Şef Ne İşe Yarar? Ali Erdal
Nereden nereye!..
Peygamber emrini yerine getirip, "dünyanın kilidini" İslâm dünyasına açtığı için "Fatih" unvanlı; krallar valisi mesabesinde kaldığı için "Muhteşem" lâkaplı devlet başkanlarından; "Avrupa ne der?" korkusuyla titreyen sadrazamlara; ve "Avrupa kriterleri" peşinde ömür ve haysiyet tüketen politikacılara…
Bugünkü devlet adamlarının konuşmalarına tahammül edin, göreceksiniz dünyaları, günübirlik basit tartışmalardan ibarettir… Tarih idrakleri, yaşadıkları zaman; mekân görüşleri, seçime katıldıkları yer… Fikirleri, seçime katıldıkları yerin sevdalısı (?) olmaktan; dünya görüşleri, yurt dışından aldıkları telkin ve tesirlerden ibarettir. Tarzları, rakibi kabul ettikleri kişiye karşı bağırıp çağırmak… Vaadleri, sigara paketinin üstünde, sözleri dünde kalır... Sayfalar dolusu programlarının özeti, günü kurtarmaktan ibaret... Şahsiyetlerinin esas maddesi Ziya Gökalp, Tevfik Fikret halitası… Diğer tesirler, yemeğe eklenen tuz, karabiber vesaire gibi.
Bir beyitleri, sözleri, kararları, azimleri bugünlere kadar gelmiş, darbımesel olmuş devlet adamlarını düşünün, bir de bugünküleri… Nereden nereye!.. Everest tepesinden, Lût gölüne!..
Kılavuzlarından biri Gökalp, "Osmanlı Musikisi, Bizans‘tan tercüme ve iktibas olunmuştur!" diyor. Hem Türk sanat müziğine iftira ediyor; hem Osmanlı‘yı, yani Türk‘ün en büyük zuhurunu; Türklüğün dışında sayıyor… Memleketimizde iki musiki varmış; biri ilhamla bizden doğmuş, diğeri taklitle dışardan alınmışmış… Halk müziği yerli, sanat müziği yabancı imiş… Farabî oturmuş, satranç taşını alıp başka bir yere koyar gibi Bizans‘tan almış, Osmanlı sarayına koyuvermiş… Köklerimize yabancılaşan saray ve çevresi de, ilhamla kendimizden doğmuş halk müziği varken, "tercüme ve iktibas"la aparılan Bizans müziğini, hay sen çok yaşa Farabî deyip, baş tacı edivermiş:
"Memleketimizde yan yana yaşayan iki musiki vardır. Bunlardan birisi halk arasında kendi kendine doğmuş olan Türk Musikisi, diğeri Farabî tarafından Bizans‘tan tercüme ve iktibas olunan Osmanlı Musikisi‘dir. Türk Musikisi ilham ile vücuda gelmiş, taklitle hariçten alınmamıştır. Osmanlı musikisi ise taklit vasıtasıyla hariçten alınmış ve ancak usulle devam ettirilmiştir." (Türkçülüğün Esasları)
Hayatın her sahasına tesir eden ve her sahasından tesir alan ekolleşme ürünü bir sanat dalından söz ettiğinin farkında değil ki, bir kitaptan bahseder gibi "tercüme ve iktibas" edildiğini söyleyebiliyor. Haydi "iktibası" anladık, "taklidi” de anladık; musikinin "tercümesi" nasıl olmuş? Bir de şu tezata bakın… Milletin bir kısmı kendi müziğini doğurabilirken, diğer kısmı müziğini dışardan alıyor… Biri dünyada diğeri ayda mı; birbirlerinden etkilenmiyorlar? Şu saçmalığa bakın... Birini yabancıdan alındı diye kendinden sayma, diğeri için yabancı usule kucak aç… Halk müziğini, "kendimizden doğmuş" diyerek takdir ediyor ama ona yakıştırdığı, sanat müziğine yaptığı iftiradan beter... Nazarında halk müziğimiz; ıslah edilmezse yüzüne bakılmayacak ekşi dağ eriği… Tedavisi gereken sakat çocuk… Belli ameliyelerden geçmeden yenmeyen acı zeytin… Neyse ki Batı var… Bu sahada da imdadımıza yetişiyor:
"Millî mûsikîmiz, memleketimizdeki halk mûsikîsiyle Batı mûsikîsinin kaynaşmasından doğacaktır. Halk mûsikîsi melodilerimizi toplar ve bunları Batı mûsikîsi usulüne göre armonize edersek, hem millî hem de Avrupalı bir mûsikîye mâlik oluruz." (Türkçülüğün Esasları). Deveyle kuşu birleştirecek ve devekuşuna sahip olacak… "Kendimizden doğan" yabancı usulle nasıl millî olacak? Kendimizden doğar da, usulü olmaz mı?.. Kendi eserinde tezatları sırıtan bu adam, birilerinin nazarında "büyük mütefekkir", iyi mi!..
Halk Fırkası nizamnamesini (daha o zaman tüzük uydurulmamıştı) de hazırlamış olan "büyük mütefekkir”in (!), en büyük iftirası, "yol haritası" çizmeğe çalıştığı Türk milletine… Edebiyat, sanat ve kültürde, dolayısıyle de müzikte dünyanın ilk sıralarında yer alan, şu kadar bin yıllık millete… Dünyanın en büyük devletini, cihan hâkimiyetini kurmuş bir millete… "Millî mûsikîmiz, halk mûsikîsiyle Batı mûsikîsinin kaynaşmasından doğacaktır.” iddiası; bu millete "millî müziğini meydana getirememiş ilkel topluluk" demek değil midir Allah aşkına? Esir toplulukların, burnu halkalı kabilelerin bile kendine has müziği olduğunu bilmekten bile gafil... Haydi, Mehterân‘ı bilmiyor (veya yok farzediyor), Batı‘yı rehber edinenin, "Türk Marşı"ndan da mı haberi yok? "Büyük mütefekkir"in (!) haline güler misiniz, öfkelenir misiniz?.. Ya onu "büyük mütefekkir" sayanın ve sananın haline güler misiniz, ağlar mısınız? Sayanın haline gülmeli, sananın haline ağlamalı... Kendi başını bağlayamayan, gelin başı bağlayacak ve "Türkçülüğün esaslarını" belirleyecek… Bir insan, mensubu olduğunu söylediği milletin değerlerini bu kadar hor görür ancak…
Onun yüzünden müziğimiz (ve bütün değerlerimiz) hor görülüp evlâtlıktan reddedilmeseydi; çocuklarımızın başlarında kaval ve bağlama parçalanıp, flüt ve mandolin ellerine –şeker gibi mi desem, sopa gibi mi desem– tutuşturulmasaydı; şahsiyetsizliğe ve değerlerimizi inkâra müşahhas örnek ve zemin olmasaydı söz konusu etmeye, hattâ saçmalamış demeye bile değmezdi… Ne yazık ki, "Halk mûsikîsi melodilerimizi toplar ve bunları Batı mûsikîsi usulüne göre armonize edersek, hem millî hem de Avrupalı bir mûsikîye mâlik oluruz" sözü, diğer sahalardaki benzerleri gibi, taklitçi maymunların nabızlarına uygun şerbet oldu. Öyle bir mütefekkir ihtiyacı içinde idik ki, sahtesi bile bir matah sanıldı. "Haydi, millî musikiye malik olmak” ihtiyacını anladık, "Avrupalı musikiye malik olmak" ne lâzım diyen çıkmadı. "Millî musikiye sahip olmak" adına, öyle bir sam yeli estirildi ki, nesiller, kendinden şüphe ve aşağılık duygusu ateşleri içinde kavruldu, kavuruldu. Hele öğretmen okullarında… Batılı müzik dehalarının hayatlarını ezberletmekten tutun, Batı melodilerini çift sesli çaldırmaya, hattâ zorla konserler dinletmeye kadar… Bütün kapıların millî değerlere kapatılmasına, Batı değerleri için bütün imkânların seferber edilmesine, hattâ Türk musikisinin yasak edilmesine kadar… (tvnet‘te Türk sanat müziği sanatçısı Gönül Paçacı Tuncay anlatıyor:
"−1926‘da bir Türk musikisi eğitim yasağı, önce 1924‘te biliyorsunuz Tevhid-i tedrisat var, ondan sonra da Dârüleytam‘da Türk musikisi, alaturka eğitim katiyen eğitim maksadı taşımamak kaydıyla küçük bir hocalardan oluşan icra heyeti bırakılıyor.
Sunucu Ayşe Böhürler −Türk musikisi bir irtica faaliyeti olarak görülüyor, diyebilir miyiz?
−Geçmişle ilintilendirilmiş bir alan olduğu için böyle de diyebiliriz. Ben bunu seneler sonra rahmetli Ahmet Adnan Saygundan da, gazetelerde de beyanatı çıktı. 'Türk musikisinin okullara girmesi, irticanın sarıksız olarak dönmesidir' diye bir beyanatı vardı." (Türk Kahvesi, 11.02.2019)
Açıkça söylediler zaten: "Halka rağmen, halk için!"… Görüyorsunuz, "Yerine göre demokrasi rafa kaldırılabilir" ve "Türkiye‘nin özel şartları var" sözlerinin kaynağını… Hangi "büyük mütefekkire" (!) dayandığını...
Batılı olmayı sağlayacak, etkili araçlardan biriydi müzik eğitimi… Batıcılığın "enstrümanı"... Müziğimiz Bizans‘tan alınmış veya alınmamış, millî veya değil, hiç mühim değildi… O bir bahaneydi… Halk, vazgeçirilmesi gereken bir hayat yaşıyordu; onu bu yaşayışından, –istemese de– kurtarmak, "asrî olmasını" sağlamak, "muasır olmasını" sağlamak, aydınların göreviydi… Asrî, asra uygun; şimdi "çağdaş yaşam" diyorlar… Müzik sahasında yapılanlar, hayatın her sahasına şamil bir eskiyi çöpe atma, Batı‘dan yerine (akıllarınca) iyisini, doğrusunu, güzelini alma hareketinin bir parçası… Kolayca uygulanabileceğini sandıkları bir gayretkeşlik.
Değerlerimizi inkâr ve Batı‘ya hayranlık Gökalp‘tan ibaret değil… Tevfik Fikret, bu yönden ondan daha ileri… Avrupa‘ya tahsile gönderdiği oğluna "ziya kervanı"nı bulmasını ve orada "ne varsa" alıp gelmesini söylüyor:
"Bir ziyâ kervanı bul ve katıl.
Dâima önde, dâima yukarı;
Gez, dolaş, kâinat-ı efkârı;
Pür- tehâlük hayât ü kuvvetten
Ne bulursan bırakma: San‘at, fen
İtimat, itinâ, cesaret, ümîd;
Hepsi lâzım bu yurda, hepsi müfîd
Bize bol bol ziyâ kucakla getir”
Oğlunu gönderdiği yer de İskoçya… Avrupa‘nın bir fikir ve sanat merkezi bile değil. Oradan bile "ne bulursa" getirecek. Elektrik mühendisi olması için gönderdiği oğlu "fen" getirecek; kabul diyelim. Ama "san'at” da getirmesi isteniyor. Hattâ "itimat, itinâ, cesaret ve ümit" gibi her yerde kazanılması mümkün, fert ahlâkı ve psikolojik değerler bile oradan getirilecek. "Ne bulursan bırakma!". Oradan alınacak her şey iyi. "Hepsi lâzım bu yurda, hepsi faydalı". O günün aydınının yakalandığı hastalık, bir ruh hali… Bize bol bol "ziya" getirecek… Bizim dışımızdaki her yerden… Bu psikozun iki tipik örneği de Gökalp ve Fikret...
Okuma kitaplarında;
"Eskiyi unut,
Yeni yolu tut,
Türklüğe umut
Sen ol çocuğum!"
Deniyordu… Bizde bir değer olmadığı için Batı‘ya kucak açmak gerektiği; şöyle böyle bir değer varsa, onun da Batı‘dan takviye ile işe yarar hale getirilebileceği; devlet, okul, öğretmen, bütün imkânlarla ve kanun tarafından resmen ve en yüksek perdeden söylenmesinin; hem de aksini en alt perdeden bile iddia etmenin mümkün olmadığı bir tarzda söylenmesinin, nasıl bir ruhî boşluk meydana getirdiğini herkesten çok o baskı altında kalanlar bilir. Millî eğitim bakanlığı da yapmış olan Hasan Âli Yücel‘e göre, Türklüğe umut olmak isteyen, eskiyi unutmalıdır. Hiçbir şey düşünme, sebep sorma, bunun sonucu kötü olur deme, bu milletçe bir hafıza kaybıdır diye tasalanma; yoksa "gerici" olursun (o zaman 'mürteci' diyorlardı); sadece unut!.. Bütün öğrencilere ezberletilen ve her vesile ile okutulan bu manzumeyi, o zaman ne kadar anladım bilemem ama, "eskiyi unut!" tavsiyesi, (ne tavsiyesi; emir, emir!.. CHP emreder.) bedenimde kalmış bir kurşun gibi hafızama çakılı kaldı. Dinmeyen ağrı... Düşünün… Millî eğitim bakanı; milletine değerleri reddet, yani hafızanı kaybet diyor…
Bir müzik hocamız vardı. O zihniyetin "sahadaki" fanatiklerinden biri. 1950‘li yılların sonları. "Şef" dedi mi, bir şef daha çıkardı ağzından. "Şef, Batı‘nın insanlığa bir hediyesi" imiş… Müziği tek sesli olan toplum ilkel, çok sesli olan ileri olurmuş… Çok sesli müziği olan medeniyet, demokrasiyi icat etmiş… Orkestra ve şef uyumunu sağlayan medeniyet ancak başta demokrasi olmak üzere, bütün evrensel değerlere (o zaman cihanşümul deniyordu) sahip olurmuş. Bizde şef de yokmuş... Batı usulleri ile işe yarar hale getirilebilecek olan müziğimiz de tek sesli imiş… Orkestra da yokmuş bizde… Orkestra olmayınca "şef" olur mu? Felâket üstüne felâket... Tabiî ki demokrasiyi anlayamazmışız… Bunun için Batılı usullere göre müzik eğitimi şartmış. Bu eğitimi alacak nesillerle zaman içinde cemiyetimiz orkestraya da, şefe de; haliyle orkestra ve şef uyumuna kavuşurmuş... Yani demokrasiye, insan haklarına, kısaca Batılı medeniyet seviyesine (o zamanlar muasır medeniyet deniyordu) kavuşurmuş… Ne kadar kolay... Tatlı cadı, burnunu oynatacak, saray anında karşımızda... Gelecek nesli yetiştirecek öğretmenler olarak, bize düşüyormuş bu kutlu görev… Bize ne mutlu imiş... O hocalarımızın, Batıda seçimlere katılma oranının düşüklüğünü şimdi nasıl izah edeceklerini bilmek isterdim. İnsanlık piramidinin en üstündeki Kâinatın Efendisi‘ni rehber edinmiş millet, tek Allah inancını "teslise" çevirmiş cemiyetten, "şefi" öğrenecek... Komediye bakın!.. Komedyenlere de bakın! Komedyenlere hayran olanlara da...
Türkçe hocamıza göre biz, Fikret‘in, tanrılardan ateşi çalıp insanlığa kazandıran (Promete)si gibiymişiz. Milletteki meskeneti giderecek; ruhu, benliği ve idraki besleyecek şeyleri, milletimize kazandırmalıymışız. Zira oğlunun şahsında bize sesleniyormuş:
"Yüklen getir –ne varsa– biraz meskenet -fiken,
Bir parça rûhu, benliği, idrâki besleyen…"
Dâvâ ahlâkını bile Fikret‘ten öğrenmeliymişiz. Ateşi insanlığa kazandıran kahraman gibi, Batıdan milletimize değerler kazandırma görevini yaparken, (Promete)yi örnek almalıymışız… İsmimizin duyulması ve para kazanmak için yapmamalıymışız… Biz bu dâvânın "meçhul askerleri”ymişiz…
"Gökten dehâ-yi narı çalan kahramânını...
Varsın bulunmasın bilecek nâm ü şânını!..”
Uzun lâfın kısası… Şapkadan, demokrasiyi özümsemiş bir cemiyet çıkarılacak… Hep tavşan çıkacak değil ya... Cemiyet, şapkanın ters çevrilmesi gibi değiştirilecek. Kültür erozyonu:
"Ülkenin kanı değiştirilir gibi kültürü değiştirildi. Artık ne yazısı vardı, ne müziği, ne de geçmişi. Bunun yerine yeni değerler sistemi oturtulmaya çalışıldı.
Halka Latin alfabesi öğretildi. Alman besteci Paul Hindemith davet edilerek polifonik müzik eğitimi başlatıldı. Dolayısıyla ülkenin aydın kesimi, yüzlerce yıldır ait olduğu Doğudan koptu, ama Batı kültürüne de eklenemediği için arada kaldı.
