâldedir. Yeter ki anlayalım ve görelim. Kaybedişlerin kazanıma dönüştüğü ve sonunda ruhumuzun asıl amacına ulaştığı o yol, o istikamet bizleri bekliyor. Bu bir bilmece değil; bilmenin hikmeti ve hikmetin sırlarından biri olan yaratılışın maksadıdır. Bu gerçekle yüzleşmedikçe kaybediyoruz ve hep kaybedeceğiz.
‘Peki, bu kaybedişler bizi nereye götürüyor?’
Kendimize hiç sormak istemediğimiz bu soru ölünceye kadar arkamızdan seslenecek. Ve yine aynı soru ölümlerimizin öyküsünü kurgularken, kendimizi hep sonrasını düşünmeye gecikmiş mevzuların arkasında bulacağız. Cehennem korkumuz zaten bu yüzden azaldı. Üstelik cenneti hayal eden duygularımızı yitireli çok oldu. Özgürüz artık (?). Savaşlarlarla, ihanetlerle ve paylaşmayı aptallık gördüğümüz tüm değerlerimizle, özgürlük dediğimiz dünya meydanında kıran kıranayız. Nereye dönsek orası sadece benim, nerede otursak orası yalnızca bizim mekânımız diyoruz. Fethettik; kavgayı, öldürmeyi, ihanetleri ve düşmanlıkları. Hemen hemen herkesin kötülükten, suçtan yana bir namı var. Haddini aşmış gülüşlerimiz, hadım ettiğimiz dostluklarımız ve imanını yitirmiş insanlığımız görebilenlerin gözlerinde insanlığın utancı artık. Çoğumuzun dışarıya göstermek istediği yapay bir kimliği var. Bunun yanında sevilmeye muhtaç, inciltilmiş ve horlanmış bir ruhumuz da var. Belki bu nedenle dışarıya karşı yapay benlikler inşâ ediyoruz. Sevilmeye muhtaçlığımızı, sevmekten korktuğumuzu ve dışlanmışlığımızı örtbas etmek için doğal olmayan karakterlere sahip olduk. Ne yaparsak yapalım ikisi de biziz. Dahası içimize gizlediğimiz benliğin kendisiyiz. Klinik bir seviyede olmasa da, şizofren kişiliklerin içinden gelip geçiyoruz. Kalabalıklar içinde kendimizin de uzağında yaşıyoruz. Dev kıtaların çağlar içerisindeki parçalanışı gibi asırlardır parçalanıyoruz, küçülüyoruz. Sürekli aksini söyleyip, gerçeklerimizden kaçmaya çalışsak da hakikati yok edemediğimiz için kendimizi gizlediğimiz yerde olduğumuzu bir türlü saklayamıyoruz. Aldanışlarımız yüzümüze devamlı farklı farklı maskeleri takmayı mecbur ettiğinden, aynadaki sûretimize bakarken kim olduğumuzu seçemiyoruz. Ve gecelerin el ayak çekilen vakitlerinde, bulunduğumuz yerde kendimizle başbaşa kalırken; çırılçıplak bir hâlde yalanlarımızın kucağına düşüyoruz. Her zaman meşakkatli ve karmaşık kıldığımız hayatta, olabilecek kötü şeyleri önceden tahmin etmemize rağmen yine de duyarsızız iyi olan her şeye karşı. Bu sebeple ruhumuz tereddütlerle, endişelerle örülüyor. Kendimizi bir an olsun rahat bırakmak, kalbimize dönerek düşünmeye başlamak bizi korkutuyor. Aklımızı kaybetmemek için korkuyoruz! İnsanca olan ne varsa; ruhumuzda bir yara, ağzımızda bir mecaz... Yaşamayı şimdilik beceremediğimiz şeyleri bir gün belki yaşarız diye biriktirip duruyoruz. Oysa bizi hayatla buluşturan nedir? Aynı yerlerde dolaştıran ve yalnızca bir evrende yaşattıran?.. İçimizden geçenlerle, dışımızdakiler kadar yakın mıyız birbirimize? Aynı gezegenin insanları olarak ne kadar tanışabildik? Yoksa uzay boşluğunda her birimiz birer minik gezegen olarak çarpışmadan, kendi yörüngelerimizde dönüp duruyor muyuz? Bu kadar yabancılık, bu kadar yalnızlık başka neyin ispatı olabilir ki?.. Hiçbirimizin bir başkasının sevincini ve kederini omuzlamaya niyeti