Kardelen'i DergiKapinda.com sitesinden satın alabilirsiniz.        Ali Erdal'ın yeni kitabı TÜRK KİMLİĞİ çıktı        Kardelen Twitter'da...        Kardelen 35 Yaşında!..       
Nereye kadar?
Ali Erdal

Türkü, atasözü, deyim gibi müşterek eserler, cemiyetin uzun yıllarının tecrübesi ve (konsensüs)üdür. Bir türkümüzden mizah şaheseri bir mısra: “El atına binmiş çalım satıyor.” Fetö için –şükür, cesedi toprağımızı kirletmedi– bu başlıkla bir yazı kaleme almıştım, (20.09.2016). 

El atına binmekten daha denîsi de var ve İsrail’e ait. Amerika’nın parası, silâhı, mühimmatı, gücü, politikası, her türlü baskısı ile etrafına ateş saçıyor, zulüm yapıyor. Deyimimiz ne güzel ifade ediyor:

“El kesesinden sultanım;

Develer olsun kurbanım”

Elin parasıyla sultan olmuş; koyun, keçi, sığır değil, deve kurban ediyor. 

Amerika’da karanlık çöktü mü, kimse sokaklarda emin olamaz. Evsiz ve aç garibanların bir parça bir şey için gözlerine kestirdiklerine saldırmaktan başka çareleri yoktur. İsrail onların sırtından, onlara harcanması gereken parayla dünyaya kafa tutuyor. 

“Dost yok, çıkar var” tavrını dış politikasının esası yapan Amerika, bir (1) gün, korumalığını yaptığı efendisi Yahudi’ye, bu söze uygun davransın, İsrail’in sadece cakası sönmez, görüp göreceği tek devleti de (ne kadar devletse) bir asrı dolduramadan tarihe gömülür. Dünyanın ortak atasözü: “Amerika, süt sağmayacağı ineği beslemez”. Ne çıkarı var ki; İsrail’i korumayı, kendi korumasından da önde tutuyor? Bilakis zararı var. Burada menfaat çarkı şöyle işliyor: Mevkilere gelmelerini sağlayan Siyonist çete, yöneticileri kullanıyor, yöneticiler Amerikan halkının hakkını bedel olarak İsrail’e harcıyor. Dünyanın her yerinde halklar İsrail’e karşı olduğu halde, İsrail’e destek olan idareciler, değişik (kombinasyon)larla aynıdır. 

Bugün dünyada Türk ordusunun dışında savaş kabiliyeti olan ordu yok. Başta Amerika, İsrail ve Rusya olmak üzere, Türkiye hariç bütün devletler, savaşmaları gereken yerlerde maşa kullanıyor. Avrupa’nın sömürgeleri, iri devletlerin kurup organize ettiği terör örgütleri, kiralık katiller, ücretli askerler(!). (Paralı değil, ücretli; paralı ise niye az bir dünya menfaati için kiralık katil oluyor?) Koskoca Rusya kendi içindeki farklı milletlerden vatandaşlarını cepheye sürebiliyor, hattâ Kore’den asker getirtiyor. 

Bu böyle gitmez. Şairin dediği;

“Gam çekme hiç, böyle gitmez bu devran, / Nihayet sonuncu durağa gelir.” (Necip Fazıl) 

İnsanın en büyük teşkilâtlanması devlet, ciddî bir müessesedir; böyle el kesesi ile, haksız parayla, başkasının canı ile ilânihaye yürümez. “Devlet, adalet ile kaimdir; zulm ile bâki olmaz.” (Naîmâ)

Kanalımı takibe alarak destek olur musunuz: goo.su/AliErdal

Devamı iıin tıklayın
Mukaddes beldelere-2
Kadir Bayrak

Bundan 20 yıl önce yine bir Ağustos ayında umre niyetiyle mukaddes beldeleri ziyaret etmiştim. Hamd olsun, bu kez, ailecek gitmek nasip oldu. Neredeyse tamamı bizim gibi anne, baba ve çocuklardan veya dede, nine ve torunlardan müteşekkil, genç nüfusun fazla olduğu bir grupla yola çıktık. Eyüp Sultan Hazretleri’nin manevî koruması altındaki İstanbul’dan kalkan uçağımız 3-3,5 saat sonra Cidde’ye vardı.

Fikir vermesi açısından ve kıyas imkânı sunması için söylüyorum, Cidde, batı medeniyetinin gelişmiş bir şehri gibi. Kızıldeniz’in yanı başında, ışıl ışıl yüksek binalarıyla bir ticaret merkezini andırıyor.

Cidde havaalanında ülkeye giriş için pasaport kontrollerimiz yapıldı. Görevli memurlar son derece nazik, kibar, yardımsever. Benimle ilgilenen, kızım yaşındaki hanımefendi şaşırtıcı derecede iyi Türkçe biliyor. Parmak izlerini okuttuğumuz makinede “ağabey, şimdi sağ başparmağını koy, şimdi şu parmağını koy, kameraya bak, fotoğrafını çekeceğim” diyor. Beni “ağabey” demesiyle duygulandırıyor ve hem Türkçe’ye hâkimiyeti, hem nezaketiyle kendisine hayran bırakıyor. 14 günlük ziyaretimiz boyunca görevlilerin bu nezaketi, kibarlığı, yardımseverliği her noktada devam etti. Allah, hepsinden razı olsun.

Pandemiden bu yana Kâbe’nin etrafındaki tavaf alanına, erkek ziyaretçilerin ihram harici kıyafetle girmesi mümkün değil. Üst katlara günlük kıyafetle girilebiliyor. Oradaki idare bu şekilde bir karar almış. Zannederim ziyaretimizin ikinci akşamı önümde hanım ve kızlarım mescide girmek için yürüyoruz. Ama üzerimde günlük kıyafetlerim var. İhram mecburiyeti aklımdan çıkmış. Ben yaklaştıkça güzel yüzlü asker de bana odaklandı. Hanım ve kızlar geçtiler, asker halimi anlamış olmalı ki oralarda sıkça duyduğumuz “hacı, yallah!” veya benzeri hiçbir söz söylemedi. Sadece hareket halinde olan beni hafifçe omuzlarımdan tuttu, 180 derece döndürdü ve gülümseyerek ve kibarca bu halimle giremeyeceğimi bana hatırlattı. Halini, tavrını çok beğendiğim o askeri, bu yazıda anmadan geçemedim. 

CELALLİ MEKKE...

Başımızdaki hocaların ortak kararıyla, sabah namazı vakti geldiğimiz Mekke’de 2-3 saat istirahat etmemiz uygun görüldü. Kafilemiz, sabahın ilk ışıklarıyla Mescid-i Haram’a giriş yaptı. Kâbe’yi ilk görüşte yapılacak duaların reddedilmeyeceği müjdesine ve hafızamda biriktirdiğim onca duaya rağmen ilk görüşteki heybet, hamd ve tekbirden başka kelimelerin dudaklarımdan dökülmesine fırsat vermedi. İlk tavaf, ilk say ve saçları kestirmekle tamamlanan ilk umremiz...

İlk ziyaretle birlikte Mescid-i Haram ve Kâbe’yle ünsiyet kurulmuştur. Dergimizin sahibi Ali Hocam’ın tespitiyle, size ait apartmanın bir dairesinden diğerine geçmiş gibi oluyorsunuz. Mukaddes beldelerde yabancılık duygusu hissedilmiyor. Dünyanın binbir köşesinden kendi kültürüyle gelen ümmetin bütün diğer fertleri gibi siz de bu beldelerin mukimi haline geliveriyorsunuz. 

MESCİDİN ETRAFI...

20 yıl önce gittiğimizde ecdat yadigârı Ecyad Kalesi yeni yıkılmış ve ismi Zemzem Kuleleri olan binanın temelleri yeni atılmıştı. Şimdi, 2,5 milyonluk büyük bir şehir olan Mekke’nin hemen her köşesinden hatta kilometrelerce uzağından Zemzem Kuleleri gözüküyor. Korkutucu derecede büyük, dev gibi bir yapı. Alt katları bizim büyük şehirlerimizden alıştığımız alışveriş merkezi hüviyetinde. Üst katları da lüks otellerden ibaret.

Üzülerek belirtmem gerekir ki bizim özellikle 7 Ekim 2023 tarihinden sonra kıyısından, köşesinden geçmediğimiz markalar başta Zemzem Kuleleri olmak üzere oraları ele geçirmiş. Her köşe başında boykot kapsamındaki kahveciler, (fest fud) dükkânları var. Sembol bir isim olarak kabul ettikleri “Coca Cola” ortalıkta gözükmüyor ama onun yerine satılan bütün gazlı içecekler “Pepsi” markasının ürünleri. Bizim üç harfli marketlerin işlevini gören dükkânlarındaki hemen bütün ürünler de “boykot” markalar maalesef. Türkiye’de çok fazla yemediğim halde orada nefsime yenik düşüp almayı arzu ettiğim bir çikolata için yurda dönmeyi beklemek gerekti.

Üzücü bir diğer husus “cep telefonu kültürü”nün ümmetin bütün fertlerini ele geçirmiş olması. Her milletten genç, ihtiyar hemen bütün insanlar orada attığı her adımı fotoğraflamak, videoya çekmek derdinde. Tavafı zorlaştıran pek çok sebebin yanına artık arka fonda Kâbe’nin yer aldığı fotoğraf, video çekmek isteyen müslümanları da eklemek gerekiyor. Umre, hac hizmeti veren tur şirketleri de sosyal medyalarında paylaşmak için gruplarının her adımını fotoğraflamayı şiar edinmişler. Hatıra nevinden birkaç fotoğraf belki ama bu işin haddi aşınca ibadetin ruhuyla pek uyuşmadığı kanaati bende hâsıl oldu. 

KARPUZ...

20 yıl önceki ziyaretimde, otelde yediğimiz öğünlerin hepsinde kavun, karpuz başta olmak üzere pek çok meyve ikram edilirdi. Bu kez kavun ve karpuza hasret kaldık. 14 gün boyunca bir veya iki defa ikram edildi, onların da tadı alışık olduğumuz gibi değil. Çok basit bir mesele gibi gözükse de ümmetin başsızlığına karpuz vesilesiyle çok ah ettim. Bu sene, sadece benim memleketim Bilecik’te tarlada kalan, para etmediği için atılan karpuzlar aklıma geldi. Başımızda bir halife olsaydı dudağından dökülecek bir cümleyle avuç içi kadar Bilecik’te tüketilemeyen karpuzlar Mekke’ye gönderilir, üreticiler emeğinin karşılığını alır hem Mekke halkı hem de umreciler karpuza doyardı. Siz zamanın şartlarına, ihtiyaçlara göre karpuz yerine istediğiniz ürünü koyun ama ümmetin başsızlığını dert edinmeyi unutmayın... 

CENAZE NAMAZLARI...

Orada farz namazlar ezandan 10-15 dakika sonra kılınıyor. Farza kadar sünnetleri kılmak mümkün. Hocalarımız, her farz namazdan sonra cenaze namazı kılındığını, bu sebeple eğer son sünnet kılınacaksa acele etmememizi, cenaze namazından sonra sünnetleri kılabileceğimizi tembihlediler. Biz de buna göre hareket ettik. Oğlumla yan yana kıldığımız cenaze namazlarında iki üç kez etrafımızdaki müslümanlar tarafından uyarıldık. Bizim mezhebimiz dışında cenaze namazında iki tarafa selâm veren yokmuş. Bizim sol tarafa da selâm vermemiz, etrafımızdaki müslümanların dikkatini çekti ve bizi uyarma ihtiyacı hissettiler. Ben de o ana kadar Hanefi mezhebi dışında sağa ve sola selâm veren olmadığını bilmiyordum. Önce anlamadığımız bu uyarılara, sonrakilerde mezhebimizin ismini söyleyerek cevap verdik.

Bütün milletlerin yetkili kurumları ve bizim Diyanet başta olmak üzere tur şirketleri oraya götüreceği hacıya, umreciye mezhepler yönünden genel bir bilgi vermeli. 

ÜMMET BİLİNCİ...

Mezheplerimiz farklı olsa da ezanda, namazda, tavafta, say’da yani esasta ittifak ediyor ve ortak hareket ediyoruz. Teferruattaki farklılıklarımız da rahmet... Allah Resulü’nün sünnetini farklı farklı noktalardan ihya etmek de cabası.

Ancak oraya gelen müslümanların temizlik anlayışı, nezaket, muaşeret adabı, günlük hareketler açısından ortak bir seviyeye yükselmesi gerekir.

Tavaf esnasında grubuyla hareket edip önüne geleni iten, çeken, böylece diğer müslümanlara eziyet verenlere, yedinci şavt bitince geniş dairede kalabalıktan çıkmayıp bulunduğu yerden diklemesine topluluğu yara yara dışarıya çıkanlara, tavafın hemen bittiği noktada namaza durup müslümanların hareket alanını sınırlayanlara, Hacer-ül Esved’e değmek için diğerlerini ezenlere, temizlik ve abdest hususunda asgari sınırlara riayet etmeyenlere ve daha nelere nelere dikkat çekecek eğitimlerin müslümanlara memleketlerinde verilmesi gerekir. 