Kültüre siyaset penceresinden bakmanın getirdiği eksiklikti bu.
Bugün Türkiye ne Batıdır, ne Doğu. Ne Akdenizdir, ne Kafkasya! Ne Yunan-Latin kültürünü derinlemesine bilir, ne İslâm kültürünü!
Okur yazarlarımız; Arapça, Farsça, Latince, Yunanca gibi kök uygarlık dillerinden yoksun olduğu için İbnü‘l Arabî‘den, İbni Rüşd‘den, El Gazalî‘den uzak olduğu kadar, Platon‘dan, Sokrates‘ten de uzaktır.” (Zülfi Livaneli; Sabah, 07.09.2001)
Bu kendi değerlerini inkâr psikozuna karşı, müdafaa refleksiyle, hocaya inanmış gibi görünen öğrenciler ders dışında, alaycı bir tavır takınırdı… Notada herşey belli, her saz notaya göre çalınacak, şefin sopasını eşek kuyruğu gibi sallamasına ne lüzum var diyenden; lokantada garsonu şef diye çağırıp, nasıl şef işe yaramaz dersiniz, bak yemeğimizi getiriyor demeye kadar… Hiçbir öğrenci okul korosunun şefi olmak istemiyordu. Sınıfta bırakma tehdidiyle, kabul etmeme şansı olmayan kabiliyetli öğrencilerden birine yıkılırdı... Bu tehdit açıkça yapılmazdı...
Peki, geçen şu kadar zaman içinde, bunca emeğe ve paraya, eğitim hamaratlığına, resmi ve gayriresmi çabalara karşılık sonuç ne olmuştur? "Dehâ-yi nar" her tarafı aydınlatmış mıdır? Yeni nesiller yetiştirilebilmiş ve ona uygun cemiyet meydana getirilebilmiş midir? Orkestra hüviyetinde bir toplum, yani devlet başkanı etrafında kenetlenmiş bir millet olduk mu; yoksa devletin bütün kurumları, birbiri ile sürtüşme, didişme, itişme, kakışma, takışma, tartışma halinde mi? Hâlâ, seçime katılmama rekorları kıran Batıdan demokrasi dersi almaya devam mı ediyoruz. Yoksa bir mafya dizisindeki bir kahramana söylettikleri gibi, devlet arabası "patinaj” mı yapıyor?..
Şimdi desek ki, işte kılavuzlarınıza güvenmenin akıbeti!.. Kim, ne cevap verebilir? Sorulardan vazgeçtim; şeften meften de vazgeçtim… Hâlâ istediğiniz gençliği yetiştirebildiniz mi, diye sormaktan da vaz geçtim... Eğitiminize uygun şöyle bir melodicik olsun mırıldanan, kendisini o melodicikle ifade eden bir tek genç olsun yetiştirebildiniz mi? Batı müziği özentisi ile bestelenen "yapıtların" bir tanesini olsun cemiyete kabul ettirebildiniz mi? İşte eseriniz: Sırtında yabancı firmaların reklâmlarını taşıyan yığınlar ve İngilizce özentisi isimler taşıyan işyerleri sıralanmış caddeler... Boşa harcanan emekler, 300 kelimeyle konuşan, 30 kelimeyle yazışan, Türkçe vurgularını kaybetmiş nesiller, paralar vesaire... Övünebilirsiniz!..
Kime ne soracaksın? Karşımızda muhatap bile yok, "halka rağmen halk için" gayretkeşlerinden… Gençlik, kapanın elinde kaldı ama bunun acısı duyulmuyor.
Çanakkale‘de pek çok gencin şehit olması, yarınımız ne olacak endişesini doğurdu, onun için türkünün nakaratında "Gençliğim eyvah!" deniyor. O gün için böyle söylemek şahsî gençlik çağlarımızın boşa gittiğine hayıflanmak değil. Bugün biz; terörden uyuşturucuya, eğitimden politikacıya, televizyondan internete, mafya kahramanlarından komplo teorilerine (ve gerçeklerine, komplolara) her türlü tesirin altında heba edilen gençlerimiz için söyleyebiliriz: "Gençliğim eyvah!"
Nereden, nereye! Everest tepesinden Lût gölüne…
Önce "eser" lâzımdı… Gerçek eser… Korodan, solistten ve virtüözden önce… Şeften önce... Cemiyet isimli koronun, solistinin, virtüözünün ve şefinin eline verilecek eser… Birilerinin dayatması değil, herkesin rıza ile uyacağı, uygulayacağı, aşkla ve şevkle icra edeceği eser… Eser diye cemiyet önüne konulan tezatlarla dolu saçmalıklara dayanmanın akıbeti; krizler, ihtilâller, terör, uyuşturucu ve kaostan başka ne olabilirdi…
Bunca yıl sonra, bunu olsun anladık mı? Devamı iıin tıklayın | Teşhis Ali Erdal
Uzun bir bekleyiş… Tavana dikili gözleri şimşeği, kulakları göklerin sesini kolluyor… Bu bekleyişle, vücudu taş kesilmiş gibi oldu…
Oda bir anda ışık çağlayanı içinde kaldı ve arkasından gökler gürledi. Karanlıkta mumya gibi yatıyor... Göklerin gürlemesinden, evinin kenarındaki bir Çin ejderhası gibi uzanan denizin homurtusundan mânâlar çıkarmaya çabalıyor. Birden yanı başında beklenmedik bir ses… Karısının sivri tırnakları yorgan üzerinde geziniyor ve tüyler ürpertici bir ses çıkarıyor. Dayanamadı, yataktan fırladı. Açık kapıdan süzüldü. Bir sigara aradı ve buldu. Titreyen elleri, kibriti düşürdü. Yerlere saçılan kibritlerden birkaç tanesini el yordamıyla buldu.
O an şimşeğin kırbacı camda şakladı. Parıltıda karısının yatakta dönüşünü görmesi tırnak cızırtısını hatırlattı. Kibrit sesine tahammül edemeyeceğini anladı. Gök gürültüsünü dinlemek için can atıyor da, onun bir çeşit maketi, yanan kibritin sesine tahammül edemiyor. Elinde sigara ile en yakın koltuğa kendini bırakıverdi. Denizin homurtusunu dinliyor ve gök gürültüsünün orkestraya katılma anını kolluyor. Üstün bir besteyi başarılı icracılardan dinliyor sanki. Her notasına mıknatısa kapılan iğne gibi kendini teslim ediyor…
Bir zaman sonra, sigaranın hatırına, kibrit sesine katlanma gücünü buldu kendinde. Baktı ki, elleri bomboş… Gök gürültüsü, kollamayı ihmal ettiği bir anda orkestraya katılıverdi. Bunun üzüntüsüyle daha çok titreyen elleri, sehpanın üstündeki vazoyu deviriverdi. Bütün sesler, incecik kulak zarlarına insafsızca saldırıyor. Vahşi hayvan sürülerine, incecik kulak zarları ne yapsın?.. Seslerden çektiği ıstırap sebebiyle, yatak odasındaki karaltıyı fark edecek halde değil…
●
Güzelliğinden ve makyajından lüzumundan fazla emin genç kadına, televizyon kameraları karşısında soruluyor:
–Başarılı bir besteci olan kocanızın, bir psikiyatri kliniğine yatırılması durumu nasıl ortaya çıktı?
Makyajı kadar sesinden ve konuşmasından emin genç kadın tane tane anlatıyor. Kelimeler bir âhenk çağlayanı halinde dökülüyor, nar gibi boyalı dudaklarının arasından:
–Eskiden… Sıhhatli olduğu zaman yani… Her işin bir sesle sonuçlanmasını isterdi. Meselâ sessizce konmuş bardak, onu rahatsız ederdi. Koyarken (tık) dedirtmeliydi. Son bir ay içinde… Tam tersi bir hal içine girdi… Seslerden ürker oldu… Yakın zamanlarda, seslerden mânâlar çıkarmaya başladı. Çatal kaşık seslerinden, yemek yiyenlerin düşüncelerini anlamak, ayak seslerinden görmediği insanların kişiliklerini bilmek… Kapı zilinin çalınışından gelenin maksadını anlamak gibi…
–Sizi de aynı şekilde değerlendirdiği olur muydu?
–Duyduğu her sesi…
–Bu değerlendirmeler, isabetli olur muydu?
–Hem de ne isabet… Bir keresinde bir misafirimize, yalan söylüyorsun, diye çıkıştı. Yalan söylediği, sonradan ortaya çıktı. Bunları sözlerden ve onların mânâlarından değil, seslerin tahlilinden anlıyordu. O tahlil demiyor, ben öyle ifade ettim. O, bu yaptığımın dilimizde karşılığını yok, diğer dilleri bilmiyorum, diyordu. Son günlerde dayanılmaz bir hal aldı. Hani, kızılötesi, morötesi tabirleri vardır ya… Kocam da “ses ötesi” diyordu…
–Ne demek oluyor bu?
–Her sesin, duyulanın dışında, onun tabiriyle “ötesinde” bir mânâsı var… Görülenin ötesini, birtakım âletlerle bilmek mümkün oluşu gibi… Gözü daha keskin olanın, az görenden daha ilerisini gördüğü gibi… Sesleri de aynı şekilde değerlendirmek mümkün…
–Sanki o konuşuyor…
–Bir gün, sigara dumanının bile sesi var ve ben onu duyuyorum, dedi. Bir sanığa karşımda sigara içirsinler, suçlu olup olmadığını söyleyeyim…
–Sigara dumanı mı ona söyleyecek?..
–Öyle değil… Bandlara, kasetlere, disketlere nasıl bilgi kaydedilebiliyor ve okunup anlaşılabiliyorsa, sadece sigara dumanına değil, Allah her yere ve her şeye büyüklüğünün alâmeti olarak, bilgi kaydetme imkânı veriyor… Öyle diyordu… Görebilen görüyor, duyabilen duyuyor… Bunun konuşma ile ve dille ilgisi yok… Sigara dumanı ona ayrıca söylemiyor… Son zamanlarda hiçbir sese tahammülü kalmamıştı. Kibrit çakamaz, çakmak kullanamaz olmuştu… Sigara içemiyordu… Bir gün, sükûtun bile sesi var, demişti… Bir büyük zatın sükûtu ile, benim suskunluğum, bir mi?.. Hiçbir sese tahammül edememek nedir; çeken bilir… Biz lâfını ederiz sadece…
–Bir kliniğe yatırılması konusunda ne diyordu?
–Bir gün yemek yerken, intihar etmemden korkuyorsun değil mi, demişti…
–Öyle miydi?
–Evet… Şöyle dedi: Şu ana kadar, aklımın ucundan bile geçmedi… Yarını kim bilebilir? Bu halimde, çilemden hoşnudum… Yaratan’dan bir hediyedir bu bana… Bir zulüm değil, bir lütuf olduğunu hissediyorum. Ve, “öyle sermestim ki” diye bir şiir okudu…
–Sokağa çıkmak bir dert olmuştur, onun için?
–Hem de nasıl… Bir gün evde… Radyodan bir eseri çalınıyor… Bir komalık bir yanlış ses söyledi, sanatçı… Daha doğrusu söylemiş… Düştü bayıldı… Son günlerde bayılmak sıklaşmıştı…
–Beste yapıyor muydu?
–Beste yapmak kim, ben kim… Sık sık böyle söylüyordu… Elinden gelse, bütün bestelerini imha etmek istediğini söylüyordu. Ses bir defa çıktı mı, geri dönmüyor, diyordu. Bir gün, eroin krizi gibi bir hal içinde çığlık çığlığa… Haykırıyor… Seslerin ideal terkibi nerdesin!.. Nerdesin, ey üstün beste?..
–Peki efendim, sizi bir de biz üzdük… Fakat dahi sanatçımızın halini, -bunun soylu bir sanatçı hafakanı olduğuna kaniyim- halkımız öğrenmek istiyor; haklıdır… Bir bestesini hep birlikte dinleyelim…
●
Kliniğin favorileri kırlaşmış ince bıyıklı baştabibi, ağızlıklı sigarasını kül tablasına koydu, ellerini önündeki lüks sümene dayadı; döner koltuğuna yaslandı:
–Ender bir vak’a… Hastamızı ses geçirmez odaya aldıktan sonra, sakinleşeceğini umuyorduk… Orada bile duyduğu seslerden dolayı çığlıklar atarak bayıldı…
Kalın enseli ve göbekli profesör:
–Bir ara sakinleşti… Dünyadaki tüm müzik türlerinden örnekler istedi…
Aralara sıkıştırdığı kelimeler dışında konuşmayan biri:
–Listeyi kendisi hazırladı…
Anlatma zevkine engel olunmasına canı sıkılan baştabip:
–Hepsini kısa dinlemelerden sonra, fırlatıp attı…
Bilmem ne üniversitesinden, özel olarak getirtilen bol unvanlı “uzman” mübalağalı bir ciddiyet içinde.
–İçki, kadın, uyuşturucu gibi şeylerle alâkası?..
Değişik kelimelerle hepsinden aynı cevap:
–Önceden olduğu gibi katiyen meyletmedi…
–İntihar teşebbüsü?..
Koro:
–Asla!
Koronun, pırıldayan şahsiyeti ile “ben bu sıradan insanlardan farklıyım” diye âdeta haykıran genç doktor:
–İntiharı, kutsal olduğuna inandığı çilesine karşı bir kaçaklık, bir vefasızlık görüyor… Bayılmak için de, idrak firarı, diyor… Bayılmasını, önleyemediği için, ne kadar üzüldüğünü, ifade mümkün değil…
●
Beyaz saçları ve bal rengi gözleri nurla yıkanmış ihtiyarın, ağzından da nur dökülüyor. Tek kelimesini bile kaçırmamak için dikkatle dinleyenlerin arasında, tam karşısında bulunan “sıra dışı” doktora bakarak konuşuyor:
–Tıkacını çıkarınca, her yanı fışkıran sularla ıslanan Nasrettin Hoca çeşmeye, meğer senin ağzını tıkayanın bir bildiği varmış, diyor… Ses idrak sınırı birazcık genişletiliveren insan, bakın ne hale geliyor… Demek Allah’ın ses idrakimize bir sınır çizmesi bir merhametmiş… Sadece sınır çizmesi değil, birazcık çizgiye dokunuvermesi ve sınırı hafif açıvermesi bile bir merhamet…
Sustu… “Sükûtun da sesi vardır” diyene hak verdi, genç doktor… Nur yüzlü ihtiyar, ona bakarak tane tane:
–Demek o kadar, uzman bir araya geldiniz… Bir teşhis koyamadınız… Bir de ben çalayım diye eline aldığı saza Hoca, hep aynı sesi verdirmiş… Bu işin uzayıp gitmesi üzerine sebebini soranlara, herkesin arayıp da bulamadığı ses işte bu; onu ben buldum; diye cevap vermiş… Büyük sanatkâr o adam… Herkesin muhtaç olduğu sesi arıyor… Güzel seslerden, Allah kelâmını duymaya muhtaç!.. Şifası o… İnsanlığın şifası o… Ne mutlu o sanatkâra ki; gerçek, üzerinde tecelli ediyor!.. Devamı iıin tıklayın | Seçimlerin Değerlendirmesi Ali Erdal
Değerli gönüldaşlar!
Bizim bu seçimlerimizin ehemmiyeti konusunda bütün dünyada bir ittifak var. Aslında dünyada memleketlerden birisi, milletlerden birisi… Niye yani bizim seçimlerimize bu kadar ehemmiyet veriliyor? Daha doğrusu ehemmiyeti görülüyor, hissediliyor. Avrupa’nın kendisinin üçayağından birini teşkil eden, bizimle birlikte yapılan Yunan seçimlerine daha fazla alâka göstermesi gerekir hâlbuki. Mesela Bulgaristan seçimlerine… Buna rağmen bizim seçimlerimize fazla ilgi gösterilmesinin sebebini keşfetmek lâzım. Acaba ilgi seçime mi, seçim dışında başka tesirler mi var?
Moritanya!.. Moritanya dediğiniz ne ki, dünyada esamesi okunmayan bir topluluk, bizim seçimlerimizi kutluyor. Hem de nerede? Amerika Büyükelçiliği önünde.
Bir tarihte umrede… Mekke’ye indik… Bir aksilik olmuş, arabamız gelmemiş, bizi bir yere götürdüler, bir tamirhaneymiş. Orada araba bekliyoruz. O gün de Türkiye’nin, bir başka devletle maçı var. Varmış daha doğrusu, ben bilmiyorum. Orada çıraklar, kalfalar, çocuklar falan çalışanlar heyecanla maçı takip ediyorlar. Türkiye gol attı mı sevinçlerinden uçuyorlar. Demek ki bu işte, seçimin dışında bir şey var, bize gösterilen alâkada. Kudüs sokaklarını gördük. Seçim öncesinde dua ettiler, sonuçlarını nasıl dualarla, sevinçlerle kutladılar.