yok. En yalınkat hâlimizle dahi yaşamak istesek de yine yalnızız. Zaman ilerliyor, tabiat ise durmaksızın bir değişim içinde. Bundan dolayı bizim değiştirmek istemediğimiz ne varsa, üstümüzde bir yük oluyor. Hatıralarımız ise dünde kaldığı için gün be gün azaba dönüşüyor. Ama her şeye rağmen bugün ve yarın bize ızdırap verecek her şeye yalanlar üreterek tükenmeye devam ediyoruz. Benim hâlim diğerinden beter; onun hâli ise benimkine çok benzer. Hepimizi birbirine yakın kılan en büyük gerçek bu! Herkesi yakınlaştırdıkça yakan ve daha fazla yanmamak için uzaklaştıran ıstırap... Hâlbuki bir bilen var. Yeryüzünde duyanlar da var duyulmasını istemediğimiz “imdat” seslerini. Yapabileceklerimizin cazibesi vazgeçtiklerimizin erdemiyle çatışırken “imdat” istediğimiz haykırışlar toprağı çatlatıyor. Yine de değişmiyor bu düzen. Sonunda herkes sadece kendisini ikna etmekle yetiniyor. Ancak, hayat yaratılışın imtihan mekânı: İnsanın önce yaradana sonra ise etrafındakilere karşı sorumlulukların olduğu bir anlamdır. Ama bizler ruhlarımızı hayattan soyutlamaya devam ediyoruz. Gökyüzüne duyduğumuz hasreti, yalnızca kuşlar taşıyor kanatlarında. Fakat uçan kuşları da vuruyoruz. Acımasızlığımın sınırları kalmadı. Hâlbuki ölüm nasıl yaşamaya sınırsa, yaşamak da ölüme sınırdır. Ne yazık ki, ölenler artık ne canımızı yakıyor ne de hayat ve ölüm arasındaki o kısa mesafeyi idrak edebiliyoruz. Amaçsız bir hayatı yaşamaya devam ediyoruz. Her şeyde bir kusur bir noksanlık görüyoruz. Kusur ve noksanlık, idrakine henüz varamadığımız kendi hakikatimiz. Hep gidiyoruz sürekli bir telâş hâlindeyiz. Gittiğimiz her yerde hilkatinden kaçmış heyulalar yeni sûretimiz oluyor.
dönmeliyim
yeniden başlamalıyım yürümeye
yetişmese de ellerim
uzatmalıyım yükseklere
bana kuşlar söyledi
hayatın özü öylece asılı kalmış gökyüzünde Devamı iıin tıklayın | Sivil itaatsizlik Ayşe Yaz
Sizin hiç çocuğunuz kayboldu mu? Sabah bindirdiğiniz servisten akşam inmediği oldu mu? Yahut idarecilerce, sabahları evden çıkan çocuğunuzun günlerdir okula uğramadığı söylendi mi? Siz hiç gökyüzünün altında toprağınızı işleyip rızkınızın peşindeyken kapınız çalınıp evlâtlarınız arasında dağa çıkacak olanın seçimine zorlandınız mı?
Ve yahut onca yıl maddî manevî emek harcayıp üniversiteye yolladığınız, üzerine hayaller kurduğunuz oğlunuz veya kızınızın “Beni aramayın ben halkımın dâvâsı için mücadele etmeye gidiyorum” notuyla telefonu kapandı mı? Bu soruları çoğaltmak o kadar kolay ki, her soruyla onlarca hikâyeyi önünüze serebilecek bir dönemin soruları bunlar.
İşte ülkemizde birileri bu soruların soranı değil bizzat yaşayarak cevaplayanları oldular. Kim midir o birileri? Onlar terör örgütünün kaçırdığı veya propaganda ile ağına düşürdüğü evlâtlarını, terör örgütünün elinden kurtarmak için dünyada eşi benzeri görülmemiş bir direnişin fitilini ateşleyen annelerdir.
O anneler ki; kâinat yaratıldığından bugüne var olan bütün dinler ve kültürlerde insanoğlunun geleceğinin teminatı olan annelik makamının sahipleridirler. Evlât diye yürekleri yanan, karanfil çiçekleri dalından kopartıldığında içlerindeki acıyla nasıl baş edeceklerini, dertlerini kime nasıl diyeceklerini, kimden ne yardım isteyeceklerini bir müddet bilemeyen Diyarbakır anneleridirler.