SAY TESPİHİ

Bir tavaf yapmak için Kâbe’nin etrafında yedi kere dönmek gerekiyor. Bu yedi turdan her birine de şavt deniyor. 7 şavt bir tavaf…

Müslümanların hangi şavtta olduğunu bilmesi için de say tespihleri icat etmişler. Yedi boncuktan meydana gelen basit bir tespih. Tavaf için mescide girdiğim bir gün, ziyaretini tamamlamış ve çıkan bir Müslüman yukarı kaldırdığı elindeki tespihi bana uzattı. O çıkış için yürüyor ben de girmek için. Havada tespihi aldım. Karşılıkla gülümsemeler ve herkesin kendi dilinde karşılıklı ettiği dualar… Allah o kardeşimden razı olsun… Tespihi, güzel bir hatıra olarak saklıyorum. 

KLİMALAR…

Dışarısının 40, kapalı alanların 18 derece olduğu bir ortamda hasta olmamak mümkün değil. Özellikle Türk umreciler alışık olmadıkları bu iklim şartları sebebiyle diğerlerine nazaran daha çabuk hasta oluyorlar. Buna da bir çare bulunmalı. Say alanının direklerinde uçak motorunu andıran soğutucular o kadar şiddetli soğuk hava üflüyor ki o sıcakta yapılan tavaftan sonra ve o terli halinizle bunlardan etkilenmemeniz mümkün değil. Aynı şekilde umrecileri otelden Kâbe’ye ve Kâbe’den otele taşıyan otobüslerdeki klimalar da bizi hasta etmeye yetti…

“Batan bir diken bile olsa Müslüman'ın başına gelen her bir musibeti, Allah onun günahlarına kefaret kılar.” Hadisi mucibince Mekke’deki rahatsızlıklarımız da sevaplardaki “bire yüzbin” müjdesiyle muamele görür ve günahlarımızı döker inşallah… 

MEDENÎ MEDİNE…

Önceki ziyaretimde iki kutlu şehir arasındaki mesafeyi uçakla katetmiştik. Bu kez 450 km’lik mesafeyi otobüsle gittik. Tabak gibi dümdüz bir arazi, üzerinde tek tük deve çiftliklerinin bulunduğu kum deryası, çöl… Medine’ye bir saat mesafede Bedr… Hocalarımız Bedr’in birkaç senedir ziyarete açıldığını söylediler. Akşam namazı vakti Bedr Harbi’nin vuku bulduğu yerin hemen yanındaki camideyiz. Biraz erken girdik ve kafilemizdekiler ikinci saf hizasında oturdu. Az sonra cami imamı geldi ve bizi gördü. Her birimizle musafaha etti ve ısrarla bizi birinci safa davet etti.

Medine ziyaretimiz üç gün sürdü. Medine, batılı fikir adamının hayal ettiği “Güneş Devlet”in vücut bulmuş hali… Kurallar o kadar oturmuş ki orada devleti hissetmiyorsunuz. Evet ara sıra resmi kıyafetli askerleri orada da gördük ama o kadar. Gördüğümüz o askerler hiçbir şeye müdahale etmiyor zira müdahale edilecek bir durum da olmuyor.

Cennet Bahçesi… Allah Resulü’nün "Evimle minberim arası, Cennet bahçelerinden bir bahçedir." buyurduğu mekân… Önceki yıllarda gidenler bilirler, burada eskiden iki rekât bile olsa namaz kılmak meseleydi. Şimdi “Nusuk” denilen bir uygulama icat etmişler. Herkes cep telefonuna bu uygulamayı indiriyor ve müsaitlik durumuna göre randevu alıyor. Biz oğlumla Pazar günü öğle namazı sonrasına randevu oluşturduk ve bu şekilde neredeyse bir günlük kaza namazı kılacak kadar bu mübarek mekânda zaman geçirebildik. Aynı uygulamanın diğer ziyaret mekânlarında da yapılabileceği kanaatindeyim. 

NİYE?

14 gün süren, uçakla ulaşım, otel hizmeti, sabah ve akşam yemeği, Mekke-Medine arası lüks otobüslerle transfer, neredeyse her güne bir ziyaret programı sığdırılan standart bir umre ziyaretinin bugün için karşılığı 50-60 bin lira civarında. Bir tur şirketine bağlı kalmadan “bireysel umre” olarak son zamanlarda sıkça karşılaştığımız ziyaretlerin maliyetlerinin daha da düşük olduğu biliniyor.

Hal böyleyken, aynı hizmetlerin sunulduğu Hac farizasının bu kadar pahalı olmasını aklım almıyor. Bu meseleyi 20 yıl önce kaleme aldığım yazıda da dert edinmiştim. 2026 Hac başvurularının 5 Eylül 2025 tarihinde sona ereceği bildirilmişken sürenin 2 defa uzatılması da gösteriyor ki başvuru esnasında hac yapma imkânına sahip Müslümanlar, kuranın kendilerine isabet etmemesi sebebiyle yıllar içinde ya maddi imkânlarını veya sıhhatlerini kaybediyorlar ve yeni çekilecek kuralara iştirak edemiyorlar. Sadece bizim değil bütün ümmetin bu derdine de yetkililerin deva bulması gerekiyor. 

ALLAH, HERKESE NASİP ETSİN…

Evet, Hacc’ın kuraya tabi olması, ücretinin çok yüksek olması gibi sebepler başta milletimizi ve bütün Müslümanları umreye yöneltiyor. Algıda seçicilik mi bilmiyorum ama sadece benim etrafımda o kadar çok umre yolcusu var ki insan şaşırıp kalıyor. Bütün bir ümmete sirayet eden bu isteğin, ziyaretçilerin gözlerindeki o heyecanın bir izahı olmalı. Galiba ceketimizin astarında kaybettiğimiz güneşi bulmaya başladık.

Allah, o mübarek toprakları başta Hacc ve umre niyetiyle ziyaret etmeyi herkese nasip etsin…

Devamı iıin tıklayın
Korkaklar
Ekrem Yılmaz

Dünyada savaşlar var. Öyle zannediyoruz. Birilerini savaşırken görünce onlar, o gördüklerimiz savaşıyor zannediyoruz. Acaba öyle mi? Nasıl yani demeyin. “Ortada görünenler savaşmıyor mu, oyun mu seyrediyoruz, tiyatro mu?” diyeceksiniz. Evet, tam da bu: Oyun ve tiyatrodan farksız izlediğimiz komedi… Zira arasında mesele olan, asıl husumetliler o savaşanlar değil. Onlar sadece vekil, birinin paralı askeri, satın aldığı aparatı… Kendileri kendi adına savaş yürütmüyor, sadece kendilerine verilen emri yerine getiriyorlar. Bunlara da vekil güç deniyor, gördüğümüz, sahnede olan oyuna, pardon savaşa da vekâlet savaşı deniyor. Savaştıranı, perdenin arkasındaki yazarı, çizeri, senaristi görmüyoruz. Lâkin kim olduğunu dünya da biliyor, biz de biliyoruz. Sonra o kendini göstermeyenlerin hazırladığı haberleri seyrediyor ve dinliyoruz. Ya bu kadar saf (salak) mı dünya, bütün insanlık? Hayır! Amma bile bile lâdesi arta kalanlar oynuyor işte… Buna gönüllüyüz, tüm dünya kamuoyu olarak. Elden bir şey gelmiyor. Ortada aparatların hepsi de piyon. Jön ve figüranları ile hepsi sahte, hepsi piyon. Sahte kahraman diye bir kavram var literatürümüzde Tanzimat’tan beri, işte bunların da başındakinden en küçük emir alanına kadar hepsi piyon, hepsi satın alınmış hain: Kimisi devlet başkanı konumunda olsalar bile... Kimi bir başkan, kimi bir başbakan, kimi bir örgüt lideri olabilir, öyle gözükebilir. Aslında sadece söyleneni dinliyor ve sadece emredileni yapıyorlardır. Baştan ayağa hepsi piyon: Oyunda ne şah var, ne vezir; ne fil var, ne de at… Bütün taşlar piyon ve insanlık olarak biz de izliyoruz. Senaryo görünmeyenlere ait. Ölen de öldüren de buna razı ve satın alınmış sadık(!)lar zümresi… Adam ölüyor, öldürüyor şakası yok bunun ama bir davanın sahibi değiller. Ve sadakatsizlik ederse anında infaz edileceğini veya Guantanamo’larda yargısız şekilde mükâfatlandırılacaklarını biliyorlar. Evet, bunlar da bile bile lâdesi oynuyor. 

Bütün güçlü devletlerin istihbarat örgütleri dünya ile insanlık ile bu şekilde oyun oynuyor. Hepsinin parası, ordusu, teknolojisi, süper hatta hiper silahları ve savunma sistemleri var. Buna rağmen bunlar kendileri birbiri veya seçtikleri düşmanları ile savaşmıyorlar. Kim bu senaryo yazarları? Bu küresel güç olarak nitelenen, dünyaya biz nizam veririz iddiasındaki devletler: Başta ABD, Rusya, Çin ve birkaç AB ülkesi… Başka vekil güç kullanan ülke yok mu? Elbette var, her ne kadar küresel güç olmasa da vekillerini savaştıran ülkeler de var. Meselâ İran gibi… Hizbullah ve Haştişabi gibi isimlerle anılan uyduları var. Bu küresel güçler ne yapıyor? Kime ne ile yaklaşıyor: 

Amerika gidişatından memnun olmadığı ülkelerde darbeler yaptırıyor, o ülkelerin kendi istihbarat örgütlerini bile kendi ofisi gibi kullanabiliyor. Düne kadar, 20 yıl öncesine kadar Türk istihbaratını kullandığı ve hatta maaşlarının bile CIA tarafından ödendiği sır değil artık. Her iki cepheden bu dile getirilip teyit ediliyor. Fetö gibi bir ihanet şebekesine darbe yaptırmaya cüret edebiliyor. Ayrıca PKK veya PYD gibi örgütleri besleyip, istediği yerde kullanıyor ve savaştırıyor. Düne kadar ülke içinde Türkiye’ye neler yaşattı ve ne canlara mâl oldu saldırıları... 5-10 yıldır ülke dışında tarafımızdan inlerinde vurulmaya başlanınca bugünlere geldik ve pkk pes ettim derken, Pyd’si hâlâ nazlanıyor. Çünkü nazını çekeni var, ipleri elinde olan böyle istiyor ve arpasını ve silah-mühimmatını hâlâ veriyor. İçeride vazgeçtim diyen PKK’nın, mkk kılığında çıkıp çıkmayacağı ise henüz muamma… Biz şimdilik çıkmayacağından emin değiliz ve bu şüphe ile yaklaşmamızın haklı gerekçeleri var. Doğru olanın da bu olduğuna inanıyoruz. ABD’nin başka vekil güçleri var mı diye soracak olsak: Elbette, var tabi, deriz. Ortadoğu’da El Kaide ve Deaş gibi örgütlerle beraber, İsrail, Ukrayna, benim sayemde tahtlarınızda oturuyorsunuz dediği Arap sözde liderleri var. Bunlar savaşıyorsa Amerika adına savaşıyor ve birer vekildirler, yani piyon. İsrail’in konumunun farklı olduğunu söylediğinizi duyar gibiyim. Evet, haklısınız, lobileri ABD’de güçlü olabilir ve Siyonizm gibi bir ortaklığın içinde ABD onun uşağıdır diyebilirsek de bu Yahudi terör devletinin ABD’nin vekil gücü olmadığını göstermez, çünkü Yahudi devleti Amerika’nın dur dediği yerde durmak zorundadır ve bu vekil güç olmayı gerektirir. Yürüttüğü savaşlar da vekâlet savaşı oluyor. 

Rusya, Sovyetler zamanında tüm demirperde ülkelerini kullandığı gibi, Ortadoğu’da İran, Irak ve Suriye’yi aynı şekilde bir vekil güç olarak kullandı. Düne kadar Esad’lı Suriye’yi nasıl kullandığı herkesçe malum… Rusya adına savaşan Wagner paralı asker gurubu ve Libya’da vekâlet savaşı yürüten Hafter, ülkenin gerçek sahiplerine kan kusturmak isteyen piyonlar… 

Çin’in boş duracağını mı zannettik? Ya Fransa, Almanya ve en başta da İngiltere?.. İngiltere’den başlayacak olursak, o zamanında Amerika’yı bile bir vekil güç olarak kullanmış bir küresel güç odağıdır. Amerika’yı, İsrail Devleti’ni ve Türkiye Cumhuriyeti’ni kurduran bir ülkedir. Ortadoğu’da Suud’undan, Şerif Hüseyin’e, Irak’ından Suriye’sine müdahil olmadığı ülke, savaştırmadığı vekil yok. Türkiye’den vekâletine sadık kalacağına söz aldı; hilâfeti kaldıracağı, alfabeyi değiştireceği ve bunun gibi kendini inkârı gerektiren sözde devrimleri o günkü başımızdakilerin yapacağına ikna olduğu için bir kurşun atmadan Türkiye’den ayrıldı ve buna rağmen başka bir vekil güç Yunan ile bizi dövüştürdü. Kronoloji sıralayıp tarih dersi değil muradımız, ancak kimler vekil ve kimler nasıl ne kadar kullanıldı bunları hatırlatıp bugünümüze bakıp, yarınımızda nelere hazır olmalıyız’ın cevabını arıyoruz. 

Çin, Afrika kıtasında birçok faaliyetin içinde… Birçok liman veya ülke satın alıyor. Ha keza Fransa ne kadar halklar tarafından Afrika’da istenmese ve kovulsa da kukla yöneticiler ve vekâlet savaşı yürüten örgütleri ile hegemonyasından vaz geçmek istemiyor. 