Sadece seçimlere mi? Mesela bayrağa, Türk bayrağına gösterilen alâka… Bu bayrak, temsil kabiliyeti çok yüksek bir bayrak. Bu milletin nasibi, temsil üstünlüğü olan bayrak.
Şimdi biz bu tespiti yaparken bir Türk olarak sevinçle, memnuniyetle yapıyoruz ama bir başkası da meselâ bir düşman da aynı tespitleri yapmalı. Dost haydi haydi… Yani objektif bir hadise şimdi söyleyeceklerimiz. Bir bayrakta bu kadar çok temsil nasıl olabilir? Bakın neleri temsil ediyor…
Şehitlerin kanını, İslâm’ı, Kelime-î Tevhidi, Besmeleyi ve yıldız bir milleti, Türk milletini temsil ediyor… Ve yıldız da yine o milleti besmele olarak temsil ediyor. Ve o millet, Türk milleti hakikatin önünde yani İslâm’ın önünde diz çökmüş vaziyette, bu mânâyı temsil ediyor.
Sınırsız ufuk… Bir bayrak olursa böyle olur. Bundan daha üstünü olamaz, dedirten bir bayrak. Ne diyor Balkanlardaki kişi, siz bu bayrağı sadece sizin bayrağınız zannetmeyin. Kendi bayrağını ikinci plâna hatta üçüncü plâna atarak dükkânından kaldırıyor ve yerine Türk Bayrağını asıyor. Öyleyse bunun derin kökleri olmalı. Ve bu derin köklerin bugünkü seçimlere etkisi olmalı.
Hep düşünmüşümdür, Peygamber Efendimiz (sav) dünyadaki pek çok hükümdara mektup gönderdiği halde Türk kağanına mektup göndermemiş. Müslüman ol dememiş. Tabii bunun hikmetleri vardır, Allah muhafaza sitem edecek değiliz.
Ve biz İslâm ordularıyla ilk defa karşılaştığımız zaman daha Müslüman olmadan önce onlara yardım ediyoruz. Ve arkasından da Müslüman oluyoruz. Dünya tarihinde başka böyle bir olay yok. Dünya tarihinin Peygamber aksiyonlarından sonra en mühim olayı Türk milletinin Müslüman olmasıdır. Şimdi ehemmiyeti yavaş yavaş tespit etmeye doğru gidiyoruz.
Biz Müslüman olduktan sonra birdenbire dalları bastı kiraz halinde bize nimetler veriliyor. Büyük depremin artçıları gibi… Sen misin topyekûn Müslüman olan… Şimdi bu nimetlerin neden Araplara verilmediği üzerinde düşünmek lâzım, bize verilişi üzerine düşünmek ve şükretmek lâzım.
Hepimizin bildiği, bize ihsan edilen nimetleri hatırlayalım... Türk milleti topyekûn Müslüman oluyor ve dünyada eğer yanlış bilmiyorsam bir benzeri de yok. Meselâ Arap dediğiniz zaman İslâm’ın dışında Araplar da var. Onun için dinini sorarlar. Seyit Ahmet Arvasî, dışarıya çıktığınız zaman diyor, hangi millettensin diye sordukları zaman Türküm dersen inancın nedir, dinin nedir diye sormazlar. Çünkü Türk, Müslümandır.
İşte bu şekilde Müslüman olmanın mükâfatları olarak her biri birbirinden çeşitli yönlerden üstün devletler; Gazneli, Karahanlı, Babür, Selçuklu, Timur devleti, Osmanlı…
Ve Anadolu vatan nasip ediliyor.
Fetret devrine rağmen devlet yıkılmıyor, tekrar devam ediyor, ayağa kalkıyor.
40 sene sonra İstanbul’un fethi nasip ediliyor. Normal şartlarda fetret devrinde devletin yıkılması lâzımdı.
Hilâfet kazanılıyor. Bir haberle Cennetmekân hemşehrimiz Ulu Hakan, İngilizlere karşı Müslümanları harekete geçirebiliyor hilâfet sayesinde.
Müşriklere ve kâfirlere yasak olan mukaddes beldelerin ve Kudüs’ün hâdimi olmak nasip edildi.
Sadece Müslümanların değil, mazlumların koruyucusu olmak..
Hattâ dünya çapında sınırlarının dışında hükümdarlık nasip ediliyor. Yani bir devletin kendi sınırları içerisinde hâkim olması, hükümran olması, söz geçirmesi tamam, bunu anladık. Hâlbuki Osmanlı Devleti sınırlarının dışında da hükümran.
Tarihler kaydediyor ki 16. Asır, Türk asrı. Çin Denizi’nden Adriyatik Denizi’ne kadar saha içerisinde aşağı yukarı her yerde Türk devleti var.
İslâm’ın adaletini temsil etmeyi, dünyanın her yerine yardım etmeyi, İslâm’ın güçlü kılıcı olmayı nasip ediyor Allah.
Dünya, dünya olalı böyle bir haşmet görmedi. Peki, bundan sonra görür mü? İnşallah görür ve o da bizde ortaya çıkar.
İmparatorluk kurmanın da üstünde, “imperyum” olmak… İmperyum… Bunun Türkçede karşılığını bulamadım. Hükümran diye düşündüm. İmperyum millet şu: Pek çok devleti, hâkimiyetiniz altına, egemenliğiniz demiyorum, hâkimiyetiniz altına alırsınız, bu imparatorluk. İmperyum millet, onların gelecekleri için de kararlar verir. Onların her sahalarına nüfuz eder, kendi alanının dışında olan yerlerde bile hükmü geçer. İmperyum millet, bu. Ve dünyada üç tane imperyum millet, hükümran millet var; Türk, Rus, İngiliz…
İmperyum millet, hükümran millet olabilmek için bir dâvâya ihtiyaç var. Allah bize, demin söyledik, yekpare Müslüman olmanın bir mükâfatı da bu dâvâyı nasip etmiş ve bu dâvânın bayraktarlığını, bu dâvânın kılıcı olmayı nasip etmiş. Hükümran millet olmak, bir sonuç, pek çok kazanımın sonucu. Toplanan uzun listenin sonundaki toplam gibi. Herhalde Üstadın “Türk ruh kökü” dediği işte bu…
İşte seçimlerde bu ruh köküne sadık ve bağlı kalmak, yani iki cihan saadetini kazanmak ile, bu kökü kurutmak isteyenlerin savaşı oluyor. Seçimlerde işte bu Türk ruh kökü rol oynuyor ve ne isim altında olursa olsun, bu ruh köküne hücum ediliyor. İşte bütün dünyada alâka celbetmesinin sebebi bu. Dost aman İslâm’dan kopmayın, inşallah kopmazlar duaları ile; düşman binbir hile ve desise ile ha kopardım, ha koparacağım diye takip ediyor.
Allah buyuruyor; âyet mealini biliyorsunuz, siz kendinizi değiştirmedikçe biz değiştirmeyiz. Âyetin mucizesi üzerimizde tersinden tecelli ediyor. Biz İslâm’a aşkımızı kaybediyoruz Tanzimat’a kadar, Tanzimat’ta bir koçbaşı bize güm diye vuruyor, bir gömlek daha aşkımızı kaybediyoruz, işe bakın ki koçbaşıyla, biz kalenin içerisinde olduğumuz halde dışarıdakilerle birlikte vuran da biziz. Çünkü devlet kendi resmî ağzıyla kendi milletine şunu, şunu söylüyor. Biz bu halden çıkıp Batılı olmadıkça kurtulamayız. Meselemiz bu olmadığı ve konuyu dağıtmamak için oralara giremiyoruz. Yani biz kendimizi değiştiriyoruz. Ve bu koçbaşları devam ediyor. Evet devlet olarak demin anlattığımız bütün dünyada hâkimiyetten bugünkü hale düşmüşüz. Devlet ve devletliler, dün münevver bugün aydın denilenler çapında her şeyimizi, değerlerimizi kaybediyoruz. Şükür ki kaybolmayan, hattâ bu çözülmeye, bozulmaya, aslından uzaklaşmaya direnen bir Türk mâşerî vicdanı var. Buna da nasıl bir kelime bulmak, ne demek gerekir bilemiyorum… Mâşerî vicdan, mâşerî güç, kollektif güç, Türk ruh kökü, potansiyel güç vb… İşte bu güç kendisini değiştirmek isteyenlerle savaşıyor. Ve seçimleri bir silâh olarak kullanıyor milletimiz. İşte bu ikibuçuk asırlık destanlık mücadeleyi dünya görüyor. Herkes kendine göre bunu vasıflandırıyor; başka milletlerdeki seçimlerle farkı, tam izah edemese de alâka gösteriyor. Yunan basını aynı zamanda olan seçimlerde, bizim seçimlerimizle daha çok ilgilenmiş ve yorum yapmıştı.
1946 ve 1950 seçimleri… Bu millet, bu seçimlerle CHP diktasını yıktı.
Her ihtilâl bizi kökümüzden koparmak istedi. Millet, ihtilallere tepki gösterdi. Her ihtilalden sonra ihtilalcileri ve onların yakınlarını, yandaşlarını, hempalarını cezalandırdı.
Yükselmeden Tanzimat’a kadar aşkımızı, yani gücümüzü yavaş yavaş kaybediyoruz, Tanzimat’la beraber artık bize küfür dışarıdan vuruyor ve içimizdeki nadan, ahmak, gafil ve hainleri kullanıyor.
İşte her seçim Türk ruh köküyle, maşeri vicdaniyle, kollektif vicdaniyle küfür arasında cereyan ediyor. Bunu milletimiz seziyor, İslâm âlemi seziyor, aman yıkılma diye dua ediyor, bütün şubeleri ile bâtıl, son bir hamle, yıkmak üzereyim diyerek her imkânla saldırıyor. Hak bâtıl mücadelesi…
Şimdi Türkiye’de bir seçim oldu, bu seçimde bizim dışımızdaki bütün güçler bizim karşımızdaki, yani Türk ruh kökünün karşısındaki safı destekledi.
Şöyle düşünüyorum; Aslında dışarıdaki güçlerin bizim içimizde birilerini kullanarak darbe yapmak veya seçim kazanmak gibi bir dertleri yok. Onlar Türkiye’de hâlâ yıkılamayan İslâm’a bağlılığı çökertmek istiyorlar. Gülen gibi bir geri zekâlı ile Kılıçdaroğlu gibi her tarafı hata, saçmalık, yanlışlık olan biriyle darbe yapılamayacağını ve seçim kazanılamayacağını biliyor olmalılar. Ama ne yapıyorlar, bununla yüzde 40’lara bilmem nerelere varan oy toplamını sanki İslâm’a, Türk ruh köküne, Türk’ün potansiyel gücüne karşıymış gibi, bir güç varmış gibi gösteriyorlar. Hani yekpare Müslüman dediğiniz, yüzde doksanı Müslüman dediğiniz? Bak iki kişiden biri nereye rey vermiş… Hâk bâtıl kavgası bizim üzerimizde cereyan ediyor. Karşı tarafta bütün güçler toplanmışken, 20 yıllık yıpranma, piyasa şartları, pahalılık ve en acı, keskin ve güçlü propagandaya rağmen şu kadar rey toplanabilmiş.
Millet, Erdoğan’a; isteyerek ve bazı çevreler için kerhen de olsa rey verdi. Öbür tarafa rey verilmedi, öbür taraf rey alamadı; oy toplantı. Karşı taraf için bütün imkânlar kullanılarak, oy toplandı… Fakire bir sadaka ezikliği ile oy toplandı. Rey verildideki irade ile, oy toplantı farkına dikkatinizi çekerim:
1-Normal şartlarda birbirine selâm vermeyecek olan, hattâ birbirlerine daha önce unutulmayacak hakaretlerde bulunanlar “Erdoğan düşmanlığında” bir araya getirildi. Kendiliğinden yükselerek, yücelerek, artarak gelişen bir oluşum değil, tertiple meydana getirilen sözümona üflesen yıkılacak ittifak…
2-Hattâ Erdoğan’a muhalif olmayanlar bile bir araya getirildi, getirtildi…
3-Hattâ aslında Erdoğan’ın yanında olması gerekenler bile saflarına çekildi. Düne kadar düşman olanlar, CHP’ye monte edildi. Şu veya bu, isimlerini söylemek gerekmez, göz önünde herkes görüyor, CHP’ye düşman olan ve düşmanlıkta devam etmesi gereken, hattâ varlıkları buna bağlı grup, topluluk, dernek, fert bu toplamaya dâhil edilebildi.
4-Türkiye’deki azınlıklar, hep kime vermektedirler ve bu seçimde de kime vermişlerdir, belirtemeye lüzum var mı?
5-Pahalılık ve benzeri menfaat oyunları, komplolar, tertipler ve iftiralarla kandırılanlar…
Yine de Türk milletinin basireti, Türk ruh kökü, Türk vicdanı, mânevî gücü, seçimleri kazandı.
Bu seçim, bütün seçimlerden fazla… Her an çözülmeye hazır halita ile, gittikçe pekleşmeye ve mayalaşmaya doğru yol alan potansiyel gücün seçimi idi. Bu sebeple “yarın elbet bizimdir!”
Neticeyi şöyle toparlayacak olursak; bizim gerçek mânâda partimiz yok. Olması için imkân da yok. Olmaması için her engel var. Fikri yabancı, kuruluşu yabancı, kurucusu yabancı, kurdurucusu yabancı, söylemleri yabancı partiler arasından biz tercih durumunda kalıyoruz. Bizdeki partiler Nasreddin Hoca’nın karpuzları… Onların yerli ve millî olmalarından vazgeçtik bari yabancı da olsa, yanlış da olsa bir fikirleri olsa. O da yok. O bile yok… Boş sloganlar… Biz bunların arasından, öteden beri bir tercih mecburiyetinde idik. Ve Türkiye’de bütün oylar, kerhen verildi. Şöyle göğsünü gere gere ben falanın arkasındayım, falanı destekliyorum diye oy verilmedi. X’e vermezsem Y gelir, mecburen X’e vereyim. Y’ye vermezsem X gelir, mecburen Y’ye vereyim oylarıyla bir seçim yapıldı. Bir seçim daha yapıldı. Bütün bunlara rağmen, bütün menfi şartlara rağmen Türk milleti yeni bir operasyon daha yaptı. Halitanın ne hale geleceğini, cam gibi dağılacağını ve millî arayışın artarak, yoğunlaşarak, bir mesafe kat edeceğini göreceğiz.
Şimdi bize düşen, bizim aydınımıza düşen, milletin düşünen adamlarına düşen, biz bir parti hattâ doğru dürüst bir dernek, vakıf kuramıyoruz. Şairimiz ifadesiyle biz “öz yurdunda gariplere, öz vatanında paryalarâ” düşen bunun olsun ıstırabını duymak. Istırap meyvesini verir.
Arz ederim! Devamı iıin tıklayın | Ruh ve Musikî Kadir Bayrak
“Sâf mânâsıyla musiki ve bilhassa insan sesi (semâ), İlâhî tefekkür ve tahassüse hizmet ettiği, sır ve hikmetleri düşündürdüğü nispette helâle, göbek ve nâra attırmaktan ibaret kaldığı çapta da harama kaçar, iki kutuplu bir sanattır ve bu kıstas içinde İslâmîdir.”
(Necip Fazıl, İman ve İslâm Atlası, Musikî, 312)
Ruhun hafızası olur mu…
Hüzün, mutluluk, ayrılık, kavuşma… Bu duyguların en yoğun olduğu demlerde idrak ettiğin bir an; evladını kucağına aldığın, annenin bedenini mezarına koyduğun ilk “an” mesela, ruhunun hafızasında bir daha silinmeyecek şekilde yer ediyor.
Benzer duyguların tesirindeyken aldığın bir koku; bütün aile beraberken soğuk bir kış sabahında sobada kızarttığın ekmeğin, gurbette sıla özlemi çekerken yağan yağmur sonrası uzaklardan gelen toprağın kokusu unutulmuyor.
Akıp giden zaman içinde senin için ehemmiyetli anlarda duyduğun bir melodi, müzik parçası da unutulmazlar arasında yerini alıyor; üniversite sınavındayken uzaklardaki düğünden kulağına çalınan bir melodi, ameliyata girerken hemşirelerin açtığı radyodan duyduğun bir parça, asker ocağında hafta sonu iznine giderken bindirildiğin araçta sürekli dönüp duran kasetteki eserler… İlerleyen zaman içinde o melodi, o tını, o sesi bir kez duyman bile unuttuğunu zannettiğin günlere alıp götürüyor, ruhunda açılan pencerede o an’ı bütün gerçekliğiyle yeniden yaşıyorsun.