Toplumsal alanda annelik farklı inşa edilen kıymet ve kutsiyet atfedilen bir konuma sahiptir. Anne bir yanda; yaşam veren, kendini feda eden, hayatı boyunca çocuğuna sorumluluk hissiyle bağlı, toplumu inşa eden bir varlık olduğu gibi diğer taraftan her türlü kötülüğün sorumlusu, iç güdüleri ve toplumsal yargılara boyun eğerek güçsüzleşen birisi olarakta görülebilir.
Bu bağlamda çocukları yaşanılan toplumun onaylamadığı eylemler gerçekleştiren annelerden Diyarbakır anneleri, başlattıkları sivil itaatsizlik eylemiyle anneliğin makul tarafında yer almaktadırlar. Bu şiddetten uzak itaatsizlik eylemi kamuoyuna yapılan bir sesleniştir. Anayasal düzenin ilkeleri içerisinde insan hakları ihlâllerine farklı bir başkaldırı olmasına karşın meşru görülen bir eylemdir.
Diyarbakır anneleri sivil itaatsizlik hareketi; çocukları terör örgütü tarafından kaçırılan annelerin onlara kavuşma umuduyla örgüt ve onun siyasî temsilcilerine karşı başlattığı oturma eylemidir. 3 Eylül 2019 da başlayan eylemlerin zemini, 22 Ağustos 2019 günü bir evlâdı yıllar önce terör örgütüne katılarak kaybolan Hacire örgütüne katılarak şekilde kaybolan diğer evlâdı için gerçekleştirdiği protesto ile başlar. Eylemin ilk kıvılcımını ve zincirin ilk halkasını oluşturan Hacire Akar’ın münferit başkaldırısı toplumsal hak arama mücadelesinde diğer anneleri bir araya getirip eyleme olan inançlarını ve sürdürülebilirliklerini konsolide etmiştir.
Bu eylem Kürt çocukların duygularını kullanıp onları dağa çıkartan terör örgütü başta olmak üzere siyasî temsilcilerine ve de hepsinin üstündeki planlayıcı akıl hocalarına karşı bir duruştur. Annelerce evlâtlarının köleleştirilmesine, başkalarının çıkarları adına kullanılmasına ilk defa yüksek sesle karşı çıkıştır.
Kürt kültüründe de önemli bir yere sahip annelerin, hayatlarını askıya alıp terör örgütüne karşı mücadele başlatmaları, anneliği özel alandan kamusal alana taşıyarak, yaşadıkları bölgede kurulmak istenen korku imparatorluğunu yerle yeksan edişleri takdire şayan bir durumdur. Çünkü o anneler birilerinin güdümüyle yola çıkmış kadınlar değildirler. Onlar yüreklerinde taşıdıkları annelik makamının tezahürüyle can parelerini arayanlardır.
O anneler ki; doğduğu toprakları kader bellemenin yerine herkesi karşısına alıp tüm korkularından sıyrılarak yola çıkmışlardır. Şiddet sarmalının devamını reddedip çocuklarını kandırıp götüren taşeronların kapısında başlattıkları sivil itaatsizlik eylemiyle evlâtlarının akıbetini sormaya gelenlerdir.
Diyarbakır anneleri, sadece Kürt annelerin nöbet tuttuğu bir oluşum değildir. Herkesi karşısına alıp üniversite kapısına kadar taşıdığı kızı veya üzerine hayaller kurduğu oğlu kandırılıp götürüldüğü vakit başını öne eğmeyip, ülkenin batısından güneyinden kuzeyinden kalkıp gelen anaların onlara kavuşma umuduyla örgüte ve onun siyasî temsilcilerine karşı başlattığı oturma eylemidir.
Bu gün dünyayı yönetmeye talip olanlar kadının dünya ya bir varlık getirmesinden memnunlar. Lakin annenin o varlığı kendi kültürel kodları ve inançlarıyla şekillendirmesine razı değiller. Annelerin evlât dediği varlık üzerine kendi çıkarlarına hizmet edecek nice oyunlar kurgulamaktalar. Bu oyunların nicesinden birisi olarak sahnelenmeye çalışılan, dağa çıkartılan evlâtlara karşın Diyarbakır’da bir ananın haykırışıyla başlayan karşı hareket, sadece içinden çıktığı topluma değil tüm dünyada hak arayan evlât sahibi kadınlar adına da bir başkaldırıdır.