Almanya ve Fransa, ABD’nin yanında bizi yola getirmek ve parçalamak üzere kurulan PKK’yı ve Fetöyü beraber sahiplendiler, korudular ve kolladılar. Kısaca sahnedeki vekâlet savaşını yürütenlerin arkasındaki güçler ile savaşan bir ülkedir, Türkiye... Yani biz Yunanla savaşırken, Medine’de, Kudüs’te yerli halklar ile savaşıyor görünürken, son yıllara kadar asala veya pkk eşkıya sürüsü ile savaşırken asıl düşmanımız onlar değildi. Onların arkasındakiler ile savaştık hep ve bizi alt edemediler. KORKAKLAR vekâlet savaşı yürütür. Kim mi? Haçlı seferlerinde zamanında bizimle açıkça savaşmış olan devletler. Bugün tarihteki bu listede bulunmayıp da onlara eklenen ABD var. Yani bize topyekûn Batı saldırıyor ve biz bütün Batı ile savaşıyoruz. Bize karşı bazen bir devlet ve bazen de örgütler vasıtası ile saldırıyorlar. Amma… Her şeyin farkındayız, “devlet aklı” bazen es geçebilir, fakat “millet aklı”, yani icması her şeyin farkındadır. Şunu da biliyoruz ki maşalar bitmez, biri biterse yerine yenisi bulunur. Eşkiyanın adı değişir, pkk bitti derler, mkk türeyiverir. Ne olacak o zaman? Güçlü olacağız, kuyruklarını kısanların korkak sahiplerinin korkaklıklarını yüzüne vuracağız. Ne ile? Bölgesel güç merkezi olmaktan çıkıp küresel güç olduğumuzu göstererek, ispat ederek. Bu nasıl olur? Allahu âlem, terör devleti israil ile bizi savaştırdıkları gün bu olur. Bunu isteyenler var ve o gün Büyük Türkiye’nin doğum müjdesidir. 

TÜRK BEKLENENDİR diyenleri herhalde hayal kırıklığına uğratmayacağız ve yalancı çıkarılmayacaklardır. Korkaklar bunu biliyor da biz buna hazır mıyız? İşte bütün mesele!

Devamı iıin tıklayın
Dağlara çen düşende
Fatma Pekşen

Dağlara çen düşende gelmiştik buralara. Gitmesini de bilmeliydik.

Biliyoruz ve gidiyoruz.

Seherin ayazını yiyen ellerimiz çözülene, kırağı tutmuş camlardan dışarı görünene kadar içimizden duamızı ediyor, bineğimizin menziline müşkülsüz varması temennisinde bulunuyoruz.

Güneşin ısıtma ihtimalinin bulunmadığı bu zaman diliminde, gözümüz ancak alışıyor etrafa.

Issız tarlaların gönüllü bekçiliğini yapan birkaç cılız kavak ağacı, birkaç çalıcık görünüyor süs niyetine. Dört yan alabildiğine beyaz. Sütbeyazı. Yahut da karbeyazı. Bebeyünü beyazı da diyebiliriz.

Aralardan, haşarı köstebeklerin maharetiyle ortaya çıkan sarımsı toprak öbekleri seçiliyor. Sekizi onu ardı ardına dizili. Patlak avuç içlerine pamuk bastırmış rençber eli gibi görünüyor kevenler.

Yabanî hayvanlar, hassaten davarlar için konulmuş ayaklı yalaklar. İçinde suyu var da donmuş mu, suyu hepten mi kesik anlaşılmıyor. Hoş, bu yalakların ayaksızı da mı var, bilemiyorum.

Kimi tepelerde kar yok. Akbaba başı gibi süzüyorlar ün vermez dağları. Nemli, yol yol çizgiler inmiş baş aşağı. Çizgiler, altını ıslatmış mektep talebesi mahcubiyetinde.

Tepelerin arazideki nizamına uyularak dikilmiş elektrik direkleri, telgraf direkleri, okunamayan trafik tabelaları…

Altını ıslatmış bir tepe daha.

Buraların papağı meşhurdur bilirim. Mor koyunları da. Mor koyunlu türküleri hâkeza. Hele bir elini kulağa atmayagörsün yüreği çoban çeşmesi niyetine dert sızdıran civan. Doruklardaki karları bile süyüm süyüm eteklere indirir.

Dönemecin hemen bitiminde, alt tarafını kar bürümüş birkaç üryan meşenin süslediği yeni bir tepe, gözüme papaklı bir yerli gibi görünüyor.

Marazlı bir ihtiyar gibi yanının üstüne yatmış telefon direkleri, bir tarafı içine göçmüş çatılar, yıkık bacalar, tekinden bile duman yükselmeyen, kapıları kilitli, perdeleri çekili mahzun köyler.

Küçük barajlar, çamlıklar, tenekesinin pasından adı seçilemeyen mevki isimleri, yıkık dökük taş duvarlar, arı kovanları, ağıl kalıntıları, eğri büğrü mezar şahideleri.

Asıl renginin üstünü kaplayan apak kaftanla örtülü yol kenarları. Kirpinin, tilkinin, sansarın ayak izlerini yok eden sınırsız bir beyazlığa bürülü.

Tepeler yerini düzlüğe bırakıyor birden. Alın çizgisi gibi duran, dizi dizi tarlalar.

Sahi, bu tarla sahipleri nerede soluklanır, nerede çıkınını çözüp öğlenliğinden nasiplenir? Hiç mi ceviz dikmeyi, dut yetiştirmeyi bilmez! Geniş gövdenin nefis lezzetini tatmayı hiç mi akıl etmez! Yahut da pehlivan cesametinde bir söğüdü neden düşünmez!

Kırışık boynu sarı çizgili mendille sarılı, ak mintanlı, başı kasketli, güneş soluğu pantolonlu kırmızı yüzlü rençberim, kış boyu altına aldığı tek ayağının üstünde keyif tütününü içerken, hiç mi hesap etmez altında nefesleneceği bir ağacının olmasını?

“İyi bir ağaca sarılan, gölgesiz kalmaz” demişlerdi hani.

“İyi ağaçtan talihli dal çıkar” demişlerdi.

“Ağaçların kuşlar dili, çiçekler de gözü” idi.

“Kıyametin kopacağını bilseniz de ağaç dikin” hadisi vardı, hani.

Ağaçtı bu. Beşiğimizden tabutumuza kadar yârimiz, yârenimizdi. Tırtılından ağaçkakanına, serçesinden sincabına kadar başka canlılara da yuvalık ederdi.

Kendi kendime sorduğum sorularıma cevap bulamayıp, eviriyor çeviriyor geri içime gömüyorum. Zaten içim gömütle bezeliydi. Biri daha olsa ne yazardı ki.

Cemreler mintan düğmesi gibi birbirinin ardına sıralıdır ezelden beri. İyi bilirim. İlk cemrenin düşeceği günlerde yola revan olmuşuz işte. Sonuncusunun toprağın bağrında sırlanacağından eminim de birinciyle ikincinin sırasını bir türlü aklımda tutamam. Havaya mı önce, suya mı…

Bir de fiyaka yaparlar ki bu mintan düğmeleri… Her düşüşten sonra kıyameti koparırlar. Yer gök birbirine karışır. Asuman iri iri gözyaşı döker. Börkler başlara oturtulur sıkıca, kocakarılar sığınacak kazan altı arar.

Sonuncusunda turabın bağrı şerhalanır, kabarır da kabarır. Tohum ister, sinesinde yetiştireceği yeşil benizli yavruları düşler. Düşleri boşa çıkmaz elbette. Emdiği rahmet damlalarıyla gerindikçe, tohumlar kapçıklarına sığmaz olunca, çiçeği burnunda ana gibi gururlanır. Bir bir dökmeye başlar yaka çiçeği misâli.

Kırlangıç fırtınaları olur, lodos eser, sam yeri harmanları kavurur. Baharda çiçek fırtınası ile kendini silkeleyen fidan, hazan vaktinde yaprak fırtınasıyla iyice çıplaklaşır. Kırağı çöker çayırlara, su birikintilerinde kristaller oluşmaya başlar. Dağlara bir kez daha çen düşer. Şaşmaz bir nizamla mütemadiyen tekrarlanır. Seneye bir daha, sonraki seneye bir daha, bir daha…

Devamı iıin tıklayın
Ben kazandım, biz kazanacağız
Dergi Editörü

Zaman, Miraç hadisesinden hemen sonra... 

-Bunları O mu söylüyor?

-Evet.

-O söylüyorsa doğrudur!

-Nasıl olur?

-BEN O'NA GÖKTEN MELEK VASITASIYLA VAHİY İNDİĞİNE İMAN ETMİŞİM, BUNA MI İNANMAYAYIM...

Eğer “doğru” mefhumunun kendi içinde dereceleri varsa, onun en üst seviyesinden söz söyleyen ve doğruyu “tasdik etme”nin de kendi içinde dereceleri varsa, onun da en üst seviyesinden kabul eden iki dost... Şefaatlerine ermek duasıyla...

*

Gazze, yanıyor, yıkılıyor, mazlumların ah'ı dalga dalga bütün dünyayı sarıyor... Fert fert bütün insanlık sanki yakasından tutulup hesaba çekiliyor; zulüm karşısında sen ne yaptın?..

Zalimi anıp onun lânetli ismiyle Kardelen'in tertemiz sayfalarını kirletmek niyetinde değilim. Zalimi nasıl bir akıbet beklediğini, sözlerin en güzelini söyleyen bildirdiği için asırlar öncesinden biliyoruz. İki Dost'tan Sıddik olan kadar tasdik edemeyiz, bundan aciziz ama O'na inanıyor ve iman ediyoruz. Bu sebeple zalimin sonunu merak etmiyoruz sadece zamanını bekliyoruz.

7 Ekim 2023 tarihine kadar geçen zaman içinde o günün mazlum coğrafyası her neresi ve zulme uğrayanlar her kim olursa olsun, zulüm ve mazlumluk bütün bir insanlığın, bütün bir dünyanın meselesi, derdi olmadı. 90'lı yılların zulüm merkezi Bosna'nın feryadı en çok Anadolu'da, iletişim araçları ile halklarını temsil etmeyen idarecilerinin izin ve imkân verdiği ölçüde diğer İslâm milletlerinde ve kısmen vicdan sahibi Batı dünyasında duyuldu. Sadece duyulmakla kaldı, cılız yardımlara rağmen güçlü ve merhametli bir el Boşnaklar’a uzanmadı, uzanamadı...

Doğu Türkistan da öyle... Mazlumların dindaşları ve ırkdaşları dâhil koca bir dünya, zalim Çin karşısında üç maymunu oynadı, oynamaya devam ediyor. Stratejik ortaklıklar, ekonomik gerekçeler, dünya üzerindeki güç dengeleri, vs. vs. Doğu Türkistan'daki zulmün insanlığın ortak derdi haline gelmesine engel oldu.

Ama Gazze başka... Gazze, yetmişbini aşan şehidiyle bu kötü gidişe dur, dedi. İnsanlık belki dünya kuruldu kurulalı ilk defa zulüm karşısında ortak bir tavır aldı, gücü neye yetiyorsa o nispette harekete geçti. Gazze, bütün putları devirdi, çığır açtı, milat oldu.

Masum bebekler, çocuklar, yaşlılar, kadınlar... Hastanelerde, mabedlerde, okullarda, hanelerinde en nihayetinde sıkıştırıldıkları ufacık bir toprak parçasında kahpe kurşunlarla, gökten yağan bombalar altında ama hep aç olarak şehid oldular... Onların şu anda tıpkı kafir mızrağı bedenine saplanınca “ben kazandım!” diyen kutlu sahabe gibi zaferlerini kutladığından hiç şüphemiz yok...

Asıl zulüm karşısında kıyama kalkan insanlığın durumu merakımızı celp ediyor...  Gazze'deki zulüm karşısında akan gözyaşları, yükselen sesleri, sokaklara, caddelere, stadlara taşan öfkeleriyle yeni bir insanlık teşekkül ediyor.

Bir gün kutlu ashabdan biri “cahiliye döneminde de insanlara yardım ettiğini, fakiri, zulme uğrayanları koruduğunu, bu fiillerinin de ahirette bir karşılığı olup olmayacağını” sorunca “O DAVRANIŞLARIN SEBEBİYLE MÜSLÜMAN OLDUN, KURTULUŞA ERDİN!” cevabını almıştı.

Gazze, ümmetin davete henüz icabet etmeyen kısmını uyandırdı. Görünenin dışında bir şeyler oluyor, olacak. İnsanlık hayırlara gebe...

YENİDEN DOĞACAĞIZ VE BİZ KAZANACAĞIZ... Yirmi birinci yüzyıla kadar dünya üzerinde aralarında bir savaşın veya savaşa götürecek gerginliklerin yaşandığı ülkeler açık olarak belliydi. Ülkeler düşmanını ve savaşacağını ilân ederdi. ABD-İspanya, İngiltere-Hollanda, Rusya-Osmanlı Devleti, Almanya-Rusya son birkaç asır içinde karşılıklı savaşan ülkelerden birkaçı…

İstatistiklere baktığımız zaman son yarım asırda dünya üzerinde bu şekilde savaş sayısının çok az olduğunu görüyoruz. Irak’ın işgali, Rusya’nın Ukrayna’ya saldırması bu az örneklerden ikisi. Ancak dünya geneline bakıldığında, özellikle de Orta Doğu’da ülkeler arası açık bir savaş olmamasına rağmen birçok yerde çatışma ve bu çatışmaların etkisi ile göç hareketleri görülüyor. Peki “savaş” yoksa bu savaşanlar kimler?