Ruhun, hafızası olur…
Müzik de o hafızanın kuvvetli bir parçasıdır, çünkü unutulmayan anlar, koku gibi müzik de ruha hitap eder…
Kâinatın bir düzeni, bir matematiği olduğu gibi ruhunun da olduğu muhakkak… Onun ruhunun bir parçasını da musikî teşkil ediyor. Bu sebeple denizin, dağların, ormanın, rüzgârın musikîsini duyuyor, duymak istiyor ve hayran oluyoruz. Ruhlar arasındaki yakınlık…
İnsan ruhu, sonsuzluğu temsil eden göklere hasreti sebebiyle bütün kuşlara yakınlık duyuyor ama sesi güzel olanlarını yanından ayırmamak ve sürekli duymak için kafese mahkûm ediyor.
Ruhu incinen, hasta olan hemcinslerini musikî ile tedavi ediyor. Bunun için yeni yeni musiki makamları icat ediyor, her makamı ayrı hastalıkların şifası için kullanıyor.
Makam ile yürüyen deve ve at gibi hayvanlara evinin en yakınında yer veriyor, onlara hanesinin bir ferdi gibi muamele ediyor, haklarında şiirler, kitaplar yazıyor.
Allah kelâmının, Cibrilî Emin’in, emin meleğin El-Emin’e (sav) indirdiği kitabın güzel sesle okunmasını arzu ediyor.
Dünyada, Sevgiliye (sav) sevdirilen üç şeyden namaza davetin, güzel sesli müezzinlerin sesinden yapılmasını istiyor. Yetinmiyor her vakit namazının ezanını, o vaktin ruhuna uygun bir makamla okunmasını icat ediyor. Hatta Cuma namazı vaktini ihtar eden sâla ile vefat haberini duyuran sâlanın makamlarını bile ayırıyor.
Ve bugün… İlmin, teknolojinin sınırlarını zorladığı zamanımızda laboratuvar kesinliğiyle anlıyoruz ki bu icatların hiçbiri boşa değil. Müziğin, bırakın ruhu hücrelere bile müspet veya menfi etki ettiğini ilim adamları söylüyor.
Bir bardak suya dinletilen güzel sözler, huzur veren musikî suyun moleküllerini müspet yönde değiştirirken, kem söz ve müzik molekülleri alt üst ediyor.
Evdeki çiçeklere şarkı, türkü söyleyen Anadolu analarını yadırgayan, hafife alanlar, bugün bitkilerde de müziğin etkisini ispat eden ilmî tespitler karşısında mahcup oluyor… Ninniyle büyüyen çocuklar, emsallerine göre hayatta daha başarılı oluyor.
Seçimlerde bile doğru müzik tercihi seçim kazandırıyor. Akılda kalan müzikler, seçimi kazanan siyasî partilerin müziği oluyor ne hikmetse…
Şehitliği ahiretin, gaziliği dünyanın en büyük rütbesi bilen millet, cihada giderken ordusunun önüne mehteranı koyuyor.
Kendi bâtıl inanışlarının emrinde bir dünya kurmak isteyenlerin müziği dehşetli bir silâh olarak kullandıkları, daha pek çok şeyle olduğu gibi müziği de kullanarak nefsi ve nesli ifsat ettikleri su götürmez gerçek.
İyi insanların iyi atlara binip gittiği medeniyet çevremiz, her şeyle birlikte müziğin de tefekkürünü yapmak ve yarının dünyasındaki yerini tayin etmek zorunda… Devamı iıin tıklayın | Musikî Necip Fazıl Kısakürek
Kâinatta her şeyin kendisine göre ses çıkardığı, suyun şırıldadığı, kuşun öttüğü, koyunun melediği, telin inlediği ve göğün gürlediği bir âlemde, perde perde nispet helezonlariyle, mutlak hakikat arayıcılığından başka bir şey olmayan musikîyi, asliyle nasıl inkâr edebiliriz?..
Davut Peygamberin, erkek sesine sıfat olan yakıcı sedasiyle Zebur’u okurken etrafında insanlar ve cinlerden ölenler bulunduğunu biliyoruz. Fakat buna âdi mânasiyle musikî diyemeyiz.
Sâf mânasiyle musikî ve bilhassa insan sesi (semâ),İlâhî tefekkür ve tahassüse hizmet ettiği, sır ve hikmetleri düşündürdüğü nispetle helâle, göbek ve nâra attırmaktan ibaret kaldığı çapta da harama kaçar, iki kutuplu bir sanattır ve bu kıstas içinde İslâmîdir.
Satıh üstü zâhir ehli bu inceliğe de el ve dil uzatmış fakat zâhirle bâtını toplayıcı büyükler bu yasak hükmüne iltifat etmemiştir. Biz zâhirden bâtına ve bâtından zâhire geçenlerin izindeyiz. Hakikat plânını çifte gözle görenler onlardır.
Yedi perdeli nağmelerin, iç içe dönen yedi kat gökte, yedi renk içindeki sayısız tonlara eş, ne ses ve (ritm) muadeleleri ördüğünü ve nasıl bir mâna gergefi dokunduğunu kulaklarıyla dinleyen bâtın kahramanları, musikînin şeriatteki hükmünü de en iyi bilirler ve helâl – haram kutuplarını bir ibre hassasiyetiyle gösterirler. Ama bu demek değildir ki, musikî, burnunu ibadete kadar sokabilir ve âyinler şeklinde tecelli edebilir. Hayır; burada akan sular durur; ne namazda, ne Kur’ân tilâvetinde, ne de âyin edası altındaki bazı sonradan eklemelerde musikî kabul edilebilir. Olamaz!.. Doğrudan doğruya ibadetlerde tecrit ve tenzih o mertebeye yükselir ki, kalbin yedi kat gök musikisinden sâf (ritm)den başka bütün nağmeler haram olur. Musikî, ibadet eşiğinin dışında tefekkür ve tahassüs plânında güzeldir; eşikten içeriye atım atmasına izin yoktur; kötülüğe yamaklık ettiği yerlerde de kat’î haram…
(Necip Fazıl, İman ve İslâm Atlası, 13. basım) Devamı iıin tıklayın | Musikî Ötesi Haz Ekrem Yılmaz
Müziğin dili beynelmilel diyorlar. Elbette!.. Ne şüphe? Zira kuş her dilde:
-Cik cik, diye ötmüyor mu? Deniz her dilde aynı kükremiyor, gök her dilde aynı gürlemiyor mu?
Bir neyzenden dinledim:
-Musikî kelimelere sığmayan mânâların, duyguların dili ve anlatımıdır. Diyordu.
Musikînin her atomunda aşk olmalı. Bu terennümün dili, aleti değil mi? Nasıl şiir sanatın, edebiyatın zirvesi ise, musikî de hazzın zirvesidir herhalde. Şairler sultanı, şiir: “Allah’ı aramaktır” diyor. Musikî de hazda eriyişin, aşkın ürettiği şiirle ulaşılan icra olsa gerek.
Musik’i; ses, nağme, nota, beste… Duyguların nağmelerle anlatımı… Bu ses ve nağme neyin sesi ve nağmesi? Önemli olmalı… Hepsi müspet mi? Herhalde önemli olmalı: Güzel sesle okunması tavsiye edilen Kitap var. Ve o Kitab’ın en çirkin ses olarak tanımladığı duyulan şey var. Nefs ve şehvetin tercümanı olan o çirkin ses: Eşek sesi… Şimdi musikî haram mı helal mi? Bıçak kullanmak haram mı helal mi diye cevaplayabiliriz.
Kâinatta ne sesler var, ne cümbüşler, ne nağmeler! Acaba bir tomurcuğun çiçeğe dönüşmesinin, yalnızlığın, sessizliğin, karanlığın, kokunun, renklerin, bir yetimin hıçkırıklarının da notası var mı? Veya olmadığını kim iddia edebilir! “Sessizliği dinliyorum” diyen edip yanılıyor mu? “Sensizliği dinliyorum” diyen aşıka ne demeli?
Ses ve müzikle ilgili hocam Ali Erdal’ın hikâyelerinde çok orijinal tespitleri var. Aktarmak istiyorum. “Ayakta Bekleyelim” hikâyesinde diyor ki: “Bir müziğin son notaları halinde bitti konuşması…”
“Çıt çıkmayan sınıfta ayak sesleri konseri…” Demek ki, bir konuşma bir melodi olabiliyor ve nelerle konser verilebiliyormuş.
Anadolu Deyince eserinin “Teşhis” adlı hikayesinde, büyük bestekârı; “Göklerin gürlemesinden, …, denizin homurtusundan mânâlar çıkarmaya çabalıyor” diye anlatıyor eşi…
Devam ediyor: “… Kibrit sesine tahammül edemeyeceğini anladı.
Denizin homurtusunu dinliyor ve gök gürültüsünün katılma anını kolluyor. Üstün bir besteyi başarılı icracılardan dinliyor sanki.
…
Yakın zamanda seslerden mânâlar çıkarmaya başladı. Çatal kaşık seslerinden, yemek yiyenlerin düşüncelerini anlamak, ayak seslerinden görmediği insanların kişiliklerini bilmek… Kapı zilinin çalınışından gelenlerin maksadını anlamak gibi. Bir keresinde bir misafirimize, yalan söylüyorsun, diye çıkıştı. Yalan söylediği sonradan ortaya çıktı. Bunları sözlerden ve onların mânâlarından değil, SESLERİN TAHLİLİNDEN anlıyordu. Buna “ses ötesi” diyordu. Her sesin, duygularının dışında, onun tabiriyle “ötesinde” bir manâsı var. Görülenin ötesinin birtakım aletlerle bilinmesinin mümkün olması gibi…
Birgün, sükûtun bile sesi var demişti. Birgün evde… Radyoda bir eseri çalınıyor. Bir notalık bir yanlış söyledi sanatçı… Düştü bayıldı. Beste yapmak kim, ben kim? Elimden gelse bütün eserlerimi imha etmek istiyorum, diye söylüyordu. Birgün, eroin krizi gibi bir hâl içinde, çığlık çığlığa ‘seslerin ideal terkibi neredesin! Neredesin ey üstün beste!’ diye haykırdı.”
Teşhis (yazarın teşhisi):
“Büyük sanatkâr o adam, herkesin muhtaç olduğu sesi arıyor. Güzel seslerden, Allah’ın Kelâmı’nı duymaya muhtaç!.. Şifası o… İnsanlığın şifası o… Ne mutlu o sanatkâra ki: Hakikât onun üzerinde tecelli ediyor.”
Mukaddes hayatta bir meşk sahnesi hatırlıyor muyuz? Hayır. Meşk sahnesi değil ama musikînin geçtiği iki sahne hatırlıyoruz: İlki, Risâlet öncesi: Allah Resûlü müzik icra edilen bir yere rastlıyor, sesleri duyuyor, dinlemeye başlarken daha uykuya dalıyor. Dinlemek nasip olmuyor. İkincisi Risâlet devresinde; bir topluluk eğleniyor, def çalıp, nağme ediyorlar. Aişe Anamız Allah Resûlü’nün omuzlarına yaslanarak seyrediyor ve bu icraya mâni olmuyorlar.
Ahiret hayatında; Cennet tasvirlerinin hiçbir yerinde bir meşk sahnesi resmedilmiyor. Haberi verilmiyor. Orada haz yok mu? Orada hazzın zirvesinin olduğu bildiriliyor oysa. Acaba nasıl ve ne? Görenler bilecek! Bize ulaşan şu ki: Allahu Zülcelâl’in bizzat “sözlü selâmı var orada müminlere”… O hazzı kim tasvir edebilir? Dinleyenler nasıl kendinden geçer; ona hayal yetişebilir mi? “Keşke bu an hiç bitmese!” diyecekleri bildiriliyor: Ruyetullah… En üstün haz: “Sözlü selâm Rabbilaleminden.”
Haz neyin hazzı? Denî mi ulvî mi?
Musikî her yerde: Bir yaprak hışırtısı, rüzgâr fısıltısı, bir bülbül şakısı, bir deniz kükremesi, bir dalga tokadı sahile, bir kapı gıcırtısı… Ses, nağme kulağı olana her yerde, her an… Mânâları kimlere malûm? Bilene ve hissedebilene muhakkak!
Bir velinin def dinletisindeki tuttuğu ritimlerde, ortamda bulunanlar: bir an gülüyorlar; ritimler değiştikçe ağlıyorlar, uykuya dalıyorlar, bir başka anda üstünü başını paralıyorlar.
Bir başka sahne: Muhammed Masum Hazretleri bir gece evinin damına çıkıyor. Uzaklardan bir nağme duyuyor. O kadar etkileniyor ki, kendinden geçiyor ve damdan düşüyor. Alıyorlar içeri baygın vaziyette ve ancak bir şeyler yedirilerek kendisine getirilebiliyor. Tesiri anlayabiliyor muyuz? Musikînin nüfuzunu…
Musikî bir silâh da olabiliyormuş. Görünmez mermileriyle gönülleri hedef alıyor, vuruyor ve avlıyor. Kimi iflah oluyor, kimi de o hazda tükenip gidiyor, eriyor, bitiyor. Evet, musikî haz… Musikî ve nağmeler aşkın dili, kelimelerle anlatılamayan mânâların terennümü… Amma ötesi de varmış: Haz ötesi… Kelimeler dize gelsin!
Ulaşanlara ne mutlu. Ve ulaşacaklara…
Selâmün kavlem mir Rabbir Rahîm Devamı iıin tıklayın | Oluklar çift Dergi Editörü
“Musikî bir silâh da olabiliyormuş. Görünmez mermileriyle gönülleri hedef alıyor, vuruyor ve avlıyor…”
Yukarıdaki cümle, az sonra derginin sayfalarında tamamını okuyacağınız, Ekrem Yılmaz’ın “Musikî ötesi haz” başlıklı yazısından. Yazarımızdan Allah razı olsun, ne kadar doğru bir tespit.
Müzik, bugün, Kitap’ta, en çok ismi zikredilen bir millet, bir güruh, bir anlayış tarafından dünyadaki bütün insan neslini, özelde çocukları ve gençleri ifsat etmek için kullanılan bir silâh haline geldi.
Üzgünüm, başta kendi evlâtlarım, etrafımdaki pek çok tanıdık genç, çocuk; adını sanını duymadığım, kimliksiz, kişiliksiz, cinsiyetsiz Güney Koreli şarkıcıların hayranı… Güney Kore nere, Anadolu nere, yediği, içtiği, giydiği, kültürü bize fersah fersah uzak bir ülkenin şarkıcıları nasıl oluyor da bizim evlâtlarımıza rol model haline getiriliyor! Akıl alır gibi değil ama öyle… Yapana değil, yaptırana bakın.
Sanki bizimkiler – ne kadar bizim oldukları da tartışılır – farklı mı serzenişlerinizi duyar gibi oluyorum. Sanatları dışında, çıplaklığı, cinselliği, gömlek değiştirir gibi eş değiştirmeyi ve daha neleri, bir hayat anlayışı olarak, çok normal şeylermiş gibi millete sunan ve maalesef kabul ettirenler de aynı topun kumaşı. Güney Koreli şarkıcılar, bizimkilerin bir adım önünde, ileride varacakları noktayı temsil ediyor, o kadar. Çünkü hepsi aynı merkezden, tek merkezden idare ediliyor. Kimin ve hangi şarkıyla meşhur olacağını, ne giyeceğini, nasıl bir klip çekeceğini, kimin kimle nikâhsız birliktelik (!) yaşayacağını, kimin kimle evlenip (sırf boşanmanın ne kadar basit, normal bir şey olduğunu topluma dikte etmek için) kısa süre sonra boşanacağını işte o merkez önceden plânlayıp, uygulatıyor.
Hiçbir şeyin kendi mecrasında akıp gitmediği, bilakis her şeyin önceden plânlanıp masum halk kitlelerine, toplumlara dayatıldığı dünyamızda müziğin etkisini, nasıl bir silâh olarak kullanıldığını görmezden gelemeyiz. İki yüzyılı aşan Batılılaşma maceramızın koca bir medeniyetin temsilcisi milletimizi ne hale getirdiğini iktidar mücadelesi veren siyasî partiler, hükümetler de görmek ve bunun muhasebesini yapmak zorunda. Eli kalem tutan, yazarı, çizeri, aydını için de bu bir vazife…
Milletinin, kanayan beyni, duyan kulağı, gören gözü, hisseden kalbi olan, milleti adına tefekkür eden, geçmişin muhasebesini yapan, geleceğin hedeflerini ortaya koyan, milletinin rotasını çizen, ona yön tayin eden her dergi gibi Kardelen de elinizdeki sayıda üzerine düşen sorumluluğu icra etmeye cehd etti… Sayı konusunu “Hüznünü, neşesini notalara döküp bütün kültür kodlarını ihtiva edecek türküleri icat eden; bünyesinden, Batıyı hayran bırakıp 'Türk Marşı'nı besteletecek Mehteranı doğuran milletin müziği; Türk musikîsi.” cümleleriyle ilân etti. Türk musikisinin tarihî seyri, makamların nasıl doğduğu, geliştiği, türkülerimizin her biri kitaplık çapta hikâyeleri ve benzeri konularda sayfalarımızda teknik bilgilere yer vermeyi arzu ederdik. Medeniyetimizin kök saldığı Orta Asya’dan Balkanlara, Kafkasya’dan Afrika içlerine kadar müziğimizdeki ortak temaları, ortak kodları araştırıp ortaya dökebilseydik ne iyi olurdu… Bu işi geleceğin Kardelenlerine ısmarlıyoruz…
Geleceğin Kardelenlerinden, yazarımız Mustafa Büyükgüner’in evlâdı, Neslihan kızımız, Mayıs ayı içinde vefat etti. Sanatkâr kızımızın kendi elinden bir kara kalem çalışmasını, sayfalarımızda göreceksiniz. Cennette kavuşacakları kızları için başta yazarımıza, ailesine ve Kardelen camiamıza sabırlar diliyoruz.