Bu anneler bazen yakın çevrelerinden, akrabalarından, dost bildiklerinden dahi destek görmeseler de evlât hassasiyetleri toplumun birleştirici unsuru ve umudu olmuş durumdadır. Ataerkil bir toplumda kadınlardan oluşan bir topluluğun gerçekleştirdiği fiil, kadınların kamusal alanın belirleyicileri olması bakımından da önemlidir. Ayrıca annelerin ısrarlı tutumu onları görünür kılmanın yanında yeni kaybetme vakalarının da önüne geçmiştir.
Toplumun birçok kesimi tarafından kabul gören anneliğe değer biçilemeyeceği ve anne göz yaşının rengi olamayacağı yaklaşımından yola çıkarak, şehit aileleri tarafından da ziyarete edilen Diyarbakır anneleri; eşi benzeri görülmemiş bir cesaretle evlâtlarını en son gördükleri yerde sabırla seslerini dünyaya haykırmaktadırlar.
Örgütlenme tipi ve ortaya koydukları hareket şekli baz alındığında sivil itaatsizlik eylemi olarak meşru bir zemine oturan Diyarbakır anneleri eylemi; kanun dışı olmasına karşın şiddetten uzak olması, barışçıl hedefler içermesi, sessiz ama vakur bir vatandaşlık duruşu ortaya koyması bakımından uzun soluklu olarak devam etmektedir.
Terör örgütünün silâh bırakmasının, amasız fakatsız kendisini fesh etmesinin konuşulduğu şimdilerde, örgütün kırk yıllık distopyası çökerken, 2019’dan beri yaz kış demeden her gün evlât nöbeti tutan Diyarbakır annelerinin ütopyası başlamış durumdadır. Devamı iıin tıklayın | Modern Azerbaycan edebiyatında genç şairlerin şiirlerinde felsefi-psikolojik motifler Servane DAĞTUMAS
Modern Azerbaycan edebiyatında genç şairlerin şiirlerinde felsefi-psikolojik motifler
(Taleh Mansur ve Saddam Laçin’in şiirlerinden uyarlanmıştır)
E “Tamamlanmamış vasiyet” şiirinde yaşam-ölüm geçişleri
Azerbaycan türkcesinde
Bacarmadım gündüzləri yaşamağı
Təkbaşına öz gecəmi yaşayıram
Addım səsi,
Adam səsi,
Eşitməyən söz küçəmi yaşayıram
Nə oğlumu, nə qızımı,
Arzuların bir küncündə
Ürəyimi böyüdürəm.
Bu dünyaya göz açandan,
Kəfən doğan bələyimi böyüdürəm
Qorxutmasın qoy bir kəsi
Qurşaq tutub halay çəkən buludların şaqqıltısı
O ildirim səsi deyil,
O Tanrıdı, ürəyimi alqışlayır
Zaman-zaman edəcəyim,
Neçə böyük günahımı bağışlayır
Tanrı görür...
Gözlərindən soruşuram yerin-göyün:
-Görürsən mi məni indi?
Görürsən mi bu dünyanın istisindən soyuğuna,
Soyuğundan istisinə
var-gəl edən külək kimi narahatam?!
Duyursanmı, zirvələrə toxunduqca ağrılarım daşa dönür?
Gəldiyim yol, getdiyim yol
Göz üstündə bir cüt qara qaşa dönür?
Taleyinə gülümsəyən bir kimsəsiz kədər kimi,
Əridikcə zərrələrim gilə-gilə yaşa dönür.
süzülürəm bu dünyanın ömür adlı yanağından
gedirəm...
Məndən ötru ağlamayın ay adamlar,
Xəbəriniz yoxdu sizin,
hamınızın göz yaşınız məndədi
Ürək deyib köksünüzə əl atmayın, ay adamlar
Mən gedəndə biləcəksiz ürəyiniz hardadı?
Mən gedəndə biləcəksiz ürəyiniz cənazəmdən öndədi...