Doksanlı yıllarda lise talebesi iken haberlerde sık sık terör eylemleri ve şehit haberlerini duyardık. Duyduğumuz diğer bir şey de “bunlar dış güçlerin Türkiye’yi zayıflatmak için oyunları” yorumlarıydı. Kulağa beylik bir laf gibi gelen bu cümlenin doğruluğunu terörün ülkeye verdiği maddî ve manevî zarar meydana çıkınca daha iyi anladık.

Türkiye gibi, zayıf zamanında bile belirli gücü olan bir ülke, yarım asra yakın terörle mücadele etti, halen de tam bitmiş sayılmaz. Düşünün, uzun yıllar bütçesinin ilk sırasında savunma olan bir ülke ile bir grup terörist, gerilla yöntemleri ile savaşmaya çalışıyor. Teröristlerin topraklarında cirit attığı Irak bunlara sahip çıkmıyor, İran sahip çıkmıyor ama her nasılsa bu teröristlerin silahları, teçhizatları, lojistik ihtiyaçları, yemeleri, içmeleri yıllar boyu kesintisiz bir şekilde karşılanıyor. Bu elbette dışarıdan bir destek olmadan sürdürülebilecek bir durum değil.

Vekâlet savaşları işte bu şekilde yapılan savaşlara deniyor. Ülkeler cepheye kendilerini değil piyonlarını sürüyor. Kamuoyu önünde düşman gözükmüyor ama hedefindeki ülkeyi zayıflatacak ne varsa onun olması için maddî destek sağlıyor. Piyon bazen eli silahlı terörist oluyor, bazen bir gazete oluyor, bazen dinî lider… Bugünkü Suriye’ye bakalım, ABD, İran, İsrail, Rusya ve Türkiye söz sahibi olmak için mücadele ediyorlar ama bu ülkeler arasında resmî bir savaş yok.

Vekâlet savaşları cephe savaşlarına göre daha zor. Bu tür savaşlarda cepheler net değil. Sosyal medyanın parlatması ve piyonlar vekâleti ile kaşınan konular çok çabuk alev alabiliyor. Son birkaç on yıla baktığımızda (etnisite), mezhep kavgaları, ekonomik hareketler Türkiye ile uğraşırken başvurulan diğer yöntemler. Etnik ve dinî farklılığa sahip olma ülkenin zenginliğini ve büyüklüğünü gösterirken bu tür saldırılara da ister istemez açık hale geliniyor. Bugün İsrail’e karşı ilk iki yöntemle savaş çok zarar vermez ama İran’a, Türkiye’ye verebilir. Ekonomi ise global dünyada herkes için bir risk. Ülkelerin ithalat vergi oranları ile ilgili kararları bu tür savaşa örnek gösterilebilir. Kim bilir, karşısında güç sahibi ve etnik grupları besleyen ülkeler olduğunda Amerika’nın etnik yapısı da iç karışıklığa gidecek sorunlara sebep olabilir ileride.

Vekâlet savaşlarında kullanılan piyonların başarılı olmaması için en önemli etken toplumda hiçbir fark gözetmeden adaletin sağlanmasıdır. Adaletin olduğu yerde piyon bulmak kolay olmaz. Elbette maddî güç ile bu durumu da aşabilir düşmanlar ama adalet varsa çözüm de kolaylaşır. Bir diğer önemli konu sorunların çözümünde merhametin değil adaletin önde olmasıdır. Dünya hayatında adalet her an lâzımdır. Ekonomik bağımsızlık da en az adalet kadar önemli. Rahip Brunson olayını hatırlayın.

Ülkemiz her geçen gün caydırıcı bir ülke olma yolunda ilerliyor. Görünen o ki, biraz daha zaman lâzım. Bu sürede bizi zayıflatmak için başvuracakları ilk yol yine piyonlar olacaktır. Bunlarla mücadele kolay değil. Türkiye son yıllarda bu yolda savunmadan çıktı ve saldırı moduna geçti. Örneğin Libya’da, Suriye’de kendi vekillerini oluşturuyor, Afrika’da bu yönde çalışmalar var. Suriye’deki yönetim değişikliği bu konuda başarılı olduğunu da gösteriyor. Ekonomi ve adalette savunma sanayisindeki başarıları elde edebilirsek arzu ettiğimiz güce erişmemiz çok daha kolay olacaktır.

Devamı iıin tıklayın
Vekâlet savaşları
Site Editörü

Yirmi birinci yüzyıla kadar dünya üzerinde aralarında bir savaşın veya savaşa götürecek gerginliklerin yaşandığı ülkeler açık olarak belliydi. Ülkeler düşmanını ve savaşacağını ilân ederdi. ABD-İspanya, İngiltere-Hollanda, Rusya-Osmanlı Devleti, Almanya-Rusya son birkaç asır içinde karşılıklı savaşan ülkelerden birkaçı… 

İstatistiklere baktığımız zaman son yarım asırda dünya üzerinde bu şekilde savaş sayısının çok az olduğunu görüyoruz. Irak’ın işgali, Rusya’nın Ukrayna’ya saldırması bu az örneklerden ikisi. Ancak dünya geneline bakıldığında, özellikle de Orta Doğu’da ülkeler arası açık bir savaş olmamasına rağmen birçok yerde çatışma ve bu çatışmaların etkisi ile göç hareketleri görülüyor. Peki “savaş” yoksa bu savaşanlar kimler? 

Doksanlı yıllarda lise talebesi iken haberlerde sık sık terör eylemleri ve şehit haberlerini duyardık. Duyduğumuz diğer bir şey de “bunlar dış güçlerin Türkiye’yi zayıflatmak için oyunları” yorumlarıydı. Kulağa beylik bir laf gibi gelen bu cümlenin doğruluğunu terörün ülkeye verdiği maddî ve manevî zarar meydana çıkınca daha iyi anladık. 

Türkiye gibi, zayıf zamanında bile belirli gücü olan bir ülke, yarım asra yakın terörle mücadele etti, halen de tam bitmiş sayılmaz. Düşünün, uzun yıllar bütçesinin ilk sırasında savunma olan bir ülke ile bir grup terörist, gerilla yöntemleri ile savaşmaya çalışıyor. Teröristlerin topraklarında cirit attığı Irak bunlara sahip çıkmıyor, İran sahip çıkmıyor ama her nasılsa bu teröristlerin silahları, teçhizatları, lojistik ihtiyaçları, yemeleri, içmeleri yıllar boyu kesintisiz bir şekilde karşılanıyor. Bu elbette dışarıdan bir destek olmadan sürdürülebilecek bir durum değil. 

Vekâlet savaşları işte bu şekilde yapılan savaşlara deniyor. Ülkeler cepheye kendilerini değil piyonlarını sürüyor. Kamuoyu önünde düşman gözükmüyor ama hedefindeki ülkeyi zayıflatacak ne varsa onun olması için maddî destek sağlıyor. Piyon bazen eli silahlı terörist oluyor, bazen bir gazete oluyor, bazen dinî lider… Bugünkü Suriye’ye bakalım, ABD, İran, İsrail, Rusya ve Türkiye söz sahibi olmak için mücadele ediyorlar ama bu ülkeler arasında resmî bir savaş yok. 

Vekâlet savaşları cephe savaşlarına göre daha zor. Bu tür savaşlarda cepheler net değil. Sosyal medyanın parlatması ve piyonlar vekâleti ile kaşınan konular çok çabuk alev alabiliyor. Son birkaç on yıla baktığımızda (etnisite), mezhep kavgaları, ekonomik hareketler Türkiye ile uğraşırken başvurulan diğer yöntemler. Etnik ve dinî farklılığa sahip olma ülkenin zenginliğini ve büyüklüğünü gösterirken bu tür saldırılara da ister istemez açık hale geliniyor. Bugün İsrail’e karşı ilk iki yöntemle savaş çok zarar vermez ama İran’a, Türkiye’ye verebilir. Ekonomi ise global dünyada herkes için bir risk. Ülkelerin ithalat vergi oranları ile ilgili kararları bu tür savaşa örnek gösterilebilir. Kim bilir, karşısında güç sahibi ve etnik grupları besleyen ülkeler olduğunda Amerika’nın etnik yapısı da iç karışıklığa gidecek sorunlara sebep olabilir ileride. 

Vekâlet savaşlarında kullanılan piyonların başarılı olmaması için en önemli etken toplumda hiçbir fark gözetmeden adaletin sağlanmasıdır. Adaletin olduğu yerde piyon bulmak kolay olmaz. Elbette maddî güç ile bu durumu da aşabilir düşmanlar ama adalet varsa çözüm de kolaylaşır. Bir diğer önemli konu sorunların çözümünde merhametin değil adaletin önde olmasıdır. Dünya hayatında adalet her an lâzımdır. Ekonomik bağımsızlık da en az adalet kadar önemli. Rahip Brunson olayını hatırlayın. 

Ülkemiz her geçen gün caydırıcı bir ülke olma yolunda ilerliyor. Görünen o ki, biraz daha zaman lâzım. Bu sürede bizi zayıflatmak için başvuracakları ilk yol yine piyonlar olacaktır. Bunlarla mücadele kolay değil. Türkiye son yıllarda bu yolda savunmadan çıktı ve saldırı moduna geçti. Örneğin Libya’da, Suriye’de kendi vekillerini oluşturuyor, Afrika’da bu yönde çalışmalar var. Suriye’deki yönetim değişikliği bu konuda başarılı olduğunu da gösteriyor. Ekonomi ve adalette savunma sanayisindeki başarıları elde edebilirsek arzu ettiğimiz güce erişmemiz çok daha kolay olacaktır.

Devamı iıin tıklayın
Yahudi (Terkip ve Teşhis)
Necip Fazıl

Yahudi hakkında kalın çizgilerle belirttiğimiz üç tahlil yazısından çıkarılacak ve bugüne tatbik edilecek terkip ve teşhis hükmü şöylece özleştirilebilir:

Yahudi, her zaman olduğu gibi, birdenbire göz plânında nazara çarpmasa da bugün insanlığın en büyük belâsı olmakta devam ve belki de bu belânın zirve noktasını teşkil etmektedir.

Üçüncü dünya harbi onun yüzünden çıkabilir.

Etrafını çevreleyen 50 milyonu aşkın Arap çemberinin kıstırıp boğamadığı Yahudi bir nevi petrol gözcüsü ve strateji nöbetçisi olarak Arap ve İslâm ağacının gövdesine kakılmış mâdenî bir kazıktır; ve Kıbrıs isimli “batmaz uçak gemisi”nin vereceği işaretle Bakü’den Libya’ya kadar bütün petrol sahasının havadan kontrolünü sağlamak ve hususiyle Rusya’yı en hassas yerinden vurdurmak avantajındadır. Eğer İran, Rus tesirine kapılacak olursa o da aynı kontrol sahasına İsrail yoluyla eklenecek ve hattâ bu âkıbet belki de üçüncü dünya harbine ve kapitalizma-komünizma düğümünün çözülmesi hareketine yol açacaktır.

Bu dâvanın küçük kurmay heyeti İsrail’de, büyüğü de Amerika’dadır.

Türkiye’ye gelince, yine yahudi plânı gereğince bu vatanın 1918 şartlarından beter hale getirilmesi hedef tutulmakta ve bu gaye uğrunda madde ve ruh yönünden kaç türlü iflâs vasıtası varsa hepsi birden çalıştırılmaktadır. Bugün Türkiye’de kâğıt, gazete, kitap, ilâç, dil, kültür, üniversite, profesör, petrol, yedek parça, intihar sanayileşmesi, kıymet ihtilâli, ruh ve ahlâk iflâsı olarak bütün meselelerin gerisinde, ismiyle veya tesiriyle yahudi dehâsı payanda kurmuş bulunuyor.

Bugün Ulu Hakan Abdülhamit Hân’ın Yahudilik temsilcisi (Hertzel)e karşı, 150 milyon altun lira mukabilinde de olsa kurabiye kadar olsun toprak vermeyi reddetmesindeki hikmet, keramet çapında tecelli etmiştir.

Bu belânın çaresini Arap ve İslâm dünyasının önüne düşerek veya bu dünyayı peşimize takarak aramak, ona göre (aktif) ve şahsiyetli bir politika takip etmek ve bu arayıcılığın yeni idare ve rejimini getirmek, vücut hikmetimizin başı olmuştur.

Ya bu deve güdülür, ya bu diyardan gidilir.

(25 Aralık 1978; Çerçeve 6, 303. sayfa)

Devamı iıin tıklayın
Gelecek sayı (127) konusu
Kardelen Dergisi

Gelecek sayı konusu, 17.11.2025 tarihinde sitemizden (kardelendergisi.com) ilân edilecek.

Eser gönderecekler; sitemizden gelecek sayı konusunu, kalem erbabına mesajı ve düşünen adama hitabı okumalı.

● Eserler, 15-31.12.2025 tarihleri arasında “Kardelen’de yayınlanması talebiyle”, Word dosyası olarak, (kardelen@kardelendergisi.com) adresine gönderilmeli.

●Bu tarihler dışında ve başka adreslere gönderilenler dikkate alınmayacak.

●Başta inceltme işaretleri olmak üzere imlâ kaidelerine dikkat edilmeli.

●Elle düzenleme yapılmamalı, programın imkânları kullanılmalı.

●Şiir, uzunsa (1), kısa ise en fazla (3) eser; nesir (1) eser gönderilebilir.