Koro halinde ve solo olarak şarkı, türkü icra edebilen, müziğin her alanında kabiliyetli, şairimiz Murat Yaramaz’ın sayı editörlüğünde, 33. yayın yılımızın ilk dergisi olarak hazırladığımız 117. sayımızı takdirlerinize sunuyoruz.
Hâk imanın emrindeki doğru fikrin hâkim olacağı günlere hasretle bütün okuyucularımıza selâmlar… Devamı iıin tıklayın | Müzik, kültür kimliği oluşmasında dil kadar önemlidir Site Editörü
Yazının başında sizlere melodilerini muhtemelen hemen anımsayacağınız birkaç eseri hatırlatacağım. İlki “taleal bedru”… Kendi kendinize bu eseri mırıldandığınızı veya Çağrı filminden aklımıza kazınan hali ile şarkıyı dinlediğinizi düşünün, hangi duygularınız depreşti, Efendimiz mi aklınızda düştü, yoksa Umre hatıralarınız ya da Kâbe’yi ziyaret arzusu mu? İki dakika önce uyuyan bir güvercin gibi olan duygular bir melodi ile nasıl başını kaldırdı, değil mi?
Muhtemelen hatırlayanların sayısı daha az olacaktır, diğer eser Altın Hızma türküsü, “Gün gördüm, günler gördüm; Seni gördüm şad'oldum”. Bağlama ezgileri ile türküyü hatırlarken aklınıza birden Kerkük düştü mü?
Canlıların dış dünyayı algıladıkları farklı duyuları vardır. İnsan ve fizyolojik olarak benzer canlıları düşünürsek ilk akla üç temel duyu gelir, steryo çalışan iki gözü, iki kulağı ve burnu. Sayı konumuz müzik olunca gelin her birinin değeri dünya kıymetleri ile ölçülemez derece olan bu üç duyudan kulak üzerine biraz düşünelim.
Hz. Mevlânâ Mesnevi-i Şerif’ine “bişnev” yani “dinle” diye başlamış. Osmanlı son dönem bürokratlarından Mesnevi şârihi Abidin Paşa “Bişnev”i şerh ederken “âmâ peygamber vardır ama sağır, dilsiz yoktur” diyerek duymanın hikmeti üzerine çarpıcı bir örnek vermiştir. Kendisinden bizzat sohbet dinleme bahtiyarlığına eriştiğim bir büyüğüm ise “derviş kulaktan gebe kalır” demişti, kemâlat yolunda sohbetin ve hali ile onu dinlemenin önemini anlatan sohbetinde…
Kulaklarımız belirli frekans aralığındaki sesleri işitiyor. Bu seslerden bazılarına müzik veya musiki diyoruz. En beğendiğim müzik tanımı da bunu anlatıyor: “Sesin âhenksizine gürültü, âhenklisine müzik veya musiki derler”.
Musiki kelimesi sanki irfanımıza daha yakın gözükse de, hem müzik hem musiki kelimeleri aynı kökten geliyorlar. Antik Yunan kökenli olan bu kelimeler, dokuz ilham perisinin ortak adı olan museden geliyor. Bu bilgiyi ilk okuduğumda iki nokta dikkatimi çekti, biri ilham, diğeri âhenk. İlhamın olması, konunun içinde Allah’ın olduğunu gösteriyor, neyin yok ki? Âhenk ise bir düzeni anlatıyor. Âhenkli olan her şey düzgündür, âhenk bozulursa sorun var demektir.
Dinlemek sadece duymak demek değildir, hak olanı duymak ve buna uymak demektir. Kur’ân-ı Kerîm’de “işittik ve itaat ettik” diye geçer. Hak olanın işittirilmesinde musiki bir usül olarak çok kullanılmıştır. İlâhi dediğimiz ve güftelerinin çoğu evliya nutku olan bestelerin sözleri az kelime ile çok büyük hikmetler sunar. Derecâtı âli olsun, sahaflar şeyhi Muzaffer Ozak bu konuda dervişlerine “ilâhilerin yüzde onunu anlasanız, evliya olursunuz” diyerek bu sözlerin ne kadar kıymetli olduğunu belirtmiştir.
Toplumların kimliklerini oluşturan en önemli unsurlardan biri dildir, dil varsa söz vardır, söz varsa dinleyen vardır. Söylenen sözün âhenklisine müzik dediğimize göre müzik veya musiki de dil gibi çok önemli bir kültür unsurudur. Cumhuriyet tarihine baktığımızda musikimizin başına gelenler toplum üzerinde etkisinin bir ispatı gibidir. Aslında harf inkılâbı gibi bir musiki inkılâbı da yaşadık ancak bu harf inkılâbı kadar bilinmiyor. Radyolarda Türk musikisininin yasaklanması, yeni bir Türk musikisi oluşturulması için yurt dışından müzisyenlerin getirilmesi, Türk musikisinin dramatik ve yetersiz bulunması gibi birçok şaşırtıcı olay yaşanmıştır bu süreçte. Radyo satışlarının dibe düşmesi, Mısır radyolarının popüler olması, Arap müziği ve arabeskin ülkemizde gündem olması da bu gelişmelere bağlanıyor.
Bugün geldiğimiz noktada Türk musikisi yasaklardan kurtulmuş durumda ama dünya çapında bir Türk musikisi varlığından söz edemiyoruz. Duyguların yoğun olduğu yerlerde insan kendinden olanı ister, yabancı dilde konuşurken çok sinirlenirseniz kendi dilinizde küfür etmek istersiniz, müzikte de öyle. Ama bizden olmayan müzik bizden olana göre çok daha baskın olursa zamanla müziğimizi, haliyle de kimliğimizi kaybetmeye başlarız. Cumhuriyet dönemindeki harf ve musiki inkılâpları bu kimlikten uzaklaşıp Batı kimliğine kavuşmamız içindi. İki arada bir derede kalmamız belki de bundan. Ne batılı olabildik, ne doğulu.
Müziğin de dil kadar kültür kimliğimiz üzerinde etkili olduğunu, genç nesiller için belki daha da önemli olduğunu hatırlamamız gerekiyor.
Sözleri, bir güzelin sözü ile bitirelim: “Her musikî ‘Elestü bi-Rabbiküm’ü hatırlatır çünkü en büyük âhenk Hitab-ı İzzet’dir. O Hitab-ı İzzet’i çağrıştırdığı için musikîden zevk almayan mahlûk yoktur.” Devamı iıin tıklayın | Arabeske Methiye Gönüldaş
■Bir asra yakın zamandır Batıcılar milleti müziğinden vaz geçirmeye ve ona yabancı müzikleri benimsetmeye uğraşıyorlar.
■Önce klâsik Batı müziği tutturulmak istendi. Okullarda müzik eğitimi buna göre yapıldı. Bestecilerinin hayatı kerrat cetveli gibi ezberlettirildi. Batı’nın en basit en basit melodileri, dünyanın sekizinci harikası edasıyle öğretildi, söyletildi. Bayram şarkıları onlardan seçildi. Ninniler bile onlardan seçildi. Neyse ki, Anneler çocuklarını bu ninnilerle uyutmak zorundadır, diye bir kanun çıkarmadılar. Radyo, daha sonra televizyon, müzik misyonerlerinin emrine verildi.
■Okullardaki eğitime, radyo ve televizyondaki hamaratlığa, Avrupalardaki bol reklâmlı özendirici müzik tahsillerine, masraflı ve tantanalı konserlere, her ihtiyacı karşılanmış konservatuvarlara rağmen klâsik Batı müziği tutturulamadı.
■Bunun üzerine “dış kaynaklı” her müziğe kucak açıldı ve aynı imkânlar hepsine tanındı.
■Millet, “Senin müziğin ilkel, meyhane havasından başka bir şey değil, sadece ağlamaklı ve hiç neşe yok, tek sesli ve monoton” diyenlere karşı bu söylenen vasıfları taşıyan bir tür ortaya koydu: ARABESK…
■Arkasından Arabesk bir şamata koptu ki, her şeye satıhtan bakan Batıcı baylar şaşkına döndü. Böyle yapmakla millet, “Benim müziğim, sizin dediğiniz gibi değil, madem benim müziğimin yolunu kapadınız, ona yakıştırdığınız vasıfta bir gürültüyle karşınıza çıkayım da görün” demiş oldu.
■Herkes şaşkına döndü ve arabeskin ne olduğuna ve sosyolojik önemine dikkat eden olmadı.
■Batıcı bayların içinde, yurdun her hangi bir yerinden (Meselâ Çankaya’dan) aday olup da arabesk müzikle seçim propagandası yapmayacak biri çıkabilir mi acaba?
■İşte böyle… Millet aslını inkâr edenlere tükürdüğünü yalatır…
Büyük millet böyle olur. (1980) Devamı iıin tıklayın | Gelecek sayı konusu Kardelen Dergisi
Gelecek sayı (118) konusu, 14.08.2023 tarihinde sitemizden (kardelendergisi.com) ilân edilecek.
Eserler, 04 -17.09.2023 tarihleri arasında, “Kardelen’de yayınlanması talebiyle” Word dosyası olarak (kardelen@kardelendergisi.com) adresine gönderilmeli.
Değerli yazarlar;
Eserlerinizi Word dosyası olarak gönderiniz. Word Programın imkânlarını kullanınız ve elle düzenleme yapmayınız. Dergiye ve siteye aktarırken, aslına irca etmemiz gerekiyor. Bu da bizim vaktimizi alıyor.
FİKRİN DEĞERİNİ BİLENLERE, KARDELEN’E ABONE OLARAK DÂVÂYI GÜÇLENDİRMEK YAKIŞIR. Devamı iıin tıklayın | Kardelenden haberler Kardelen Dergisi
KARDELEN’İN 38. TOPLANTISI
38. TOPLANTIDA YAVUZ SERT'İN KONUŞMASI
Ali ERDAL’ın Necip Fazıl hakkındaki görüşleri SABAH'ta
“CENNE” ÇIKTI
ACI KAYBIMIZ
Kardelen Kitap Okumaları Devam Ediyor
MURAT YARAMAZ’DAN SOLO PERFORMANS
Devamı iıin tıklayın | Acıyorum - Kabul Edemezdi; Etmedi Kardelen Dergisi
Yerine "gerçek müzik" denerek batı müziğinin ikame edilmesi maksadıyla millÎ musikinin pek çok mecrada yasaklandığı bir devrin geçtiği malumunuz. Buna karşı olanlara da moderniteye medenileşmeye karşı mürteciler gözüyle bakıldığı da vakıa... Herkes klasik veya başka batı veya doğu müziğini sevebilir dinleyebilir o kültürü de tanımak beslenmek isteyebilir ve istemelidir. Oysa mevzu batıya ve batı müziğine karşı olmak sevmek sevmemek değil kendi müziğinin yerine bir başka kültür ve müziğin dayatılması... Milli ruh ve gururun kabul etmeyeceği budur. Devamı iıin tıklayın | MÛSİKÎMİZİN MEDÂR-I İFTİHARI: HAMMÂMÎZÂDE İSMAİL DEDE M. Nihat Malkoç
“Çok insan anlayamaz eski musikimizden/Ve ondan anlamayan bir şey anlamaz bizden.” diyor Türk şiirinin üstatlarından Yahya Kemal… Üstat, yerden göğe kadar haklı… Çünkü mûsikî, sadece mûsikî değildir. O, bizi biz yapan birçok kültürel unsuru geleceğe taşır. Onda dünümüzün ihtişamı, bugünümüzün kararlılığı ve yarınlarımızın umutları saklıdır. Yine aynı Yahya Kemal, meşhur bestekâr Itrî’nin bestelerini anlatırken onun şahsında mûsikînin rolüne şöyle değinir: “Mûsıkîsinde bir taraftan dîn,/Bir taraftan bütün hayât akmış;/Her taraftan, Boğaz, o şehrâyîn,/Mâvi Tunca'yla gür Fırât akmış./Nice seslerle, gök ve yerlerimiz,/Hüznümüz, şevkimiz, zaferlerimiz,/Bize benzer o kâinât akmış.”
Türk mûsikîsinin köşe taşlarından biri de Hammâmî-zâde İsmâil Dede Efendi’dir. Türk mûsikîsinde Abdülkadir Merâğî ve Mustafa Itrî Efendi’den sonra o gelir. Kudretli şair Yahya Kemal “Eski Mûsikîmiz” adlı şiirinde bakın onu nasıl anlatıyor: “Yüz elli yıl, sıra dağlar birer birer yükselir/Ve akıbet Dede'nin anlı şanlı devri gelir./Bu musikiyi O, son kudretiyle parlattı;/Ölünce, ülkede bir muhteşem güneş battı.” Üstat çok doğru söylemiş.
Süleyman Ağa’nın oğlu olan İsmail, diğer İsmaillerden ayrılıp tanınması için, babasının mesleğinin hamamcılık olması nedeniyle, “Hammâmî-zâde” sıfatıyla anılmıştır. Küçük İsmail, Şehzâdebaşı’ndaki evlerinde 9 Ocak 1778 tarihinde, Kurban Bayramının ilk günü dünyaya gelmiştir. Ona İsmail isminin verilmesi de Kurban’da doğmasıyla ilgilidir. Kendi küçük, hayalleri büyük İsmail, 1784 sonbaharında, henüz yedi yaşında iken mahallelerindeki Çamaşırcı Mektebine başladı. Sesinin güzelliği bu okulda fark edildi. Okulda ilâhîcibaşı seçildi. Mûsikîde derinleşmek için Yenikapı Mevlevîhânesine devam etti. Uncu-zâde’den yedi sene boyunca mûsikî öğrendi. Yenikapı Mevlevîhânesine yürekten bağlandı. 1789’da başladığı çile hayatını 1799’da tamamlayarak, henüz 21 yaşındayken “Dede” oldu. On yıl sürdü çile hayatı… Onun Dede’liği buradan gelmektedir.
Mevlevi dergâhının samimiyet abidelerinden Dede Efendi çiledeyken “Zülfündedir benim baht-ı siyâhım” şarkısını besteledi. Henüz çilesi devam ederken saraydan davet aldı. Zamanın mûsikîşinas padişahı Üçüncü Selim, genç İsmail’le görüşmek istedi. Çiledeyken bestelediği Bûselik Şarkı’yı Topkapı Sarayında, Üçüncü Selim’in huzurunda iki kez okudu. Bu fasıllar haftada ikişer kez devam etti. Böylece kendisi saray hânendeleri arasına katıldı.
Hammâmî-zâde İsmail Dede Efendi, 29 yaşına geldiğinde, Üçüncü Selim tahttan indirilmiştir. 1808 senesi onun üzüntülerinin katmerleştiği senedir; bir çeşit hüzün yılıdır. Zira o yıl, Üçüncü Selim şehit edildi. Yine aynı sene içerisinde annesi Rukıyye Hanım’ı kaybetti. Annesinin ölümünden iki yıl sonra da altı yaşındaki oğlu Mustafa’yı yitirdi.
Hattat, bestekâr, şair, sâzende ve hânende olan İkinci Mahmut tahta çıkınca Dede Efendi tekrar saraya çağrıldı. Sultan İkinci Mahmut ona “musâhib-i şehryârî (padişahın sohbet arkadaşı)” unvanını verdi. Sarayda önemli bir mevki olan saray müezzinbaşılığına getirildi. Dede Efendi, İkinci Mahmud’un teşvikleriyle son âyîni olan Ferahfezâ Âyîn’i bestelemiştir.
Ömrünü bestelere ve Mevleviliğe adayan İsmâil Dede Efendi, 24 yaşında evlenmiştir. İlk çocuğu olan Salih, henüz üç yaşındayken vefat etmiştir. Oğlunun çocuk yaşta ölümü nedeniyle Bayâtî makamındaki “Bir gonca-femin yâresi vardır ciğerimde” adlı besteyi yapmıştır. Dede Efendi’nin manevî sahada yetişmesinde, mûsikîmizde bir marka olmasında Uncuzâde, Şeyh Ali Nutkî ve Üçüncü Selim’in çok büyük emekleri ve katkıları vardır. Onun Mevlevî dergâhıyla olan ilişkisi ve gönül bağı ömrünün sonuna dek hiç kopmamıştır.