Türkiye türkcesinde
Gündüz yaşayamadım
Tekbaşıma kendi gecemi yaşıyorum
ayak sesi,
insan sesi,
Duyulmamış sözümün sokağını yaşıyorum
Ne oğlumu, ne kızımı
Hayallerin bir köşesinde
Kalbimi büyütüyorum.
Bu dünyaya göz açtığım andan,
Kefenli çoçuğumu büyütüyorum
Kimseyi korkutmasın
Çevreleyen bulutların takırtısı
Bu gök gürültüsü sesi değil
O Tanrıdır, kalbimi alkışlar
zaman zaman yapacağım
Nice büyük günahımı bağışlar
Allah görür...
Gözlerine soruyorum, gökyüzünün,yeryüzünün
- Şimdi beni görüyor musun?
Bu dünyanın sıcağından soğuğuna kadar görüyor musun?
Soğuktan sıcağa
Gelip giden rüzgâr gibi endişeliyim?!
Zirvelere dokunduğumda acımın taşa
dönüştüğünü hissediyor musun?
Geldiğim yol, gittiğim yol
Gözün üzerine dönen bir çift siyah kaş mı?
Kadere gülümseyen ıssız bir keder gibi,
Eridikçe parçacıklarım damla-damla suya dönüşüyor.
Süzülüyorum hayat denen bu dünyanın yanağından gidiyorum...
Benim için ağlamayın arkadaşlar
Haberiniz yok,
Bütün gözyaşlarınız bende
sakın moralinizi bozmayın arkadaşlar
Ben gittiğimde bileceksiniz kalbinizin neredeydi?
Ben gittiğimde, bileceksiniz, kalbiniz cenazemden önce gidiyor...
Ş
iir derin bir varoluşsal içeriğe sahiptir, insanı gerçek hayatla, manevî dünyası, içsel isyanıyla yüzleştirir. Şiirin kahramanını aynı anda zayıf, güçlü, ümitli, kederli biri gibi tanımlıyoruz. İnsan, mücadelelere ve yalnızlığa mahkûmdur. Şiirde geçen “kefenden doğan çoçuk”, (yaşam-ölüm çatışması, yaşamda ölüm, ölümda yaşamın varoluşsallığı) “gelip giden rüzgâr” (hayatın rahatsız ve değişik olması), “taşa dönüşen acılar” (insanın acılara alışık olması) mısraları semboldür, ölümün nefesini, tadını ve insanın manevî yolunu ifade etmektedir.
Lirik kahramanımız toplumdan kaçıyor, kendini kendi yalqızlığında bulmaya çalışıyor. O, kendi dünyası ile barışık, bu yalnızlığının ağırlığının farkında. Şiirde geçen gece sembolü insanın başbaşa kaldığı, düşüncelere daldığı mekandır:
Tekbaşıma kendi gecemi yaşıyorum
ayak sesi,
insan sesi,
Duyulmamış sözümün sokağını yaşıyorum
“Tamamlanmamış vasiyet” şiirinin başlığı içeriğinde derin bir anlam gizlemektedir. Bu başlık, şiirin ruhuna, kaygılarına ve şairin hissettiği eksikliğe işaret eder. Bir insanın bu dünyada bıraktığı son sözleri- vasiyeti tamamlanmamışdır. Lirik kahramanın hayatı henüz devam ediyor:
Ne oğlumu, ne kızımı,
Hayallerin bir köşesinde
Kalbimi büyütüyorum.
Kahramanımız ilâhi adalete inanıyor. O, nerede olursa olsun, Allah ile arasında kopmaz bir bağ vardır. O, affedici ve takdir edendir:
O Tanrıdır, kalbimi alkışlar
zaman zaman yapacağım
Nice büyük günahımı bağışlar
Kahraman kendi yaşamının sona yaklaşdığını fark ediyor. O, giderken bile kendi varlığının unutulmasını istemiyor, hatıralarda yaşamak istiyor:
Eridikçe parçacıklarım damla-damla suya dönüşüyor.
Süzülüyorum hayat denen bu dünyanın yanağından gidiyorum...