●İlk eseri yayınlananların, daha sonraki eserini göndermeden önce abone olarak, Kardelen'e destek olmaları beklenir.

Devamı iıin tıklayın
Kardelenden haberler
Kardelen Dergisi

 

47. TOPLANTI

47. Toplantı başkanı Ekrem Yılmaz'ın konuşması 

47. toplantıda ALİ ERDAL’IN KONUŞMASI

 

 

Devamı iıin tıklayın
Gazze ateşkes görüşmelerinin değerlendirilmesi
Kardelen Dergisi

İsrail saldırılarında 360 kilometrekarelik alanda 2,3 milyon kişinin yaşam mücadelesi verdiği Gazze'de, 20 binden fazlası çocuk olmak üzere 67 bini aşkın Filistinli hayatını kaybetti, 170 bin Gazzeli yaralandı.

BM ve uluslararası örgütlerin verilerine göre, İsrail, Gazze Şeridi'ndeki binaların yüzde 78'ini yıktı veya ağır hasar verdi.

268 bin konut tamamen, 152 bin konut kısmen yıkıldı.

668 okul İsrail ordusunun hedefi olurken üniversiteler tahrip edildi.

Sağlık tesislerine en az 1719 saldırı düzenleyen İsrail ordusu, 39 hastaneyi hizmet dışı bıraktı.

Birkaç hastanenin kısmen hizmet verebildiği Gazze'de 1701 Filistinli sağlık çalışanı İsrail saldırılarında hayatını kaybetti.

Gazze kıyı altyapısının yüzde 92'sini yıkan İsrail, 288 spor tesisini kısmen veya tamamen yok ederken, 1000'den fazla camiyi yıktı, 3 kiliseyi hedef aldı.

İsrail, arabulucu ülkelerin ve uluslararası toplumun baskısıyla kabul ettiği ateşkesleri tek taraflı bozarak soykırıma devam etti.

Kaynak: Anadolu Ajansı, (https://www.aa.com.tr/tr)

https://www.aa.com.tr/tr/dunya/israilin-gazzedeki-soykiriminda-dikkatler-ateskes-plani-ve-uygulamasina-cevrildi/3713900

İsrail’in soykırımına ara verdiren son ateşkes 10 Ekim 2025 tarihinde yürürlüğe girdi. Bugüne kadar imzalanan hemen HER ATEŞKES, İsrail’in sınır ötesi operasyonları, bombardımanları veya hakkı olmayan topraklara yerleşme hamleleriyle KISA SÜREDE BOZULDU. Mazlumların nefes almasına, açlıklarını bir nebze olsun bastırmalarına yarayacak son ateşkesin ne kadar süreceği merak ediliyor.

Devamı iıin tıklayın
Gazze, ümmetin imtihanıdır
M. Nihat Malkoç

İnsanlığın huzuru ve sükûnu için gönderilen semavî dinlerde insanları haksız yere öldürmek büyük günahlardan sayılmıştır. Bu aslında semavî olmayan hinduizm, budizm ve şintoizm gibi dinlerde ve felsefî oluşumlarda da böyledir. Çünkü yaşama hakkı hem evrensel hukukta hem de hak ve batıl bütün dinlerde dokunulmazlığı olan insanî ve vicdanî bir haktır. 

Müslümanların yoğun olarak yaşadığı Ortadoğu coğrafyasında gerçekleştirdiği şiddet eylemleriyle azılı bir terör devleti olduğunu defalarca tescil eden soykırımcı İsrail, kurulduğu günden beri bu mümbit topraklarda hiç kimseye huzur vermemiştir. Ne kendi huzur bulmuştur ne de etrafındakiler. Masum Filistin'i işgal eden ve her geçen gün sınırlarını genişleten bu alçaklar; Filistinli masum çocukları, kadınları ve yaşlıları öldürmekte bir beis görmemişlerdir. Hatta bunu, anlaşılmaz bir biçimde, dinlerinin gereği bir ibadet ve vatanseverlik göstergesi olarak sayma noktasına gelmişlerdir. Bu hükümleri nereden çıkarıyorlarsa...

İşlerine gelecek şekilde kendi elleriyle bozdukları (tahrif ettikleri) kutsal kitapları olan Tevrat'ta “Adam öldürmeyeceksin.” emri Yahudilere açıkça beyan ediliyor. Rivayet odur ki Tevrat’ta Musa Tur-u Sina’ya tırmanır ve Yahoveh’den “On Emir”i alır. Bu “Emir”lerin altıncısı “Öldürmeyeceksin” der. Yahudilerin dinî vecibelerinden biri olan bu emre rağmen bunca masum Filistinli'yi öldürmeleri anlaşılır gibi değil. Bu öldürme eylemini neye dayandırıyorlar? Belli ki "Öldürmeyeceksin!" emrini tersten anlıyor ikiyüzlü ahmaklar. 

Ümmetin yetimi sayabileceğimiz Filistinlilere kan kusturan bugünkü İsrail terör devleti, 1897'de İsviçre'nin Basel şehrinde gerçekleştirilen ve başkanlığını gazeteci Theodor Herzl'in yaptığı I. Siyonizm Kongresi'nde tartışılan ve o tartışma sonucunda alınan bir kararın (bizce vahim) neticesidir. Theodor Herzl'in yazdığı "Yahudi Devleti" adlı kitabının yazılışından yaklaşık elli sene sonra (14 Mayıs 1948'de) kurulan İsrail, o günden beri Ortadoğu'ya nefes aldırmadı. Nerde bir fitne fesat varsa arkasından zalim İsrail çıktı.

Aslında Yahudi (İsrail) devleti proje olarak Moses Hess ve Leon Pinsker gibi Siyonist düşünürler tarafından Theodor Herzl'den çok daha evvel düşünülmüştü. Fakat Herzl bu işi politik ve diplomatik çevrelerde yüksek sesle dillendirmiş ve bu konuda fazlasıyla ısrarcı olmuştur. Yani Yahudi Devleti'nin kurulması için bir anlamda dünyada bir kamuoyu (güçlü bir lobi) oluşturmuştur. O, bu devlet kurma meselesini bir ütopya olarak görmemiş, gerçekçi bulmuş, önce kendi inanmış, sonra da çevresindekileri buna inandırmıştır. Böylece terör devleti İsrail'in temelleri ne yazık ki atılmıştır. Bundan sonrası herkesin malumudur. 

Dünyanın başına belâ olan İsrail Devleti'nin kurulmasını hayalden hakikate dönüştüren Theodor Herzl, şu sözleriyle düşüncesini kuvveden fiile çıkarmıştır: “Biz bir ulusuz, düşmanlarımız tarihte de tekrar tekrar olduğu gibi, bizim rızamız olmadan bizi tek tek birey yaptılar. Üzüntümüz bizi birbirimize bağladı ve böylece aniden gücümüzü keşfediverdik. Evet, biz bir devlet oluşturacak kadar gerçekten örnek bir devlet oluşturabilecek kadar kuvvetliyiz. Ülkümüz için gerekli olan bütün insanî güce ve kaynağa sahibiz.” 

Filistin ve Gazze deyince ne yazık ki ölüm, acı ve gözyaşı geliyor akıllara. Bu güzel coğrafya hiç de iyi sıfatlarla anılmıyor, hiç de güzel şeyleri çağrıştırmıyor bugünlerde. Onun için bu kelimeleri söylerken boğazımız düğümleniyor, gayri ihtiyarî bir biçimde gözlerimiz yaşarıyor. Çaresizlik belimizi iki büklüm büküyor. Uykularımız bölünüyor her gece. Mükellef sofralara oturduğumuzda, aç ve bîilaç kardeşlerimizi düşününce iştahımız kaçıyor.

Devamı iıin tıklayın
Gündüz, geceye muhtaç
Zaimoğlu

Zıt kutuplar... Bir şey zıddı ile kaim. Öyle yaratmış Yaradan. Tevhid bile zıt bir ifade ile başlıyor. "İlah yok, ancak Allah var." Lâ ilahe... İllallah...

Artı - eksi... Dişi - erkek... Kuzey - güney... Zerre - kürre... Ruh - nefs... Manâ - madde... İman - küfür... Sevgi - nefret... Dost - düşman... Vs vs...

Onsuz olmuyor. İllâ tarafını seçeceksin. İllâ zıddını bulmak, teşhis etmek zorundasın.

Sovyetler dağılınca Batı haftalarca, aylarca yuvarlak masa toplantıları yaptı. Açık açık konusu: Düşmanını belirlemek ve adını koymaktı. Böyle ilân etti. Bana düşman lâzım dedi.

...Ve buldu: İslâm... Bunu da açık açık ilân etti. Batı akıllıydı ve eşyanın hakikatinden haberdardı: Düşmansız olunmaz.

 

Ey düşmanım, sen benim ifadem ve hızımsın;

Gündüz geceye muhtaç bana da sen lâzımsın.

Eşyanın hakikati: Zıddını bulacaksın, dostunu düşmanını tanıyacaksın. Yoksa icad edeceksin. Gerekli! Şart!

Terörsüz Türkiye mümkündür de, düşmansız Türkiye mümkün değil... Düşünün bir ASALA vardı; Türkiye düşmanı, Türk diplomatlara suikastlar düzenler, genellikle yurt dışında Türk unsurlara saldırılar düzenler idi. Yok edildi. Çok sürmedi ardından Pkk denen eşkiya çetesi musallat edildi Türkiye’nin başına... Hepsi piyon. Oyun Batı’nın oyunu... Kullanılan Ermeni unsurlar. Adı asala olmuş, pkk olmuş, mkk olmuş farketmez. Küfür tek millet ve düşman düşmanlığını yapacak. Gereğini yapmak bize düşer. Su uyur, düşman uyumaz.

Bugün Pkk denen vekil güç kendini FESH etti, silah bıraktı. Bitti mi yani?! Sevinelim mi? Evet sevinelim. Ama bilelim ki, asala gibi, pkk gibi maşalar bulan, kullanan, besleyen Batı boş durmayacak, bilelim ki yenisini icat edecek. Hatta etmiştir bile... Şüphemiz olmasın. Asala, pkk, el kaide, işid vs. ile hepsinin kurucusunun Batı derin devletleri olduğunu bilmeyen mi var. Çoğu kere kendileri itiraf ediyorlar.

Şimdi...

Güçlü olursan ona göre yaklaşır sana, ama boş durmaz düşmanın. Bekleyelim ses nereden gelecek. Çok sürmez uç verir bu kıpırdanış. Batı bize cepheden vuramaz, vekil güç kullanmadan yapamaz, kullanmaktan da vazgeçmez. Eşyanın hakikatine ters: Zıt kutuplar birbirini iterler.

Sevinelim sevinelim de uyanık olalım. Anlatmak istediğim bu: Su uyur, düşman uyumaz.

Devir, savaşların vekiller ile yapıldığı devir, büyük kapışmaya kadar bu böyle...

Düşmanımızı tanıyalım. Düşmansız yaşanmaz. O da seni hedefe koymuştur zaten, unutma! Sadece keşfet, tespit et ve hazırlığını yap.

Uyanık olmak zorundayız. Aynı delikten iki kere ısırtılmaz. Ama bu kaçıncı. Daha akıllanmayacak mıyız?

Düşman bizi Anadolu'dan silip süpürmedikce davasından vazgeçmeyecek. Unutulmaması gereken budur. Yoksa pkk gider mkk gelir.

Her daim hazırlıklı olalım. Gündüz geceye muhtaç, bana da sen lâzımsın.

Düşmansız yaşanmaz, hele adın TÜRKİYE ise!

Düşman pusuda... Hazır ol!

Devamı iıin tıklayın
Sağlam kulp
Zaimoğlu

Allah düşmanlarına düşman olunmadan Allah sevilmez. Sevilemez!

Hep çifte kanat sırrı.

Allahu Zülcelâl Musa aleyhisselâma sordu: “Benim için ne yaptın?” Bunun üzerine bütün ibadet ve iyiliklerini saydı.

−Bunlar senin kendin için olan ameller. Ecrini alacaksın.

−Senin için yapılacak olan nedir, ya Rabbi?

Deyince:

−Benim için sevdin mi, benim için düşman oldun mu? Cevabını aldı.

*

Hubbu Fillah, buğzu Fillah...

Allah düşmanına düşman olunmadan O’na dostluk kabul görmüyor.

"Küfrün kaynağını bilmeyen iman, iman değildir" İbni Arabî.

Onun düşmanına düşman olmadan imanın bile olamayacağını söylemek, yanlış olmasa gerek.

Ve Allah için birbirini sevenlerin kıyamet günü gölgenin bulunmadığı o dehşetli zamanda gölgelendirilecekleri müjdeleniyor.

Allah için kızmak, Allah için sevmek kurtarıcı bir kulp... Hem de esaslısı...

Devamı iıin tıklayın
Hâramiler
Halis Arlıoğlu

Bu isimde şöhret olanlar uzun yıllar evvel teknolojinin olmadığı, ulaşımın kervanlarla yapıldığı, yol emniyetinin bulunmadığı dönemlerde yol kesip kervan basarak insanların malını gasp eden kötü insanlardı. Ama bu kadar kötülüğe, zulme, gaddarlığa ve haramîliklerine rağmen dinsiz değillerdi ve din düşmanlığı da yapmazlardı. Nitekim bunlardan bazıları nedamet getirerek ilim, irfan ve edep, erkân konusunda şöhret yapmış olarak kitaplarda geçmektedir. Ama ideolojik yönleri olmayan bu adamlar, yaptıkları soygun ve vurgundan ötürü haramî ismiyle sıfatlandırılmışlardır.