Türk mûsikîsinde silinmez izler bırakan, çağları aşıp günümüze ulaşan Hammâmî-zâde İsmâil Dede’nin yedi ölümsüz âyîni vardır. Bunlar Sabâ Ayin, Nevâ Ayin, Bestenigâr Ayin, Sabâ-bûselik Ayin, Hüzzam Ayin, İsfahan Ayin, Ferahfezâ Ayin’dir. Sulltânî-Yegâh, Nev-eser, Sabâ-Bûselik, Hicâz- Bûselik ve Arabân-Kürdî makamları onun tarafından oluşturulmuştur. Sultânî-Yegâh, himayesini gördüğü padişah İkinci Mahmut için yapılmıştır. O; hayatı boyunca râst’tan hüzzâm’a, hicâz’dan ferahfezâ’ya, muhayyer’den ferahnâk’a kadar 70 ayrı makamda zamanı aşan, günümüze ulaşan ölümsüz besteler yapmıştır. İsmail Dede Efendi’nin 500’ün üzerinde eser bestelediği tahmin edilmektedir. Fakat bunlardan ancak 300’ü günümüze ulaşabilmiştir. 200 civarındaki kıymetli eseri ne yazık ki tarihin çöp sepetine atılmıştır. Bu, aslında Türk kültürü ve Türk mûsikîsi için çok büyük bir kayıptır.
Ölümsüz bestelerin sahibi İsmail Dede Efendi birçok şairin güftesini başarıyla besteleyerek âdetâ zamansızlığa taşımıştır. Onun besteleri tasavvufî ve dindışı olmak üzere ikiye ayrılır. Dinî eserlerini âyînler, peşrevler tevşîhler ve ilâhîler diye dörde ayırabiliriz. Tasavvufî sahada Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mevlânâ’nın oğlu Sultan Veled, Yunus Emre, Niyâzî-i Mısrî, Merkez Efendi, Hayâlî, Sümbül Sinan, Eşrefoğlu Rûmî, Âziz Mahmûd Hüdâyî, İbrahim Gülşenî gibi zamanının büyük şairlerinin şiirlerini bestelemiştir. Din dışı besteleri de meşhur olan Dede Efendi, bu alanda Adlî (Sultan İkinci Mahmud), Fuzûlî (Mehmet Efendi), Gâlib (Şeyh Mehmed Esat Galib Dede), Hâfız (Hâce Şemsüddîn Muhammed-i Şîrâzî), İzzet (Keçecizâde Mehmed Molla), Leylâ Hanım, Nedîm (Müderris Ahmed Efendi), Vâsıf (Enderûnî Osman Vasıf Bey) gibi önemli şairlerin şiirlerini bestelemiştir.
Zamanı aşan besteleriyle gönüllerde taht kuran merhum İsmail Dede Efendi, Türk mûsikîsinin omurgasıdır. Onu Türk mûsikîsinden çıkardığınızda mûsikîmiz yarısını kaybeder. O, yaşadığı zamanda kıymeti hakkıyla bilinen, saygı ve sevgi gösterilen ender şahsiyetlerden biridir. Günümüzde, geçmiş dönemde yaşayan bestekârlar arasında en çok tanınan yine odur.
Türk mûsikîsinin sembol isimlerinden biri olan Dede Efendi, bir Hakk ve halk dostudur. O sadece bestelerin değil, gönüllerin de mimarıdır. Zira o, yaşadığı süre içerisinde, hatta ölümünden bugüne kadar, gönüllerimizde taht kurmuştur. O, gönüllerimizdeki tahtından hiçbir zaman inmeyecektir. Zira Dede Efendi kökü mâzide olan âtîydi. Tuğrul İnançer'in o çok beğendiğim deyimiyle “Dede Efendi mûsikîmizin evliyasıdır.”
Bestekâr İsmail Dede Efendi, hânendeliğinin yanında, usta bir neyzendir de... O, Abdülbaki Nasır Dede’den ney çalmasını öğrenmişti. Onun şairliğini de unutmamak, görmezden gelmemek lâzım. Zira bestelerinin önemli bir kısmının güftesi kendisine aittir. Güftelerinde işlediği konular, acılı hayatından derin izler taşır. “Yine bir gülnihal aldı bu gönlümü/Sîm ten gonca fem bîbedel ol güzel/Âteşîn ruhleri yaktı bu gönlümü/Pür edâ pür cefâ pek küçük pek güzel” diye başlayan o meşhur “Gülnihal” şarkısının sözleri Dede Efendi'ye aittir. Bu şiirdeki arûz kalıbını da kendisinin bulduğu söylenir. Devamı iıin tıklayın | Heybemden Av. Mustafa Büyükgüner
POTANSİYEL GÜÇ ATAKTA-İLİMDE DE BİRLİK
Bosna’da düzenlenen Ayvaz Dede Şenlikleri’nde büyük coşku
Yunan Seçimlerine “Türk” Damgası!
Ümitlerimiz Artıyor
Türk Dünyası Ortak Alfabe Komisyonu Toplandı
"TRT AFRİKA" YAYINDA Devamı iıin tıklayın | MÜSLÜMAN MİLLÎ İRADE DÜŞMANLARINA KARŞI DURANDIR Halis Arlıoğlu
Evet, mecazi değil, gerçek mânâda oy “namus”tur, ve kişinin inanç, ahlâk ve karakterinin idealinin, yaşantısının ve zihniyetinin dışa yansıyan aksi, aynasıdır. Ve oy, namus, şeref, haysiyet ve duruş demektir. O yüzden; şahsiyetli, haysiyetli ve izzeti İslâm’a sahip bir kişinin ve oyun, bunların azılı ve amansız düşmanı olanlara gitmesi, onlara destek ve güç vermesi; hıyanetin ihanetin, inançsızlığın, ideal ve faziletsizliğin, şuursuzluğun, hayâsızlığın bir zaferi ve benzer mukaddeslerimizin katlinin, hakaret ve tecavüzlerin müşahhas bir örnekleridir.
Bu özelliğe ve İslâmî haysiyete sahip olmayan oyların en büyük örneği; APO-PKK-FETÖ ve benzeri şer odakların, millî birliğin din ve inançlarımızın tahripçi ve tahrikçileridir. Ülke ve millet düşmanlarının azgınlığı ve kudurganlıklarıdır. Ankara’da, çarşaflarına anarşi ve terör hamilerine; inançlarımızın, tüm mukaddesatımızın en müfrit, müfsit ve muannit 80 yıllık düşmanlığın remzi olan rozeti taktırıp da Mersin’de o çarşafı ve taktıranları, onun -tesettürün- haysiyeti üzerinde tepinip parçalatan bir oyun, reyin ne haysiyeti olur? Bu tür davranışlar ve halkımızın mukaddesatına saldırı araçları olan oylar, reyler; bataklıktaki mikropları takviye şeklindeki gübrelemeye benzer. Kendi kalesine gol atmak ve koyuna kurtların saldırmasını sağlamak, basiret ve ferasetsizliğin dik âlâsıdır… (05.02.2010 Basından)
İşin başka bir boyutu ve hazin tarafı da şudur. Bugün, sağcı-muhafazakâr-milliyetçi geçinen yavru ve civciv particiklerin tamamı; DP’nin devamı ve ucundan kenarından onun siyasî ideallerini savunduklarını söylemiyorlar mıydı? Peki, Ak Parti neyi ve kimi, hangi idealleri, fikirleri savunuyor? Bütün bu partilerin alayı, CHP’nin yıllar içindeki mağduru ve mazlumu değiller miydi? “Akıl için yol bir” olduğuna ve bunların, geçmişteki gibi bu seçimde de bir varlık gösteremeyecekleri ayan beyan belli iken, hepsinin ayrı telden çalmasının ve bölünüp parçalanmasının kimin ekmeğine yağ süreceğini bilmemek bir gaflet, bunda ısrar etmek ise ayrı bir hamakattır.
Üstelik geçmişte her ne sebeptense sizlerin yapamadığınız ve her biri, Türkiye tarihinde “Devrim” demiyorum, infilak olan olayların meydana çıkmasını sağlayan ve tüm şer odakların yıkıcı faaliyetlerin, tecavüz ve tahriklerin muhatabı olan bir partiye destek vermemek, akıl ve mantıkla izahı mümkün olmayan bir durumdur. Bugün Ak Parti’ye gelen bu saldırı ve hakaretler dolaylı olarak o partilere ve halkımıza tecavüzdür. Ve tüm inançlı halkımızı kapsamaktadır. Böylesine büyük ve bütün milleti kapsayan bir tehlikenin karşısında, siyasî makam, mevki, şan, şöhret budalalığı peşinde olup hırs ve malum arzularının tatmininde bulunmak, asla sorumluluk ve vatanseverlik değildir. Unutmayın ki, FETÖcülerin o kirli ve karanlık hedeflerinde; CHP ve yandaşları değil, sizler varsınız. “Türban mağdurlarının ve kamusal alan” kapsamına girenlerin imhası, sizin de imhanız anlamına gelir. Bunlardan elem ve ıstırap duymayan bir siyasetçi makyavelist bir adamdır. Asla gerçekçi değildir.
Hem yıllar ve yıllarca milletin önünde, darbe ve cunta mağduru-mazlumu olduğunu söyleyip, salya sümük ağlayacak, hem de böyle bir fırsatı değerlendirip birlik olması gerekirken, buna yanaşmamak bir ihanettir. Karşı tarafa yardım ve onların ekmeğine yağ sürmek, işini kolaylaştırmaktır. Takiyyedir, ayıptır. Oyunu şer odaklara verenle aynıdır.
Oy, dirilme, direnme, ayağa kalkma haysiyetine sahip olmaktır. Burada merhum M. Akif’ten bir alıntı yapmak istiyorum.
“Geçmişten adam hisse kaparmış... Ne masal şey!
Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?
Tarihi “tekerrür” diye tarif ediyorlar;
Hiç ibret alınsaydı tekerrür mü ederdi?”
Bugün milletçe karşılaştığımız olaylar sebebiyle bu ifadenin ne kadar yerinde ve gerçeği ifade ettiği görülmektedir. İnançlarımıza, milli ve manevi değerlerimize korkunç bir saldırı var. Bu konularda hissiz ve duygusuz olmak, safını ve istikametini belirleyip batıla karşı hakkın yanında olmamak Müslümana zul sayılır. Sadece bu saldırılar değil, dış düşmanlarla açıkça işbirliği yapanları göz ardı etmek, maruz kaldığımız felaketlerden ibret almamak hamakat örneğidir.
Gerçek ve şuurlu Müslümanın oyu alınıp satılan meta değildir. Özellikle haydut ve haytalara harami ve yol kesicilere destek olan bir payanda değildir. Şunu özellikle belirtmek isterim ki, idrak ve insaf yoksunu “Ordu yargı el ele CHP iktidar” şeklindeki iğrenç sloganla ülkeyi yöneten zihniyetten bu millete hayır gelmeyeceğinin bilinmesi gerekir. Ayrıca inanç ve milli irade düşmanlarına asla destek olunamaz. Bu şuura sahip olmayan güruh ise milletin ve ülkenin en büyük derdi 6 Şubat depreminden daha büyük bir felakettir. Her onurlu ve haysiyetli Müslümanın bunu düşünmesi ve ona göre hareket etmesi gerekir.
Şer cephesinin bütün azgınlığına, şirretlik ve tecavüzlerine rağmen hâlâ kendine gelip safını belli etmeyen, yaygınlaşan bu hayâsızlıklara tepki göstermeyen sözde Müslüman merhum M. Akif’in dilinden şunu söylemek istiyorum.
“Irzımızdır çiğnenen, evlâdımızdır doğranan...
Hey sıkılmaz, ağlamazsan, bari gülmekten utan!..” Ve
“Sen ey bîçâre dindaş, sen ki, bizden hayr ümîd ettin;
Nihâyet, ye'se düştün, ağladın, ağlattın, inlettin.
Samîmî yaşlarından coştu rûhum, hercümerc oldu;
Fakat, mâtem halâs etmez cehennemler saran yurdu.
Cemâat intibâh ister, uyanmaz gizli yaşlarla!
Çalışmak! Başka yol yok, hem nasıl canlarla, başlarla.” Devamı iıin tıklayın | MEHMET AKİFİN RUHANİYETİNE Halis Arlıoğlu
Okuyup yazmaya başladığımdan beri merhum Mehmet Akif’in şiir ve yazıları hayatıma yön vermiştir. Kıymetli şairimizin eserlerinden coşan duyguların gönlümde ve kalbimde hissettiklerimle aynı olması; yazılarımda, mütalaalarımda O’nun mısralarına sıklıkla atıfta bulunmamın başlıca sebebidir.
Bütün millî ve manevî duygularımızı dile getiren, bu uğurda çok acılar ve çileler çeken merhum Serdengeçti, Necip Fazıl, Yahya Kemal gibi yazar ve edebiyatçılarımızın yazılarında, eserlerinde yer alan konular kaynak olarak hep merhum Akif’i gösteriyordu. Bu nedenle Akif’e olan ilgi ve hayranlığım gittikçe artmış, meşhur Safahat isimli kitabını almama vesile olmuştu. Safahat’ı okuduktan sonra O’nun bir derya olduğunu, içine dalan her şuurlu insanın o deryanın derinliklerinde dolaşırken millî ruh köklerimizden gelen ve benliğimizi besleyen nice incileri, mercanları keşfedeceğini gördüm.
Özellikle toplumdaki bazı aksak ve çarpık durumları vurgulu bir şekilde dile getirdiği Hasta, Küfe, Kahvehane, Köse İmam, Seyfi Baba gibi bölümlerde ortaya koyduğu toplumsal çelişkileri, garipliği, çaresizliği en yalın bir şekilde anlatışlarını çoğu zaman gözyaşları içinde okudum.
Şairin mısraları arasında zaman zaman İstanbul’u, ecdadın eserlerini hayalen gezdim. Selatin camilerimizin resimlerde gördüğüm suretlerini şairin mısralarıyla gönlümde birleştirerek İslâm Medeniyetinin büyük kubbesinde olmanın heyecanını yaşadım… Ama ömrümün son zamanlarında seksen beş yaşımda Akif merhumun kabrinde Fâtiha ve Mülk surelerini okuyacağım, asırlık mabedlerimizi bizzat ziyaret edeceğim aklımdan bile geçmezdi… Bana bu mutluluğu yaşatan Rabbime sonsuz hamd ediyorum, vesile olanlara şükranlarımı sunuyorum.
Asırlık mabedlerimizde özellikle Süleymaniye’de dua ederken Akif şu mısralarıyla manen hep yanımdaydı:
“Ecdadını zannetme ki asırlarca uyurdu
Nerden bulacaktın o zaman eldeki yurdu
Üç kıt’ada kanayan yer yer izleri şahit
Dinlenmedi bir gün o büyük nesli mücahit
Dünyada tevekkül demek olsaydı atalet
Miras-ı diyanetle yaşar mıydı bu millet?
Çoktan kürenin tevhid-i meş’ali sönerdi
Kur’an durmaz nezd-i ilahiye dönerdi”
Süleymaniye, Fatih, Sultanahmet, Yavuz Sultan Selim, Eyüp Sultan camileri ve ecdadımızın sayamadığım nice mâbedinin verdiği ulviyet, ruha yaşattığı safa ve huzur, sade iman sahiplerini değil bu eserlerimizi akın akın ziyaret eden yerli yabancı herkesi kuşatmaktadır. Şunu büyük bir acı ve hüzünle belirtmek isterim ki ecdadımızın bıraktığı bu ölümsüz eserlerin adını duyan, sadece resimde veya ekranda gören ziyaret edebilme arzusu içinde milyonlarca insanımız var. Bu eserlerimizi korumak, imar etmek, yeni eserler kazandırmak gönlü ve kalbi burada atanlar için olduğu kadar gelecek nesillerimize de bir borçtur. Materyalizmin inkâr ve isyana sürüklediği güruh yok saymaya devam etse de bu abidevî eserlerimize sahip çıkan, koruyan kollayan imar ve ihyasına çalışan herkese müteşekkirim. Hoyrat bir zihniyetin, yakarak, satarak yok etmeye çalıştığı İstanbul’un hâlâ eski ihtişamını mehabetini koruması ve adım başı cami, medrese, külliye hazîre ve türbelerinin ziyaretçilerle dolup taşması küfrün ve inkârcı zihniyetin kahrolmasına yetip artıyor…
Gözlerim görseydi İstanbul’un manevî iklimini, bu iklimi bize kana kana teneffüs ettiren aziz ecdadımızın muhteşem eserlerini sahifelerce yazardım.