Şiirde insanın kendi acılarıyla beraber, aynı zamanda başkalarının da acılarını, kederlerini paylaşdığını, başkalarının duygularını kendi ruhunda birleşdirdiyini gözlemliyoruz. Onun göz yaşları duygu ve ıztırabları simgeliyor. O, bununla başkalarının acılarını anlıyor, paylaşıyor ve taşıyor:
Haberiniz yok,
Bütün gözyaşlarınız bende
İnsan hayatının geçici olması ve buna rağmen geçiciliğin kalıcı olması, insanın ölürken de yaşıyor olması, fiziki ve manevî varlığın başkaları üzerindeki etkisi şiire felsefi-manevî bir renk katmaktadır. Kahraman hayatla ölümü aynı anda düşünüyor, fakat ölüm onu korkutmuyor. Onun ölümü mutlaka insanları etkileyecek:
sakın moralinizi bozmayın arkadaşlar
Ben gittiğimde, bileceksiniz kalbinizin neredeydi?
Ben gittiğimde, bileceksiniz, kalbiniz cenazemden önce gidiyor..
İnsan, kendi hayatının anlamını, değerini bilmeli ve yaşadıklarını kendi manevî katmanı üzerinden geçirmelidir. “Tamamlanmamış vasiyet” şiirinde bu açıdan kaygı ve eksiklik duygusu hakimdir, insanın ruhundakı bir boşluk, bir tamamlanmamışlık duygusu. Bu hayatın mücadeleleri sonsuzdur, asla tamamlanmayacak. Bu anlamda şiirin başlığı semboliktir. Devamı iıin tıklayın | Ana baş tacı olmalıdır Yaşar Akyay
Mahlûkatın en şereflisi ve halifesi olabilecek formatta yaratılan İnsanın, yaratılıp var edilmesine ana ve babalar vasıta kılınmıştır. Ancak bu konuda annelerin taşıdığı yük, çektiği zorluklar ve sorumluluğu babalara göre çok daha fazladır. O nedenle de annelerin hakkı ile babaların hakkı arasında çok büyük farklılık vardır.
Bu nedenle kültürümüzdeki: “Ana başlara taç imiş, her derde ilâç imiş, Bir evlât pir olsa anaya muhtaç imiş” sözü çok meşhur ve anlamlıdır. Konunun hassasiyeti nedeniyle kutsal kitabımız Kur’an’ı Kerîmde de ana-babaya en basit şekliyle “öf” denilmesi dahi yasaklanmıştır. (İsra, 17/23)
Bir defasında en fazla kime hürmet edeyim diye soran bir sahabeye, âlemlere rahmet ve insanlığa rol-model olarak gönderilen Peygamber Efendimiz 3 defa annene ve dördüncüsünde de babana diyerek (Buhari, Edeb, 2; Müslim, Birr, 1) ve “Cennet anaların ayakları altındadır” (Nesai, Cihad, 6) buyurarak anne hakkının önemine dikkat çekmiştir.
Peygamber Efendimiz başka bir defasında da ana-babasına kavuşup da onlara hürmet ve hizmet ederek dualarını alamayan ve bu nedenle cenneti hak edemeyen kimselerin cebrailin “Allah rahmetinden uzak eylesin” bedduasına muhatap olacağı ifade edilmiştir.(Buhari, Edeb-ül Müfred, 149/1998 Riyad)
Analıktan nasibini alamayıp evlâdını çöp konteynerine koyan vahşi ruhlu kimseler konumuzun dışında olup ana: Evlâdını uyutmak için uykuyu, onu doyurmak için yemeği terk eden, onunla ağlayıp, onunla gülen, o gelinceye kadar yolunu gözleyen, onun topuğuna diken batsa onun acısını yüreğinde hisseden bir şefkat ve merhamet kahramanıdır.
Küçük bir hayvan olan tavuk bile, hiç tereddüt etmeden ve canı pahasına, yavrularına zarar verme tehlikesi olan köpeğe-tilkiye-aslana saldırarak yavrularını korumaya çalışır. Aynı şekilde evlâdını ezilmekten kurtarmak için tırın-kamyonun önüne atlayan veya yanmaktan kurtarmak için ateşin alevleri arasına dalan şefkat ve merhamet abidesi annelerin haberlerini çok işitmişizdir.
Ayrıca evlâdının helâl gıda ile beslenmesi için azami gayret gösteren ve ona abdestsiz süt bile emzirmeyen; çocuğun konuşmaya başlarken ilk kelimesinin Allah (c.c) ve ilk cümlesinin “La ilâhe illallah” olması için azami gayret gösteren ve Abdülkadir Geylani’nin annesi gibi evlâdına malını kaybetme pahasına da olsa yalan söylememesini öğütleyen nice eli-ayağı öpülesi analar vardır.