Günümüzdeki postmodern haramîler kopkoyu bir ideoloji batağında, inanç düşmanlığında direnmektedirler. Yaptıkları bu haramîlikleri, ideolojilerinin, yaşantılarının bir gereği üstelik de imtiyaz olduğunu sanıyorlar. Burada çarpıcı ve herkes tarafından bilinen bazı örnekler vermek istiyorum. Müslümanların özellikle her hâl ve şartta küfre, zulme rıza göstermemeleri hatta bütün güçleriyle buna karşı koymaları gerekir. Bir ülkede küfür, zulüm, inanç ve İslâm düşmanlığı yaygın hale geldiğinde o Müslümanların nerede durduğu, kime yardım yaptığı önemlidir. Tarihî belgelere Türkiye Cumhuriyeti Başvekâleti Matbuat Umum Müdürlüğü İç Matbuat Dairesi 17 Mayıs 1942 Sayı 658’e bakarak ulaşılabilir. Dört hâk kitabın hiçbirinde tarif edilen din ve inanç konusunun dışında bir ifade geçmemektedir. Kur’ân, Tevrat, İncil ve Zebur’a inananlar ya Müslüman ya Hristiyanlardır. Ama ülkemizde son yıllarda ideolojik bir din üretilmiştir. Adamlar diyor ki “ben önce laik, sonra devrimci, sonra kemalist, sonra da Müslümanım.” Bu söylentilerin hizbi, grubu, ideolojisi, siyasî güç odakları var. İşte bu açıdan Müslümanların hangi gruba, ideolojiye, hizbe, cemaate bağlı olduğu, destek verdiği çok önemlidir. Yukarıda zikrettiğim slogana başka bir örnek vermek istiyorum. 28 Şubat’ın sözde general olan bir adamının şöyle dediğini sanırım bütün millet bilmektedir: “İrtica (din ve dindarlık) PKK’dan daha tehlikelidir.”

İşte kastettiğim Müslüman, bu kişilere kimin ve hangi siyasetçinin sahip çıktığını düşünerek ona göre vaziyet almalıdır. Diğer bir örnek, rektör geçinen biri de aynen “Burası laik, kemalist Türkiye Cumhuriyeti’dir. O yüzden din kuralları geçerli değildir. Hatta laiklik ilimden önde gelir.” Bu tür ve benzeri örnekler çoğaltılabilir. Zaten gün geçmiyor ki medya kuruluşlarında ve siyasî arenada dine, dindara, Allah’a, Peygambere, kitaba küfür ve hakaret edilmemiş olsun... Bu arada Müslümanların özel yaşantılarına, dinî inançlarına yapılan iğrenç saldırı ve hakaretlerin haddi hesabı da yoktur. Önemli olan bunun farkında olmak, yönünü, istikametini, kıbleni buna göre ayarlamaktır. Kanaatimce küfrü artıran, zalime cüret, cesaret veren, mağdur ve mazlumların bu fesat unsurlarına bilerek bilmeyerek destek olmalarıdır.

Belirttiğim özelliklere sahip olmayan Müslümanlar için merhum millî şairimiz şöyle demiştir:

Vakârı çoktan unuttun, hayâyı kaldırdın;

Mukaddesâtı ısırdın, Hudâ´ya saldırdın!

Ne hâtırâtına hürmet, ne an´anâtını yâd;

Deden de böyle mi yapmıştı ey sefıl evlâd?

Hayâtın erzeli olmuş hayât-ı mu´tâdın;

Senin hesâbına birçok utansın ecdâdın!

Merhum şairimizin ifade ettiği şekilde kuruluşundan itibaren inanç düşmanlığını hedef alıp politik bir gaye olarak gören siyasî yapıya Müslüman geçinenlerin destek vermesi onlar için en büyük zül ve hakarettir. İşte bunun için Kur’ân-ı Kerim’de “Fe eyne tezhebûn!” (Nereye gidiyorsunuz!) denilmektedir.

Bugünün modern haramîlerinin mümeyyiz vasıfları laik, çağdaş, devrimbaz oluşlarıdır. Bunları milletin başına bela edenler partisine, liderine ihanet edenlerdir. Onlar vasıtasıyla birçok şehirdeki belediyeleri kazanıp aç kurtlar gibi milletin malını yağma etmişlerdir. Tekrarında fayda gördüğüm, o kesimlerin kadavra olan zihniyete hayat vermeleri ve soyguna, vurguna, haramîliğe yeniden kapı açmalarıdır.

Konuyu Mehmet Akif’ten bir beyit ile bitirmek istiyorum. Millî irade ve inanç düşmanlığına yardım ve yataklık yapanlar ya İslâmı bilmiyor veya Müslüman değiller. Çünkü Kur’ân-ı Kerim’in muhtelif ayetlerinde Allah “lânetullahi alezzalimin ve münafıkîn” şeklinde onlara lânet ettiğini buyuruyor. Merhum Akif de;

“Memleket mahvoluyor, din de berâber gidiyor;

Size Kur’ân “Bakınız sâde uzaktan!” mı diyor?”

Evet, bunlara yardım edenler ve onların hayat bulmasını, millete zulmetmesini isteyen sözde İslâmî yapılar bunların zulmünü, şirkini, küfrünü artırmaktadır. O yapının karakterini, cibilliyetini, zihniyetini en iyi tarif ve tasvir eden yine merhum şairimiz Mehmet Akif’tir:

Senin etrâfını alsın ki yığınlarca sefîl,

Kimi idmanlı edebsiz, kimi ta’limli rezîl.

Kiminin fıtratı âzâde hayâ kaydından;

Kiminin iffeti ikbâline etten kalkan.

O kumarbaz, bu harâmî, şunu dersen, ayyâş,

Sonra mecmû’u müzevvir, mütebasbıs, kallâş…

Bu muhîtin bakalım şimdi içinden çıkabil;

Ne yaparsın? Ömer olsan, yine hâlin müşkil.

Sonuçta hortum, vurgun, soygun sizden çıkıyor. Her birinizden ayrı cüzdan çıkıyor. Vicdanı cüzdana satan sizsiniz…

Devamı iıin tıklayın
İslâmın meşalesi ile Türklük şuuru
Büşra Duru

“Günahlarınız bile şevk içinde olsun. Hayalleriniz, düşleriniz büyük olsun. Büyük rüyalar görün. Osmanlı bir rüyanın eseridir. Medeniyet insanlığın büyük rüyasıdır. Şevk, başarıyı kendinden bilmemektir. Medeniyet, büyük rüya görenlerce kurulabilir…”

Fethi Gemuhluoğlu 

Seferler, hayaller, şuur, gayb ve tarih. Gözlerimi kapatan her ağırlık ve zorla açan o aynı ağırlık. Bin yıllık bir sorumluluk üzerimizde ve lâyık olma çabamız, her geçen gün hayatlarımızdaki gerek bizim, gerek başka ellerin sebebiyle azalıyor. Sürekli olarak bir düşünme halindeyiz, sorgulamaların çoğu ya şöyle olmasaydı ne olurdu, belki de böyle yapmasalardı gibi bir yığın hiçbir yere varmayan konuşmalardan ibaret. Peki, neler oluyor dünyada gerçekten? Ve biz Türkler bu çerçevenin neresindeyiz? Sıkışıp kaldığımız yığınların içinden çıkıp kardan aydınlık sabahların peşinden koşabilecek miyiz? Esas bunları düşünmeli değil mi?

Tarih boyunca Türk milleti, hepimizin bildiği gibi, elde ettiği birçok mağlubiyet ve galibiyet ile haysiyetli bir millet olarak anılmıştır. Kimileri bizlere barbar dese de şunu biliriz ki, kimlik bilinci olmayan toplumlar yaftalarla ayakta kalmaya çabalar. Tarih boyunca Türk ve Müslüman kimliğimiz ile yürüyüşlerimizde emperyalist bir gaye değil, bir Evrensel Bildiri taşıdık. Savaşlarımız halklarla değil, düzenlerle oldu. Bu ise, tarihe takılıp kalmadan, galibiyetlerle rehavete kapılmadan ve mağlubiyetlerin arkasına sığınmadan, yalnızca Hakk’ın sesi ve gayretin meyvesiyle hareket edileceğinin şuurunda olan toplumun ve aynı şuurla menfaatlerinden sıyrılmış, fânî olduğuna kânî olmuş liderlerin ve devlet adamlarının sayesindedir.

Devirler değişir yaşayış değişmez, toplumlar değişir inanış değişmez. Bir toplumun varlığını zamana bağlı kılmayan yegâne miras inancıdır. İnancı ile hemhal olamayan Türk toplumlarının zaman içinde, bulundukları diğer toplumların içinde asimile oldukları ve var olan inançlarını da Türklükleriyle birlikte kaybettiklerini hristiyanlığı kabul eden Gagavuz Türklerinde ve yahudi dininden olan Karaim Türklerinde de görmekteyiz.

Peki, şimdi bizim kaybettiğimiz hangisi, inancımızı mı yitirdik, toplum bilincini mi, yoksa İslâm ahlâkının vadettiği erdemli duruşu mu? Bu şekilde sormamın sebebi, yazımı her dikte edişimde hem kendime, hem de şu an bu yazıyı okumakta olan sizlere bir dürtü olması niyetidir. Çünkü şu ana kadar yaşadığım kısacık ömrümde anladığım şu ki insanız, aciz ve nankör ruhumuzu tek bir ana bırakmamacasına sarmalıyız. Hatırlatmamız gereken şeyler var kendimize belki her gün, her saat ve dakika. Bu toplumda var olmamızın, Müslüman ve Türk olarak doğuştan bünyemize yüklenen mirası göğüsleyerek, bu kollektif direnişin bir parçası olduğumuzu unutmayarak ve şükrederek geçirmeliyiz.

Yalnızca bilmek ve şükretmek yeterli midir? Kendi yaşayışının içine hapsolmuş bir topluluk görüyoruz günümüzde. Gençlerin pek çoğu etliye sütlüye karışmaz, vurdumduymaz, hayatını kendi küçük dairesinde idame ettiren ve bundan memnun olan, hâl böyle olmasına rağmen kendine bir şey katmak şöyle dursun, topluma faydalı olmayı düstur edinmekten çekinen bir yığın haline gelmiş durumda. Fakat biz gençler şunu kaçırıyoruz. Böyle bir yaşam sürdürmek bizlere hiçbir fayda sağlamayacağı gibi bizim üzerimizden prim sağlayan, aile hayatını, toplum düzenini ve müslümanca yaşamı bozmaya gayretli kuruluşların tabiri caizse ekmeğine yağ sürmektir. Temelli bir uyanış ile dirilmek mecburiyetini tüm benliğimizde hissetmeli ve yalnızca bir birey değil bir toplumu meydana getirecek, bir inancı, bir milleti ayağa kaldıracak o kişi olduğumuzu unutmamalıyız.

Şimdi, genç bir Müslüman Türk olarak aslında her yaşta okunması gerektiğini düşündüğüm fakat gençliğe karşı yürütülen şuur katli bu noktadayken daha ziyade gençlere bazı okuma önerilerim olacak. Ruh iklimimizi her daim genişleteceğine, akl-ı selim Müslüman ve Türk olma yolunda bize ışık tutacağına itimat ettiğim eserler bunlar. Fakat yazının uzayıp gitmemesi adına kısıtlı öneriler olacağını unutmamanızı rica edeceğim.

İlk eser; Elbette Kur'ân-ı Kerim fakat Arapça aslı yanında Feyz'ül Furkan ile kısa tefsirli meali sayesinde idraki kolay olacaktır. Bundan sonraki adımlarda açıklamasız olacak şekilde eser ve yazar adlarını paylaşıyor olacağım. Ve bu kıymetli eserlerle yazımı sizlere emanet ediyorum. Vesselâm.

Büyük Fetih- Nurettin Topçu

İslâm'ın Dirilişi- Sezai Karakoç

Türkiye'nin Maarif Davası- Nurettin Topçu

Mükaşefetü'l Kulub (Kalplerin Keşfi)- İmam Gazali

Mirası Kuşanmak- Akif İnan

Peygamberimizin Bir Günü- Abdülvehhab et-Tariri

İdeolocya Örgüsü- Necip Fazıl Kısakürek 

Devamı iıin tıklayın
Malatya suskun, durgun ve yorgun
Remzi Kokargül

Malatya sokaklarında dolaşırken, hangi evin yüzüne baksam, hiç birinin ağzını bıçak açmıyor… Suskun, durgun ve yorgunlar.

6 Şubat 2023’te Kahramanmaraş’ta meydana gelen 7,7 ve 7,6 büyüklüğündeki iki deprem, sadece Kahramanmaraş’ı değil; on bir ili etkilemişti. Evler yıkılmış, iş yerleri zarar görmüş, altyapı hizmetleri kullanılamaz hâle gelmişti. Resmî rakamlara göre 53.537 kişi hayattan koparken, 107.213 kişi yaralanmış; geride kalan binlerce, milyonlarca insan ise sevdiklerini, ailelerini, komşularını kaybetmenin acısını derinden yaşamışlardı. Niyetim, yaşamış olduğumuz tarifi imkânsız acıyı hatırlatmak değil. Belki yaşamış olduğumuz acıdan kalan ve ondan kaynaklanan bir başlık bu…

İki yılı aşkın bir zaman geçti halen her yerde enkaz, her yerde inşaat bütün hızıyla sürüyor. Şehirdeki bu şantiye tablosu öyle gösteriyor ki; daha uzun bir süre devam edecek. Kepçeler şehrin altını üstüne getirirken, kamyonlar da sürekli hafriyat taşıyor. Kamyonlar hafriyatı götürürken cadde ve sokaklara da döke döke taşıyorlar. Her yer toz. Tozdan göz gözü görmüyor. Uzaktan şehre baktığımda şehrin üstü tozdan bir sis kaplamış gibi görünüyor.