Umarım İstanbul gibi sultan bir şehirde yaşayan insanlar bu nimetin kadrini ve kıymetini bilir, ecdadımıza rahmet okurlar…
Şunu özellikle belirtmek isterim ki merhumun Safahat’ında sade Türkiye’de yaşayan müslümanların değil iki milyarlık mazlum ve mağdur İslâm âleminin acıları, elem ve kederleri, maruz kaldığı zulümler ve onu yüreğinden yaralayan Müslümanlar arası tefrikalar vardır.
Safahat’ı büyük bir ibret ve dikkatle okuyan O’nun bu acılarını, içine akıttığı göz yaşlarını muhakkak görecektir.
Nitekim;
“Ağlarım ağlatamam hissederim söyleyemem
Dili yok kalbimin ondan ne kadar bî-zârım.”
Mısralarındaki feryadı O’nun içinin yangınını, volkana benzeyen iç âlemini göstermektedir.
Merhum Akif’e ve Asım’ın nesline asırlık kini olan bir zihniyete rağmen müslümanların Asım’ın nesline sahip çıkmaları; aynı ideal ve imânâ sahip bir neslin devamı için çalışmaları dinî, millî, insanî ve vicdanî bir borçtur.
Ülkemizin bekası ve kurtuluşu için Asım’ın nesline şiddetle ihtiyacımız vardır. Devamı iıin tıklayın | "SALKIM SÖĞÜT SUYA KÜSMÜŞ" HİKÂYE KİTABI ÜZERİNE... İlkay Coşkun
"Salkım Söğüt Suya Küsmüş" Hikâyeci Yazar Fatma Pekşen'in, Otantik Yayınları etiketiyle, Ekim 2021 tarihinde okurlarıyla buluşturduğu öykü kitabı. On beş öykünün yer aldığı kitap, yüz elli iki sayfa hacmindedir. Arka kapak yazısında da dendiği gibi, kış gecelerinde harlanmış soba sıcaklığında buram buram hasret kokan öyküler diyelim biz de. Ama bunların yanında, bir öyküde yer alan annenin çocuğuna oyalanması için cep telefonu vermesi gibi kimi ifadeler, bu günün hikâyelerinden de olduğunun göstergesidir.
Daha çok da yokluk dönemlerinde var olabilmek için yetenekleriyle temayüz etmiş kişiler ve kahramanlar hep olagelmiştir. Bunların içinde hep büyüyen ve tutuşmuş dünyalar vardır. Hikâyelerde anlatılanlar kanaatkâr insanlardır. Olanlarıyla idare edip yetinirler. Sahip olduklarıyla bir güzellik oluşturma gayretindedirler. Etekleri bindallı, topukları halhallı olanları da vardır ama geneli mütevazıdır. Sonuçta her insan kırbasındaki su ile yaşamaktadır. Bu mücadeleler de bir taraftan insanlar birbirleriyle yoldaştırlar ve bıçağın keskin tarafında hep birilerinin olabileceğine inanmışlık vardır. Bu durumu yazarın "dünya kazıkçılarla tokatçıların dünyası" (s. 119) sözünden anlıyoruz.
Bir hikâye başkahramanının gurbette, yatılı okulda ve devamında kahramanın öğretmenliğinde, ailesiyle yaptığı telefon konuşmalarının öyküleştirildiğini ve ayrıca kâtibin daktilosuyla yazdırılan başka bir hikâyeyi ilginç ve daha dikkat çekici bulduğumu söyleyebilirim. Bunlarla birlikte kültürümüzden gelen birçok kelimeye de yer verildiğini görmekteyiz. Bu da yazarın kelime dağarcığının genişliğine dalalet etmektedir. "Çıtırık, kırçıl, evdelik, daraba, astarlanmak, arakçın, pertav, mahnı, lebalep, taraz, poşa, sağrı, gulgule, sako, bibi, çobanaldatan, hamança" gibi birçok kelimeyi örnekleyebilirim.
Hikâyelerde, kültürel dokunun daha çok hissedildiği, daha gürbüz yaşandığı zamanlar işleniyor desek yeridir. Bu da yazarın çocukluğu ve kültürün daha canlı olduğu yerleri ve zamanları gözlemlemesiyle şekillendiğini görüyoruz. O dönemler henüz balkon, pencere yalnızı insanlar görülmemektedir. İmece geleneğinin yaygın olduğu, yardımlaşmanın, komşuluğun diri olduğu zamanlardan bahsediyoruz. Bu dönemlerde aidiyet duygusu daha muhkemdir. Hayat canlıdır. Bir yolcu olan, yola revan olan insan çarşı pazar gezer durumdadır. Öykülerde anlatılan karakterlerin geneli mutlu ve umutludur da. İşinde gücünde insanlardır hep. Gelinlik çağa gelmiş kızlar çeyiz düzme telaşındadır. Ebeveynler de elbette evlâtlarının mürüvvetini görme çabasındadırlar.
Yazar, öyküleriyle bir kültür inşasında bulunur âdetâ. Daha çok maziye ve yaşanılan bu günkü sosyal hayata dair bu anlatımlarda geçmişle ve kültürle bağını sıkı tutar. Bu tespitimin altını dolduracak olursam. Kadim kültürümüzde olan atasözlerimiz, söylencelerimiz ve halk söyleyişlerimiz hep bir destekçidir. "Kırık kolu yen içinde tutar", "kız kısmının ardına düşülmez buralarda. Allah yerine yakıştırsın denilir. Baba evi öğlene kadar, koca evi ölene kadar denilir" (s. 85), "Kız kundakta çeyiz sandıkta", "Kız on beşinde ya yerde ya erde", "Elin ipeğinden, bizim köpeğimiz yeğdir" (92), "Dut, Fatma Anamızın mihri imiş", "Dut kuşu gibi hızlı yemek", "İlmin başı sabırdır", "Ölme eşeğim ölme ki yaz gele de yonca yiyesin" Bu sözlerin kimisi kulağımıza aşina gelmekte kimisini de ilk kez duymaktayız sanki. Bir kısmını ancak buraya taşıyabildiğim bu sözler tamamen kültürümüzden, geleneğimizden gelmektedir.
Başka bir yerde Hıdırellez ile ilgili şunları söyler yazar: "Hıdırellezlerde gül ağacı dibine ev kurulur, araba koyulur, beşik bağlanır. Dilekler tutulur. Şifa maksadıyla bir bardak su bekletilir akşam ezanından sabah ezanına kadar... Hızır ile İlyas'ın gelip şifa bırakacağı umulur. Kırk karınca yuvasından toprak alınır. Bir çıkın ile kiler kapılarına asılır. Üzerlik destesi, sarımsak destesiyle koyun koyuna paylaşır kiler duvarını. Bereket umulur. Kem gözlerden korunmak dilenir” (s. 99) Mesela son bir örnekte, "ev düğünlerinde, parmaklarına kına yakılan kızlar, dut ağacı altına götürülür; başına dut silkelenir bereket gelsin diye" (s. 105)
Hikâyelerde biçem, tema ve izleksel öğeler olarak "aile, kadın, gelin, çeyiz, dikiş, köy kır kasaba hayatı, renkler ve tabiat" olarak devam eden bir birlikteliği ve etkileşimi sıralayabiliriz. Hikâyelerde işlendiği gibi bugün de annelerimiz, gelinlerimiz, bacı ve kızlarımız, toplumsal ve kültürel hayatımızın vazgeçilmez mütemmim cüzleri değil midir? "Firkete, Kilis usulü ciğerdeldi namaz örtüsü, fiskos masası, pazen, dantel" gibi kültürümüzde olan örgü ve dikiş olgularıyla beraber "şarabî renk, küf yeşili, turşu suyu yeşili, sarmaşık moru, mor haleli dağlar, boz renkli ovalar", "pembe-beyaz fistanı giyinen ağaçlar" ve başkaca tabiat kültürümüze dair "karayoncalar, hardalotları, gecesefaları, camgüzelleri" ve daha nicelerini sıralayabiliriz. Geleneğimizde olan "şifalı su anlayışımız, güvercin yüreği yutturma, okunmuş kara üzümler, dilekler vs." gibi örnekler verebiliriz.
Böyle öyküler, özellikle maziye dair anlatımlarla, yaşanmasını arzuladığımız geleneklerimizin, göreneklerimizin belleğini oluşturan öyküler oluyorlar. Alımlayanın muvazenesinde bir altmetin oluşturuyorlar. Daha çok aktarım, gözlem ve anlatım oluyorlar. Başka bir taraftan kültür aktarımının yöntemlerinden birisidir böyle eserler desek yeridir. Bu anlatımlarda eski mahalle kültürünün, havsalada kalan güzelliklerin bir basü badel-mevt dönemi yaşatsın isteniyor olmalı.
Türkülerimizden, manilerimizden kimi örnekler üzerinden oluşturulan insicam ile okur doyurulur âdetâ. "Garip bir kuştu gönlüm, yâr elimden uçtu gönlüm", "Mektebin bacaları/ vay lele lele lele/ ders verir hocaları/ oy amman yâr kurban", "Ana beni hay beni/yayık al da yay beni/ kaldım Yunan elinde/ doğurmadın say beni// Anamın tek kızıyım/ yüreğinde sızıyım/ asker beni götürme/ ben köyümden razıyım" Başka bir yerde köyü şu şekilde tanımlar yazar. "Gökte yıldızlar varken yataktan kalkmak, yıldızlar çıkana kadar da çalışmak demektir köyde yaşamak" (s. 144)
Hikâyeler temelinde Selçuklu, Beylik dönemleri ve hatta başka kültürlerden etkileşim ile şekillenmiş kadim bir Türk, Anadolu kültürüdür diyebiliriz. Yazarın ifadesiyle daha çok Selçukî kadınlardan gelen bir kültürdür bu. Sivas ve Divriği'nin kültürel anlamda mümbit bir konumda olduğunu söylersek böyle güzel öykülerin yazılıyor olması tesadüf olmasa gerek. Öykülerin çoğunluğu Sivas ve Divriği bölgemizde geçmektedir. Bir okur olarak, Sivas'ımızı ve Divriği'mizi iyi bilen biri olduğumu söylemeden geçemeyeceğim. Bu durum hikâyelerin insicamının ve kavranışının, benim açımdan kolay olduğunu söyleyebilirim.
Her öyküde başkahramanlar ve kahramanlar bizden, bizim kültürümüzden birileridir. Hikâye anlatıcısı yer yer hikâye başkahramanı olsa da daha çok dış anlatıcıdır. Bir anlamda anlatıcı daha çok hikâye yazarı olmaktadır. Bir hikâyede küçük bir çocuğun dünyayı ve hadiseleri görmesi de olabilmektedir. Erkek başkahraman ağzıyla anlatımlar da vardır. Hikâyelerde geçen isimlerin bir kısmına bakacak olursak: "Hasene Hala, Nadide, Şaziye Teyze, Pür Hüner Mürüvvet, Nihal Gelin, Damat Burhan, Zühre Anne, Mihri Hatun, Postacı İbrahim Efendi, Amele Hasan, Çocuk Yasemin, Anne Ayşegül, Şafak, Ümran, Şadan, Hamdi, Şükrü, Hülya, Tayyar, Armağan, Şekip" gibi birtakım isimleri sıralayabilirim.
Son tahlilde kadın, anne duyarlılığı ve hassasiyetinde yaşananları, temerküz etmiş hatıraları ve maziyi hissettiriyor okura. Başka bir ifadeyle, tek veya az katlı mahalle ev kültürünü, bahçesi-hayat alanı olan yerleri ve en önemlisi de müdavimlerini resmediyor öyküler. Site apartman hayatına geçmezden önceki hikâyeler de desek yeridir. Eskilerin "doğru duvar yıkılmaz" dedikleri gibi geleneğimiz, göreneğimiz yaşasın illaki ama önemli olan zamanın şartlarına göre, öncelikli olarak canlı ve diri olmalarıdır. İyi okumalar. Devamı iıin tıklayın | O Da Yetimdi İlknur Eskioğlu
(29. Mektup)
“O ki olmasaydı, topyekûn oluş olmayacaktı.”
Kıymetlim…
Evlâdını kucağına alan her anne-babaya “Allah analı babalı büyütsün” diye duâ ederler. Ben doğduğumda, anneme ve sana da bu duâyı eden çok olmuştur eminim baba. Bu noktada, yönümü ve yüzümü güllerin sultanı, kurtarıcımız, müjdecimiz, önderimiz ve en güzel örneğimiz Peygamber Efendimiz’e çeviriyorum. Analı babalı mı büyümüştü ki bu duâyı, dilimize pelesenk ettik bu kadar? Başı okşanan yetimlerin tesellisi “O” değil miydi? Unuttuk mu bunu?
Kimin ne düşündüğünü, ne hissettiğini bilemem ama “ahhh babammm” diye bir iç geçirirken ben unutuyorum galiba bu hakikati. Gönlümün ateşi biraz olsun dindiğinde içine düştüğüm gafletten utanıyorum. “O da yetimdi! Sen 27 seneni babanla geçirdin. Allah Resulü hiç görmedi babasını” diyorum. Öyle mukaddes bir hayat yaşamış ki… Hangi konuda teselliye ihtiyaç duyuyorsak “O” bize rehber oluyor. O’nun hayatından esinlenerek, O’nun hayat kitabını okuyarak sırât-ı müstakîmde yürümeyi öğreniyoruz. Ya olmasaydı? Yolunu bulmaktan âciz, yolunu şaşıran bîçâreler olurduk. Vah ki hâlimize…
Bunaldığımda, sıkıldığımda, üzüldüğümde, bir şeylere güç yetiremediğimi düşündüğüm her durumda “babam olsaydı böyle olmazdı işte!” diye başlıyorum ağlamaya. Küçükken düşüp de dizimi kanattığımda ağladığım gibi bir ruh hâliyle ağlıyorum. Elini tutsaydım düşmezdim diye düşünürdüm o zamanları. Yine aynı şeyleri düşünüyorum. Sen olsaydın olmazdı, üzülmezdim. Sen himâye ederdin. İmtihanları, musibetleri beraber daha kolay atlatabilirdik gibi geliyor bana. Sonra yine Peygamber Efendimiz düşüyor aklıma. Tüm sıkıntılara karşı tahammül ederken, sebat gösterirken, sabrederken babası mı vardı yanında? “O” ki babasını, annesinden de doya doya dinleyemedi. Üst üste en sevdiklerinin hüznünü yaşadı. Hüzün yılları birbirini kovaladı. Bir kere bile “tahammül edemiyorum!” demedi. Müşriklerle mücâdele ederken “dayanamıyorum, gücüm yetmiyor!” demedi. İnci dişleri kırıldığında, nur yüzü kanlara bulandığında, başından aşağı işkembeler döküldüğünde, yollarına dikenler koyulduğunda da “bıktım, tâkatim kalmadı!” demedi. “Allah’ım Peygamber Efendimizin sancağını bize gölge kıl. Peygamber Efendimizin Kevser havzasında beklediği ümmetinden olabilmeyi nasip et” diye duâ ederken bunların hepsi bir bir aklıma geliyor baba. Dilim tutuluyor, kalbim titriyor. Allah’ın razı olduğu bir hayatı yaşamaya muktedir miyim, Allah Resulüne lâyık bir ümmet miyim diye kendimi sorguluyorum. Hz. Âdem “Ey Rabbim! Muhammed’in hakkı için senden beni affetmeni istiyorum” diye yalvarmıştı. “Affet Allah’ım. Peygamber Efendimizin hürmetine affet” diye duâ ediyorum. Göğsüm sıkışıyor birden. Server-i kâinat hürmetine ne yapabiliyorum da O’nun hürmetine affedilmek için duâ ediyorum diye hayıflanıyorum. Günahkâr bir kulun mahcubiyeti, iliklerime kadar işliyor.
“O” ki hesaba çekilmeden önce nefsimizi hesaba çekmeyi öğreten, ümmetinin en müstesnâ teselli pınarı… Bu teselli pınarından, kendimi o kadar mahrum bırakıyorum ki baba… Karşılaştığım zorlukların ve imtihanların ağırlığı, senin yokluğunla daha bir ağır geliyor sanki bana. Yani bazı şeylerin üstesinden gelmekte güçlük çekmemin sebebinin, senin bıraktığın boşluk olduğunu düşünüyorum. Sırtımı yaslayacak dağım olmadığı için yeterince güçlü olamıyorum hissine kapılıyorum. Ben mi böyle düşünüyorum yoksa hakikaten bu böyle mi inan ayırt edemiyorum. Gözümüzün nuru, gönlümüzün sürûr kaynağı Habibullah’a gönlüm akıp gidiyor yine. “Sen Allah Resulü’nün yolunda gidemiyorsun. Gidebilseydin Râkib olan Allah’a teslim olur ve bir ân bile olsun ye’se düşmezdin” diyorum. Ahhh… İnsanın nefsini terbiye edebilmek için verdiği şu hayat mücâdelesi...