Bizim vatanımızın isminin dahi yarısını ana kelimesi oluşturur (Ana-dolu), çünkü ülkemizin kurulmasında, düşman işgalinden kurtarılmasında ve kalkınmasında anaların emeği ve fedakârlığı çok büyüktür.
Bunlardan bir iki tanesini hatırlayacak olursak: Şerife Bacı, Kurtuluş Savaşı’nda İnebolu’da bulunan cephanelerin Ankara’ya götürülmesinde çocuğu ve kağnısıyla yer alırken kış şartları nedeniyle Aralık 1921’de donarak öldü…
Anlatılan odur ki çocuğum ıslanırsa bir kişi zarar görür, cephane ıslanırsa millet zarar görür anlayışıyla çocuğun battaniyesini cephaneye sarmış, kendisi de bebeğine sarılıp onun donmaması için uğraş veren bir ana idi.
Osmanlı-Rus savaşının olduğu 1877 yılının 8 Kasımı 9 Kasım’a bağlayan gecesi Ermeniler Aziziye tabyasına sızarak uykuda yakaladıkları askerlerimizi kılıçtan geçirdiler. Bu fırsatı değerlendiren Ruslar da tabyaları ele geçirdiler. Bunu haber alan halk tabyalara hücum etti. Çok kayıp verdiler ama fazlasıyla da Ruslara kayıp verdirerek tabyaları geri aldılar.
Bu mücadelede yer alan Nene Hatun da eşi cephede olup, yaralı olan ağabeyi kollarında can veren, yirmili yaşlarında iken küçük oğlu ve üç aylık kızını bırakacak kimse olmadığı için Allah’a emanet diyerek cepheye koşup, ciddi yararlılıklar gösteren, yaralı olmasına rağmen yaralıların tedavisinde özveriyle çalışan, düşman Erzurum’dan kovuluncaya kadar cephe mücadelesine devam eden fedakâr genç bir ana idi. İşte bu ülke bu tür fedakârlıklarla kuruldu, böyle korundu ve ilelebed böyle payidar olacaktır.
Günümüzde ise analıktan nasibini alamayıp evlâdını çöp konteynerine terkeden vahşi ruhlu kimseler konumuzun dışında olup, evlâtlarını terör tutsağından kurtarmak için nöbet tutan, elleri öpülesi Diyarbakır annelerinin tuttuğu nöbet, gösterdikleri cesaret ve yaptıkları fedakârlık her türlü takdirin üzerindedir. Rabbim onları evlâtlarına, ülkemizi de huzur ve emniyete kavuştursun.
Bununla birlikte bütün annelerin: Evlâtlarını her türlü terör örgütünden, alkol ve uyuşturucu baronlarından, hırsızlık ve fuhuş çetesi ile yabancı hayranlığı gibi inancımıza ve kültürümüze ters, ruh ve beden sağlığımıza zararlı, ilerlememize ve kalkınmamıza engel olan tehlike ve tehditlerden koruma sorumluluğu vardır.
Çünkü çocukların ilk ve en etkili öğretmenleri anneleridir ve çocuklar annelerin yad ellere bırakamayacağı ciğer pareleridir. Hayatımızın en önemli hakikatlerinden biri ise: Çocuklar anne-babaların bir imtihan vesilesi olduğu gibi, anne-babalar da çocukların en önemli bir imtihan vesilesidir. Biz onun için asker ocağında: “Annem beni yetiştirdi bu vatana yolladı, Al sancağı teslim etti, Allah’a ısmarladı” diye marşlar söyleriz.
Şunu unutmayalım ki, bizim dünya hayatındaki huzurumuz da Rabbimizin rızasını kazanarak cennete ulaşmamız da ayaklarının altına cennet serilmiş olan annelerimizin hayır duasını almamıza ve onlara hizmet ve hürmet etmemize bağlıdır.
Rabbim bizlere: Varlığımızın vesilesi kılınan ana-babamıza hizmet ve hürmet edip, onları baş tacı yaparak hayır dualarını alabilmemizi ve bu vesile ile rızasını kazanarak dünyada mutluluk ve huzur, ahirette ise ebedi mutluluk yurdu olan cenneti kazanabilmeyi nasip eylesin. Devamı iıin tıklayın | |
|