Yol boyu evlerin, ağaçların, dükkânların üstlerini toz kaplamış. Ne yazık ki bu tozu orada oturan veya yolu oradan geçen insanlar yutuyorlar. Bu da hastalık ve nefes darlığına yol açıyor.

Günün hangi saati olursa olsun, hızlı giden arabaların rüzgârı, yerdeki tozları savururken; dışarıda yürüyen insanlara acıyarak bakarım. Bu yüzden kendi aracımla bu gibi yerlerde yavaş gitmeye gayret ederim.

Devletimiz var gücüyle çalışıyor. İster hükümet yetkilileri, ister yerel yöneticilerimiz ellerinden gelen bütün gayreti gösteriyorlar. Neden bu kadar bu uzadı diye zaman zaman eleştirdiğimiz de oldu. Ancak insaflı olup facianın büyüklüğünü düşündüğümüzde, onlara da hak vermemek mümkün değil.

Toplu konut inşaatları hız kesmeden devam ediyor. Şehrin doğusundan batısına kadar, özellikle güneye baktığımda; uçlarını göğe salmış, modern ve mutlu yaşamak arzusundaki konutlar sahiplerini bekliyorlar. Kendimi bildim bileli apartman ve özellikle site tarzı toplu konutları hiç sevmedim. Bana göre bu tür yapılar insanın doğasına ters. Kaldı ki bilimsel araştırmalar her canlı gibi insanın da tabiatla iç içe olması gerektiğini söylüyor.

Araştırma hastanesinde genel cerrah olan profesör dostum anlatıyor. Üniversite yönetimi kendi personeli için çevre yolunun altında boş bir sahada 100 metrekarelik hobi bahçeleri yaptı. Personele kira karşılığı verilen bu küçük bahçelerde boş yer kalmadı. Herkes bu yüz metrekarelik minik bahçelerde neler ekmediler ki. Gidip orada kahvaltı yapanlar, sedir bostan ekenler, minyatür ağaç dikenler; bunların budamasıyla, sulamasıyla uğraşanlar ailecek mutlu olurlardı. Benim de orada minik bir bahçem var. Her fırsatta oraya gideriz. Zamanımız müsaitse sabahtan gider, akşam geç saatlere kadar orada iyi vakit geçirirdik. Ben en ağır ameliyatlara girmeden önce, o bahçede bir gün önceden gider, toprakla ve bitkilerle bir süre uğraşır orada kazandığım pozitif enerji ile ertesi günkü ameliyata girerdim. Bunun çok faydasını gördüm. Demişti.

Doğru söze ne denebilir ki. Günümüzde dijital teknolojinin esiri olmuş yavrularımızı doğayla tanıştırmak lazım. Zira çocuklar ne bir makine parçası, ne de elektronik eşya. Onlar doğanın bir parçasıdır. Doğayla iç içe yaşamalıdırlar.

Ah! Ne olaydı bizim de büyük bir bahçesi olan bir evimiz, içinde havuzu, salıncağı olsun. Küçük bir kuzum, bir de horozum, yağmur kokusu dolsun odama, hafif hafif esen rüzgârın sesi uğuldasın penceremde, ağaçların yaprakları nazlı nazlı hışırdasın.

İşte bu özlemle doğa ve Anadolu konulu bir kitap bile yazdım. “Ver… Elini Mavi Dağları Yurdumun” kitabını okudukça Anadolu kırlarına, dağlarına veya köylerine gidiyorum. Bazen tepede yalnız bir ağacın mis gibi meyvesini yiyorum. Bozkırda bir köyde misafir olur, ocakta pişen aşı yer, sonrada damda yatarken, yıldızların gülücüklerini seyreder gibi olurum.

Depremle yerle bir olmuş bir şehirde, kış gelmeden çadırlardan, konteyner kentlerden kurtulup blok bir konuta kavuşma realitesi dururken, ben de nelerden bahsediyorum.

Devamı iıin tıklayın
Hadiselere bakış
Gözlemci

GELECEĞİ GÖRMEK BASİRETİ

“Yaşamaktan

çok yoruldum,ölüp dinlenmek istiyorum!”

Gazzeli çocuk 

“Yumuşak tükürük sakala zarar” denir; milletin seçtiği iktidar, 27 Mayıs 1960’da bir gece baskını ile tahtından indirildi. Darbeciler, lise ve muadili okul mezunlarının yedek subaylık hakkını kaldırdı ve bütün mezunları er olarak askere aldı. 1962 yılında Manisa’da askerim… Orada Allah’ın bir lütfu olarak tanıştığım bir zat, piyasadan temin edilemeyecek kitapları okumamı sağladı. El altından okunan yasak kitaplar sanılmasın. Her sahada olduğu gibi kitap alanına da hâkim olanlar, o eserlerin cemiyet meydanına çıkmasına engel oluyorlardı. Nerelere uzanan güce dikkat etmek lâzım. Kitapların isimlerini görünce meseleyi anlayacaksınız. 

Kitapların yazarı Cevat Rifat Atılhan… Bu konuda da, ufacık bir gayretle, yazarı ve kitapları hakkında fikir sahibi olunabilir. 

Çarşı iznine çıktığımda yazarla da dostluğu olan mübarek zatı ziyaret ediyor, okuduğumu verip yenisini alıyorum. 20 eseri bu şekilde okudum. İşte o kitaplardan birkaçı: 

Yahudi Casusu Suzy Liberman

Gizli Devlet ve Fesat Programı

İğneli Fıçı

Türk Oğlu Düşmanını Tanı

Filistin Cephesinde Nili Casusları

Medeniyetin Batışı

Masonluğun İçyüzü

İsrail

İslâm’ı Saran Tehlike Siyonizm ve Protokoller 

Atılhan’ın eserlerinin tezi şu:

Yahudi; inandığı safsataların azmettiriciliği ile dünya hâkimi olmak için var gücü ile uzun vadeli çalışıyor. Bu yolda her şey mübah, hattâ zaruri. Kendilerinden olmayanlar, her şeye müstahak. 

Bugün bu çarpık zihniyetin neler yaptığını görüyoruz. Diğer milletlerin aksiyon kabiliyetlerini sinsice çürüttükten, dünya genelindeki teşkilâtları ve devletleri; dünya çapında söz sahibi her sahadaki etkili kişileri kontrolleri altına aldıktan sonra nihaî darbeyi vuracak. Her ülkedeki yıkıcı, bölücü, zararlı faaliyetlerinden dolayı dünyanın hiçbir yerinde dikiş tutturamamışlar. Aralarındaki insaf sahipleri hakikati ifade ediyor: Yahudi yazar Kurt Munzer,1910’da yayınladığı “Siyon’a Doğru” isimli kitabında şöyle der: “Biz Yahudiler, bütün ırkların kanına girdik. Biz, her şeyi çılgın, bozuk, kokmuş ve bitmiş bir şekle soktuk. Savaşları hep biz körükledik” 

O gün “komplo teorisi” diye alaya alınan Atılhan’ın tezinin ne kadar doğru olduğu, bugün herkes tarafından görülüyor. Kendileri de artık açık açık söylemekte beis görmüyorlar. Çünkü yüz yılı aşan bir çalışmayla insanlığın maddî ve manevî hamle kabiliyetlerini, hattâ reflekslerini dumura uğrattıklarından eminler. Şu bilgi, Siyonist faaliyetlerin ne zaman başladığı hakkında bir fikir verir: “Birinci Siyonizm Kongresi İsviçre'nin Basel şehrinde toplandı. 1896'da gazeteci Theodor Herzl, Yahudiler'in kendi devletini kurmasını savunan Yahudi Devleti adlı bir kitap yayınlamıştı ve kongrede kitaptaki fikirler tartışıldı.” (https://www.bbc.co.uk/turkish/ortadogu/1897.shtml)

Ayrık otu, yonca tarlasında bir tohumcuk yer istemiş. Bu küçük isteğin yerine getirilmesinde beis görülmemiş. Ama bir süre sonra ayrık otu tarlayı istilâ etmiş. 

İsrail’in kuruluşundan 28 yıl önce, geleceğin İngiliz Başbakanı Winston Churchill bakın ne diyor: “Eğer bizim ömrümüzde Ürdün kıyılarında, İngiliz Tacı'nın himayesinde üç veya dört milyon Yahudi'den oluşacak bir Yahudi Devleti kurulsaydı, dünya tarihinde HER BAKIMDAN YARARLI OLACAK bir sonuç meydana gelmiş olurdu.” (8 Şubat 1920 Illustrated Sunday Herald; aish.com/inspirational-quotes-about-jews-and-israel/) 

Kimlere neler söylettirebilmişler. Meselâ Rahip Martin Luther King, İsrail’in kuruluşundan 20 yıl sonra şöyle diyor: “İsrail'i, hatta bunu söylemekten bile çekinmem, dünyadaki EN BÜYÜK DEMOKRASİ ÜSLERİNDEN BİRİ ve neler yapılabileceğinin, çöl topraklarının nasıl bir KARDEŞLİK VE DEMOKRASİ VAHASINA dönüştürülebileceğinin muhteşem bir örneği olarak görüyorum.” (26 Mart 1968'de Hahamlar Meclisi'ne hitabı; aish.com/inspirational-quotes-about-jews-and-israel/) 

Bu kişiler… Ve dünyanın her yerinde kovulan Yahudilere kucak açan, onlara yer, imkân, itibar ve kazanç sağlayan Sultan Muhteşem Süleyman… Bugün dünyaya gelseler, aynı sözleri söyler, aynı davranışı gösterirler miydi? 

Bugün bazı faaliyetler yapmak, yazılar yazmak, sözler söylemek, irade kullanmak durumundaki sorumlular; yarın pişman olmamak için çok iyi araştırmalı ve düşünmeliler. İsrail’in zulmüne hardal tanesi kadar bilerek ve isteyerek yardım edenin iki dünyası da haraptır. 

YEMİN EDERİM, BUGÜN YAZMADIM!

Aşağıda gördüğünüz İĞNE’yi, başlıktaki espride ifade ettiğim gibi bugün yazmadım: 

 

DAHA BETER…

Bir gazetedeki karikatür…

Vitrinde kızarmış iki tavuktan biri ötekine, yoldan geçen omuzları çökmüş üzgün adamı göstererek şöyle diyor:

“Bak bir de üzülüyordun, bizden daha kötü durumda olanlar var”

Omuzları çökmüş üzgün adamın yakasında CHP rozeti var…

Açılımlar, tartışmalar, kasetler, kavgalar derken CHP öyle bir iklime girdi ki, başına gelenler, pişmiş tavuğun başına gelmedi. (15 Mart 2011)

 

Bugün CHP’nin başına gelenlere, daha doğrusu kendi kendine ettiklerine bakıyoruz da, o günküler hiç imiş diyoruz…

Bugünden beteri de mi var dersiniz?

AZMETTİREN FİKİR VE İNANIŞ NEDİR?

●Özgür Özel’e, Ekrem İmamoğlu’nu, partilileri sokağa çıkmaya, gösteriler yapmaya teşvik edecek kadar hararetle ve asabiyetle müdafaa ettiren; ona yapılan ithamların uydurma ve komplo olduğunu (yarım ağızla da olsa) söyleten; bugünün tabiri ile CHP genel başkanını “motive eden” fikir ve inanış nedir? Ona hukuk yolunu değil de, ters istikameti şiddet ve öfkeyle adetâ isyanı seçtiren fikir ve inanış nedir?

●E. İmamoğlu ile Kemal Kılıçdaroğlu’nu “baba oğul gibi oldukları” söylemine rağmen, bu söylemden kısa bir süre sonra, kanlı bıçaklı düşman eden fikir ve inanış nedir?

●K. Kılıçdaroğlu “sırtımdan hançerlediler” dedi… Doğruysa, genel başkanlarını sırtından hançerleyen hainlerin bulunduğu; yalansa genel başkanı yalancı olan partide fikir ve inanış nedir? Kişileri ihanete veya iftiraya sevkeden fikir ve inanış nedir?

●CHP’nin bütün kademelerinde yıllarca faaliyet göstermiş, delikanlılığından beri partili Gürsel Tekin’den; –hem de hukukun verdiği görevini yapmasına engel olmak için partiden ihraç edecek, partiye sokmayacak kadar– Ö. Özel’e nefret ettiren fikir ve inanış nedir?

●Ö. Özel’in, rüşvet karşılığı satın alınan oylarla genel başkan seçildiği iddia ediliyor. İddiayı ilk söyleyenler de, rüşvet karşılığı rey verenler ve verdim diyenler de onları şikâyet edenler de CHP’li… Görevden alınan İstanbul il başkanının yerine G. Tekin’i tavsiye edenler de CHP’li… Rüşvet, ihaleye fesat karıştırmak ve benzeri suçlarla itham edilenler de, itirafçılar da CHP’li… Bütün bu zıtların “birlikteliklerini” (!) sağlayan fikir ve inanış nedir?

●Bazı belediye başkanlarını partiden istifa ettiren; istifa edenleri linç eden partilileri harekete geçiren fikir ve inanış nedir?