Hayatımda ilk defa bir abim veya bir ablam olsaydı diye ağladım baba. “Bir kardeşin olsaydı” dediklerinde bile tuhafıma giderdi. “İnsan, hiç yaşamadığı bir duygunun özlemini çekmez ki!” derdim. Öyle bir ân gelir ki insan, bilmediği duyguların bile esiri olurmuş. En çok da bir ağabeyim olmasını isterdim. Belki sana benzerdi. Karşımda sen varmışsın gibi güvende hissederdim kendimi. Sana bakıyormuşum gibi doya doya ona bakardım. Hıçkırıklara boğulmuş ağlarken karşımda öyle bir kalenin olduğunu ve ona sımsıkı sarılıp gözyaşlarımın, omuzlarına damladığını hayâl ettim. İçim nasıl ısındı anlatamam! Bazı zamanlar insanı tek ayakta tutan şey, hayâlleri imiş gerçekten. Bir de, hakikatini görmeyi dilediğimiz hayâllerimiz var!.. Hazine gibi kalbimizin ta en derinlerinde sakladığımız… Sevenle sevilen arasında sır bildiğimiz… Atlas bohçalara sarıp sarmaladığımız… Velhâsıl sır, sır kaldıkça ve kalpte gizli tuttukça güzelleşiyor. Sen, benim gözümün önüne hayâlleri düşen ağabeyimle, ablamla ve kardeşlerimle berabersin baba. Sen ve annem, âhirette sizi karşılayacak evlâtlarınızın imtihanını, dünyada verdiniz. Ben verdiğinize inanıyorum en azından. Bazen seni, onlardan kıskanmıyor da değilim!.. Anneme “Onlar birbirlerine kavuştu. Dünyada bir biz kaldık seninle” diyorum. Gülüşüyoruz ana-kız. Yüzüm gülse de içim burkuluyor. Sinemi gül kokuları sarıyor sanki birdenbire. Sallallahu aleyhi ve sellem… Peygamber Efendimiz de âilesinin bir tanesiydi. Âilesinin bir tanesi olduğu kadar ümmetinin de bir tanesi, en sevgilisi oldu.
Atâullah İskenderî’nin “Ne ki senden alınmıştır, o senin hayrınadır. Esirgenmiş olanın aslında sana bağışlanmış olduğunu fark ettiğinde esirgenmenin kapıları sana açılmış olur” sözünü okudum okuyalı, verilenlerden ziyâde alınanlara karşı da şükredebilmenin şuûrunu sığdırdım, avuçlarımın içine. Allah’ın lütfu, sadece avuçlarımızın içinde olanda değil avuçlarımızdan kayıp gidenlerde de tecelli edermiş. “Vardır bunun da bir hikmeti” diyor, hikmetlerin vakt-i merhûnunu bekliyorum. Kızın büyüyor galiba baba!
“O” ki babasını doğmadan kaybetti, annesini ise küçük yaşta kaybetti ama annelerin en güzellerine eş oldu, baba oldu. Hâsret duyulan kördüğüm sevdâların, yaşanan en değerli timsâli oldular. Biricik kızının gözdesi, ilk aşkı oldu. En güzîde bir eş… En nâdide bir baba… İyi bir eş, iyi bir baba olma gâyesinde olanın en kıymetli yol rehberi… Kadın, Hz. Hatice olmak ister. Hz. Ayşe olmak ister. Hz. Fatma olmak ister. Nasip olur veya olmaz, kadın, eşinin gözdesi, babasının gözünün nuru olmayı hep ister. Kimisi verilenle imtihan olur kimisi verilmeyenle kimisi de verilip alınanla… Biliyorum, ben hep senin Hz. Fatma misâli gözünün nuru oldum! Ve “O” yetim olduğu için yetim olduğuna sevindi tüm yetimler…
Salât ve selâm Kutlu Nebi’ye olsun.
Allah Resulü misâli yetim ve Hz. Fatma misâli babasının bir tanesi olan kızın. Devamı iıin tıklayın | Postacının Karısı Ayşe Yaz
Boğucu sıcak hava; ovaya yayılıp tarlalardaki ekinleri sarartırken taş avludan yayılan serinlik ikinci kattaki pencereden içeriye hucum etti. Anlaşılan annem kuyudan kova kova su çekip yine taşlığa boca ediyordu.
Birazdan beni söğüdün gölgesine inmeye ikna etmeye gelecek, her zamanki gibi ben “olmazlanacağım” ama annem vazgeçmeyecek, tahta merdivenlerden inerken koluma girip yardım edecekti. Kesin bugünde avludaki sedirde yastıkların arasında yerimi alacaktım.
Ben Zahireci Nazif Efendi’nin güzeller güzeli Maşukası; sarı kızı.... Her geçen gün biraz daha solmakta olan… Nasıl kurtulurum bu dertten, kim bilir? Vilâyette hükümet tabibine göre; “Güneş görmeli, iyi beslenmeli, moralim düzgün olmalı.”
Buralar küçük yerler; acınızı derinden sevincinizi coşkuyla paylaşan insanlar olduğu gibi dedikodunuzu da kazına kazına yapanların diyarı...
“Helimelerin oğlan istiyesiymiş, kızın da gönlü var dediydiler o vakitler ondandır.”
“Yok be kızın gözü okumadaydı. Cahit Hoca öğretmen okuluna yollayalım Eskişehir’e diye çok söylemiş de Nazif Efendi razı gelmemiş ondandır diyorlar.”
“Abe Şirinoğullarının günahı dee Sivri Kaya boyunca, onca mal ne ile oldu. Kimlerin kimlerin yenmiş hakkı var zavallı masumdan çıkıyor işte.”
Arada bir insafa gelip “Ayıptır dedikodu etmek” diyen bir iki kasabalı dışında herkesin hastalığım hakkında bir senaryosu vardı.
O gün de Sinavuçgilin Neriman elinde bir bakraç pekmezle ziyaretime geldi. “Maşukaya şifa olsun” diyerek taşlığa bıraktı. Annemin hergün yastıkları dizdiği sedire iri kalçalarıyla yerleşti. Başladı mahallenin haftalık havadislerine. Dozu her kaçırdığında annemin “Neriman” diyen kısık sesiyle azıcık da olsa kendine geldiyse de tam gaz devam etti bültene.
Günün en ilginç havadisi; Kaşıkcıgilin evine taşınan postane müdürü ve onun karısıydı. “Günahı boynuna adamı sürmüşler. Karısı da pek nazenin bir şey onca eşya eve girmiş de hiç birinin ucundan tutmamış. Zaten müdür Şuayip Bey her işi parayla tutuğu ırgat karılara yaptırmış. İki aydır da Topalın Aysel haftanın iki günü ev temizliğine gidermiş.”
Annem garibim meraktan mı yoksa Sinavuçgilin Neriman’ın anlattıklarına ilgisiz görünmek istemediğinden midir bilinmez “Eee... ne iş yaparki evde bu karı?” dediği andan itibaren anlatılanlar ilgimi çekti.
“Ayol ne iş yapacak uyur uyanır gündüz kendine gece de Şuayip Efendi’ye sazendelik eder herhal! Elinde adı ud mudur dut mudur bir saz sabah akşam çalar mahallede sesi sokakları tutuyor diyorlar.”
O günden sonra aklımda tek bir şey vardı, Nerima’nın adına yakıştırma yaptığı ud ve postane müdürünün ud çalan karısı.
Gel zaman git zaman kasabanın ileri gelen hanımları postane müdürünün karısını ziyarete gitmeye karar verdiler. Tabiî annemsiz olmazdı. Ne de olsa annem kasabanın varsıllarından Nazif Efendi’nin karısıydı.
Aylardır taşlıktan öteye adım atmayan ben, tutturdum annemle misafirliğe gideceğim diye. Kasaba dediğin; yürüsen başından sonuna on dakika. Ama benim yürümem olmaz. Hemen faytoncu Şeref çağrıldı. Faytona ana kız kurulduk. Yeni Hamam sokaktaki Kaşıkcıgilin kiralık eve vardık.
Aman efendim kimler kimler yoktu! Belediye reisinin hanımı Hamarat Kerime’den, Mal müdürünün karısı Cangıldak Hilmiye’ye, kuyumcu paşaların Sezen Hanımdan, Akcaların Kuru Kezban’a, Onbaşının Şişik Nurdane’ye kadar. Hani bir tek kaymakam karısı yoktu. Onun da sebebi hikmeti, bizim kasabaya o güne kadar gelen kaymakamların bekâr oluşuydu.
Üç çepheli odanın pencere önlerindeki sedirlere yayılan hanımlar Topalın Aysel’in getirdiği gül şerbetiyle mahlepli kurabiyelerini yerken Postane müdürünün karısını ahret sualinden geçirmekten de geri kalmadılar.
Aliye Hanım; adı buydu. Aslen Balıkesirliymiş. Ailesi yirmidokuzdaki mübadelede karşı kıyıdan göçenlerden. Anneden öksüz, üvey anası baba evini malımsayınca çocuğu olmayan halası onu yanına alıp büyütmüş. Ud çalmayı ise; musiki muallimi olan eniştesinden öğrenmiş.
Hayatında sazla, teften öte müzik âletini ilk mektep bebelerinin boyalı kitaplarından başka yerde görmemiş kadınlar; isteklerini kırmayan Aliye Hanım’ın karşı odadan alıp geldiği müzik âletine merakla baktılar. Kıvrılan dudaklarda küçümseme, sağdan sola çevrilen başlarda aldırmazlık, kara gözlerde kıskançlık gören; benimse, içimde bir şeyler kıpırdandı. Hakkında ileride çok şey öğreneceğim uda muhabbetle baktım.
Ud; annemin “gebeş karıların karnı gibi” diye tarif edeceği teknesinin üzerinden geçen telleri uzun olmayan sapın kıvrılan ucunda tutan mandallardan oluşuyordu.
Aliye Hanım eline aldığı tavuk tüyünden mızrabı tellere vururken, diğer elinin parmaklarını sapın üzerinde oradan oraya gezdirdikce içeriye dalga dalga musiki yayıldı. Udun nağmelerine eşlik eden güzel sesiyle icra ettiği parçalarda ise, kasabanın hanımları; İnce fikirliliğinden, gamzede deva bulamadığı, o yüzden akşam olunca hüzünlendiği ama kimseye şikâyet etmediği ve her kapı çaldıkca o mudur diyerek Şuayip Beyi nasıl beklediği kanaatine vardılar.
Ayrılırken usulca sokuldum. “Çok güzel çalıp söylüyorsunuz. Benim sesim de çok güzel. Yani öyle diyorlar keşke ben de sizin gibi saz çalabilsem” dedim. Yüzüne hafiften bir tebessüm yayıldı. Çakır gözlerinde ışık yanıp söndü. Eğilip usulca kulağıma” Annengil izin verirlerse ben sana ud çalmayı öğretirim” dedi.
Akşam sofrada anam Nazif Efendiye uzun uzun postane müdürünün karısından ve söylediği türküler üzerine kafasından geçenleri anlattı. Nazif Efendi ilgisiz; kâh önündeki taze fasulyeye, kâh bulgur pilavına, arada da ayran tasına kaşık sallıyordu. Ta kii tatlı niyetine pekmezli pelezeyi ağzına aldığı vakit; “Aliye Hanım bana ud çalmayı öğretecek” deyiverdim.
O akşam anamın Nazif Efendi’nin boğazına duran Pelezeyi sırtına vura vura yutturması nasıl zor olduysa, bana da İzmirlerden ud getirtmek o kadar zor oldu. Çoğunluk ben Şeref’in faytonuna binip Kaşıkcıgilin eve gitsem de ara ara Aliye Hanım da bize geldi.
Yaz kışa devrolup bir sonraki baharda mızraplıktaki vuruşlarım, sapta gezinen parmaklarım en nadide parçaları dahi çalar hale gelmişti. O bahar beni muayene eden hükümet tabibi, babama hastalığı silmiş olduğumu müjdeledi.
Artık yarım kalan tahsilime devam edebilirdim. Yaşım her ne kadar iki yaş büyük olsa da Cahit Hoca’nın gayretleriyle girdiğim öğretmen okulu imtihanını verince leyliye kabul edildim.
Ara tatilde geldiğimde kasabada Aliye Hanımı bulamadım. Annem, halasını ziyarete gittiğini söylediyse de bayram tatilinde de yoktu.
İki sömestir boyunca görüşmediğim Aliye Hanım’ı yaz tatilinde karşımda görünce çok sevindim. Ben ona heyecanla okulda geçirdiğim o uzun yılı anlatırken o beni pek de dinlemiyor gibiydi. İnce yüzü solmuş, çakır gözleri kuytuya kaçmıştı. Tebessümüyle beliriveren gamzelerini boşuna arıyordum. Beraber icra ettiğimiz neşeli parçaların yerini “Olmaz ilaç sine-i sad pareme, çare bulunmaz derdime” nevinden eserler almıştı.
Gelip giden Sinavuçgilin Neriman’dan duyduklarımsa içimi yaktı. Aliye Hanımın bebesi olmazmış Şuayip Bey bunu önceleri dert edinmemiş ama son zamanlar da etrafın baskısı da dayanılmaz olmuş. Adı kısır karıya çıkan Aliye Hanım kocasına “Beni boşa yeni bir hanım al” diye yalvarasıymış. Nerima’nın dediğine bakılırsa Yalıyarlı Rasim de bacısını verimkârmış hani. Şuayip Bey hiç yanaşmamış. O, ince ruhlu, sanatkâr kadını incitmekten korkarmış. Başkası olsa alimallah koşa koşa gidermiş.
Dedikodu kazanının kaynar olduğu yazın ortalarında günün akşama kavuşmaya hazırlandığı bir ikindi vakti, yük katarı hayırsız kayasını döndüğünde bütün kasabayı tutan acı bir düdük öttü. Kavak ağaçlarındaki kuşlar havalanırken, yüreğimin başına da onulmaz bir ağırlık gelip oturdu.
İstasyondakilerden daha sonraları dinlediklerime bakılırsa Aliye Hanım katarın onca düdüğüne hiç kıpırdamadan rayların üzerinde öylece dikilmiş. Canına kıymakta kararlıymış. Makinistin yapacak hiç bir şeyi yokmuş.
Zaman ne arsız şey hızla akıp gidiyor. Sürgün Şuayip Bey kasabadan ayrıldı. Bir zaman ortalıkta dedikodu nevinden rivayetler dolaştı. Rasim’in bacısını almış diye ama sonraları unutuldu gitti.
Kasabaya en son gelen kaymakam da şeytanın bacağını kırdı. Muallim mektebini bitiren Sarı Maşuka’yla evlenip kasabalıya damat oldu.
Şimdi nerde bir tren düdüğü duysam köhne bir istasyonda yüreği kırık, yorgun bir göçmen kuşun çakır gözlerinin üzerine çöken buhar dumanı, sessizce notalara dönüşür içimde ve tellere vuran mızrabımdan dökülür; “Niye uydun eller sözüne...” Devamı iıin tıklayın | Haşrolmak Nurcan Suer
Doğumla birlikte ayrılır insan anneden. Ve hayatın üçlemesiyle karşılaşır o anda. Doğum, yaşam ve ölüm. Bütün döngü bu üç kurala göre dizayn edilmiştir. Doğduğunda bundan habersizdir insan. Çünkü doğar doğmaz yaşam gerçeği ile karşılaşır. İkinci kural ona kucak açmıştır ve artık onun kollarındadır. Onun izni dışında yol verir ona.
Evet insan doğar, yaşar ve ölür. İnsan doğarken ve ölürken gerçekliğin farkında değildir. Bereket versin ki yaradan onu yaşarken akıl ile hemhal kılmıştır ve bunun farkındadır.
İnsan yaşamı bilir. Yaşamayı ve bunun gereklerini yerine getirmeyi bilir. Yer, içer, eğlenir.
Dünya telaşesi ile haşrolur. Lakin doğarken ve ölürken bu gerçeklikten bizatihi o kadar uzaktır.
Güneşi biliriz, ayı biliriz, gezegenleri biliriz. Ama Yaratan’ı bilmeyiz. Bu gerçeklik bize yaşarken ne kadar uzaksa, doğarken ve ölürken o kadar yakındır.
Mümkün kılmaktır elzem olan. Yaşarken de Yaratan’ı bilmektir, hatırlamaktır en lüzumlu olanı.
Oysaki aklî olarak en mutlak olduğumuz andır yaşamak. Bu münasebetle yaşarken bilmezse insan ölünce muhakkak ki hakikatle haşrolacaktır. Yaşarken haşrolanlardan olmak dileğiyle... Devamı iıin tıklayın | |
|