●CHP’ye sık sık “olağanüstü kongreler” yaptırtan; Ö. Özel’i, –hem de kreşendo misali– hırçın ve asabî yapan; kongrelerde partililere birbirlerini kum torbası gibi gördüren fikir ve inanış nedir?

● “Demokrasi kalmamış tabelâ partisi” diye ayrılıp, başka parti kurduktan sonra tekrar CHP’ye dönme ve döneni kabul etme “olanağı” sağlayan fikir ve inanış nedir? 

Sorular, sorular… Bitecek gibi değil… BÜTÜN BUNLARIN OLDUĞU BİR KURULUŞTA, FİKİR VE İNANIŞIN NE OLDUĞU BİR YANA “FİKİR VE İNANIŞ VAR MIDIR” SORUSUNA, KİM VARDIR VE ŞUDUR DİYEBİLİR? 

Muharrem İnce… Eski CHP’li… CHP’de iken partisinin tartışmalı, gürültülü cumhurbaşkanı adayı… “Demokrasi kalmamış tabelâ partisi” diyerek partisinden kavgalı olarak ayrıldı ve Memleket Partisi’ni kurdu… Memleket Partisi’ni bırakarak “demokrasi kalmamış tabelâ partisi”ne döndü. Yeniden, taptaze CHP’li…Sosyal medyadan bir mesaj yayınlamış. Bir dostum ona verdiği cevabı bana da göndermiş. Bu sayede haberim oldu. M. İnce diyor ki: 

“Siyasal İslamcıların bu kadar öfkeli olmalarında; Cumhuriyetle, akılla ve modernlikle bu kadar kavgalı hale gelmelerinde en büyük pay, maalesef Necip Fazıl’ın düşünsel (?) yönlendirmelerindedir. (…) Necip Fazıl; entelektüel derinlikten çok sloganlara yaslandı. Gece hayatı, kumar, savrulmalar ve söylemlerle şekillenen bir hayat sürdü. (…) Bugün muhafazakâr camia Necip Fazıl’ı değil de Nurettin Topçu’yu rehber alsaydı: Kin değil fikir konuşurduk. Kültürle kavga edilmez, irfanla barışılırdı. Ve belki de bugün çok daha adil, çok daha ahlâklı, çok daha huzurlu bir toplumda yaşardık.” Görüyor musunuz şu “sloganlara yaslanmanın” sonucunu… 

Necip Fazıl’ın etkisiyle “kavgacı” olduğunu iddia ettiği kitleyi; literatürde yeri olmayan uydurma bir “slogana yaslanarak” ifadeye çalışıyor: “Siyasal İslâmcılar”… Bunun yanlış, muğlâk, hattâ uydurma olduğunu hissediyor ki, “siyasal İslâmcılar” demekle yetinmiyor, yetinemiyor, “muhafazakâr camia”yı da ekliyor.

Necip Fazıl’ın, fikirde zayıf olduğu iddiasına sadece kargalar değil düşmanları bile güler. Ama M. İnce bunu ciddi ciddi söylüyor. İnsanları üşüten soğuk hava değil, sıcaklık yaydığını zannettiğiniz güneştir. Necip Fazıl’ın gümbür gümbür cemiyet meydanında haykırdığı fikirlerinin hiçbirine düşmanları cevap verememiştir. Onun “CHP bir parti değil, Türk'e dinini, dilini ve özünü kaybettirmeye memur bir katliam müessesesidir” teşhisine, iki defa CHP’li olan biri bilhassa cevap vermeliydi ki; fikir serdetmeye hakkı olsun. 

Necip Fazıl’ın 100’den fazla eseri var… Her sahada… En az elli bin sayfa… Eserler kadar vatanın her yerinde yapılmış etkili konferanslar, konuşmalar, sohbetler, röportajlar... Bu kadar eser ve konuşma “sloganlara yaslanarak” yazılmaz diyeceksiniz; haklısınız. Zaten bunu −farkında olmadan− M. İnce de “düşünsel yönlendirmeler” diyerek ifşa ediyor. O bu külliyatı okumuş ve konuşmaları dinlemiş olmalı ki… Bu kanaata varmış… Diyeceğim ama… Kavgacı bir nesil yetiştirmek için küçük bir broşür, gaz verici birkaç konuşma yeter de artar bile… CHP kurmayları bunu çok iyi bilir. Hele iki defa CHP’li olmuş biri, haydi haydi… Hattâ bir şey yazıp söylemeye bile lüzum yok, macera heveslilerinden bir çete kursanız yeter… CHP’den nasıl ve niçin ayrıldığına, olağanüstü kongrelerindeki kavgalara, şaibeli ve mahkemelik kongrelere, yöneticilerin birbirlerine ithamlarına bakmıyor da M. İnce, öfkeli ve kavgalıları nerelerde arıyor. 

Böyle hacimli bir külliyatın fikirden yoksun olmasının mümkün olmadığını M. İnce de hissediyor olmalı ki, az önce belirttiğimiz gibi “düşünsel yönlendirmeler” diyor. Bu kadar eser ve bu kadar konuşma M. İnce’nin de kınadığı sünepe bir yaşayışla cemiyet önüne konamaz. Bırakın telif eseri, hiç fikir çilesi çekilmeden (“düşünsel çile” deseydim daha mı iyi anlardı?) o hayatı yaşayan, o eserleri kopya bile edemez. Kopya bile bir seviye gerektirir. Haydi yazıldı ve konuşuldu diyelim, böyle “slogana yaslanmış” basit sözlerin peşinden gidecek insanı, ilk günlerde bulsanız bile, nesilleri kucaklayan bir alâka göremezsiniz. Oysa Necip Fazıl’ın eserlerinin nesillere mal olduğu ve fikirlerinin mektepleştiği kitaplarının satışından, tiyatrolarının kapalı gişe oynamasından belli.

Necip Fazıl, belli bir tarihten önceki hayatına “çöplük” diyor ve o sürede yazdıklarını reddediyor: “Nereden nereye geldiğimi göstermek için bile kullanılmasın!” diyor. Ve ilâve ediyor: “Çöplüğü ancak kediler ve köpekler karıştırır” M. İnce ise sadece bu reddedilen geçmişe “yaslanmış.” Başka bir şey görmüyor. Buna göre Necip Fazıl’ın eserlerini okumuş da bu kanaata varmış denebilir mi? “Gece hayatı, kumar, savrulmalar ve söylemlerle şekillenen bir hayat sürdü” diyerek bir döneme mahsus olanı, bir ömür gibi gösteriyor. Bilerek böyle söylemiyorsa, o muhteşem külliyattan tek satır okumadan o mesajı çırpıştırmıştır… Okusaydı, Necip Fazıl’ın M. İnce’nin bile kınadığı, pek çok eserinde ve konuşmasında belirttiği o hayatı reddettiğini bilirdi. Meselâ şu cümleyi, küçücük bir gayretle internette kolayca görebilirdi: “İslâm’a pazarlıksız ve sımsıkı bağlanmadan önceki şiirlerim ve yazılarım arasında hattâ küfre kadar gidenler ise, çoktan beri eser çerçevem dışına çıkarıldığı, her birinden ayrı ayrı istiğfar edildiği ve çöp tenekesine atıldığı için nereden nereye geldiğimi göstermekte bile kullanılmamalı.” 

Nereden nereye yükseldiğini göstermek için bile… İyi niyetle ilmî bir eser için bile… Kullanılmaması gerekeni M. İnce, kafasına göre ortaya attığı iddiasına mesnet olarak kullanmaktan, yazılarını okumadığı kişi için değerlendirme yapmaktan çekinmemiş. Doğru olanla mücadele eden; yanlışa, iftiraya, yanıltmaya, hedef saptırmaya “yaslanmak” zorunda. 

Devamı iıin tıklayın
Yolun sonu
Emine Öztürk

Üniversite Hastanesi’nin Enfeksiyon Hastalıkları Anabilimdalı muayenehanesinin önündeyim. Kapının hemen yanındaki ikili oturağın boş olan tarafına yavaşça oturdum. Sıra numaram 48. Sabahın köründe gelmeseydim herhalde sıra bulamayacaktım. Saat dokuza on var, birazdan doktor da gelir. Birkaç saat sonra sıra bana geldiğinde hemşire ismimi çağıracak, doktor ne şikâyetim olduğunu soracak, ne diyeceğim? Nasıl söyleyeceğim? 

Üç gün önceydi. Yurdun dördüncü katında, koridorun solundaki odada, ranzanın üst tarafında ateşler içerisinde yatıyordum. Tuba, çorba ve ilaç getirdi, içirdi bana. Bir kaç saat sonra daha iyiydim artık. Yataktan çıkıp annemin ördüğü yün hırkayı sırtıma geçirdim. Hava o kadar soğuk ki. Bozulmasın diye pencerenin dış pervazına koyduğumuz zeytin, peynir, salça taş gibi olmuştu. Geceleri sıcaklık -20 lere kadar düşüyor. Beş aydır her taraf kar, buz, toprak yüzü görmüyoruz. Sanki koca şehir kalın beyaz bir elbise giymiş, çıkarmamak için de direniyor. Alışık değilim işte bu soğuğa, boğazım ağrıyor, bademciklerim şişmiş olmalı. Hem bölüm hem de yurtta oda arkadaşım olan Tuba varlığıyla içimi ısıtıyor. Odada birlikte ders çalışıyorduk. Kan anonsu yapıldı. Terminal yolunda trafik kazası olmuş, bir çocuk için çok acil 0 Rh- kan aranıyordu. Kayıtsız kalamazdım. Hastayım ama zor bulunan bir kan, bulamazlarsa alırlar diye düşünüp danışma katına indik. Çocuğun dedesi olduğunu sonradan öğrendiğimiz yaşlı adam orada bekliyordu. Kan vermek için geldiğimizi nöbetçi memura söyleyince yaşlı adamın üzgün çehresi aydınlanır gibi oldu. “Tez gidek bacım, uşağımı emeliyete koyirler, yetişek.” Uzun siyah paltolu yaşlı adam önde, biz öğrenci olduğu her halinden belli olan iki kız arkada karlara bata çıka yürüyorduk. Kampüsün batı yakasında bulunan hastaneye geldiğimizde aradan sadece on dakika geçmişti. Binanın girişinde ayaklarımızı yere vurarak postallarımızdaki karı temizlemeye çalıştık. Laboratuvara koşar adımlarla gittik. Sırayla tansiyonumuzu ölçtüler ve tahlil için kan aldılar. Durum acil olunca yarım saate varmadan sonuçlar çıktı. Laborant yanımıza geldi “Leyla Aladağ sizi mikrobiyoloji laboratuvarından çağırıyorlar, üst kat koridorun sağındaki ilk oda.” “Hayırdır, neden?” “Onlara sorarsınız”. Tuba ile birbirimize baktık, konuşmadan yukarı çıktık. “Ben Leyla Aladağ, beni çağırmışsınız, buyurun” “Bakın, kanınızda belirgin bir şekilde frengi mikrobu var” “Ne ne diyorsunuz siz?” “Enfeksiyon Hastalıklarına muayene olun” Beynimde bir uğultu başladı. Nasıl olur? Böyle bir şey olamaz, imkânsız. Hatırladığım kadarıyla frengi aids gibi bir hastalık, hayat kadını hastalığı diye biliniyor, tedavisi de yok.

Tuba, kolumdan çekiştirerek hastaneden çıkardı beni. Dışarıda yüzüme tokat gibi çarpan soğuk havayla kendime geldim. Hiç konuşmadan yurda gittik. Yatağa çıkıp bir süre uyuyormuş gibi yaptım. Aklımda binlerce düşünce birbirini kovalıyordu, uyumam mümkün olmuyordu. Sabah odadakiler uyanmadan usulca giyinip dışarı çıktım. Kimseye bir şey soramam, kütüphaneye gidip araştırmalıyım. Geceden kalan soğuğun hâlâ etkisini gösterdiği sabahın bu erken saatinde kütüphaneye doğru hızlı adımlarla yol aldım. Kalbim yerinden çıkacakmış gibiydi. Arşiv kısmındaki kocaman, derin çekmeceli, metal dolabın içerisindeki harf sırasına göre dizilmiş konu kartlarını karıştırdım. F,f,f,f frengi, hah işte buldum. Kartta yazan salon, kitaplık, kitap numarasına göre aradığımı buldum. Beş altı tanesini görevliden ödünç alıp bahçede üzerindeki karları temizlenmiş banka oturdum. Kitapların iki tanesi Osmanlıcaymış, numaraya bakıp almıştım işte, farketmemişim. Önce belirtilerine baktım. Hastalığın evrelerine göre değişiyor, hatta ilk evrelerde belirti vermeyebiliyormuş. Son evre şankr denilen yaralar çıkıyor, bu en tipik belirti. İki aydır sağ şakağımda sessizce oturan kırmızı şişlik ağrıyarak varlığını hatırlattı. Çok önemsememiştim. Al işte şakağımdaki ve karnımdaki her an açık yaraya dönüşecekmiş gibi duran kızarıklıkların açıklaması bu. Ve son evrede de hastalık bir kurt gibi vücudu hızla kemirerek yiyip bitiriyor. Kalbim ağrıyordu.

Evet, ölüm mutlak gerçek kaçışı olmayan, bir gün bizi ansızın yakalayacak olan. Ama bu kadar çabuk mu olacaktı. Daha yirmi yaşındayım, okula yeni başladım, mezun olunca mesleğimi yapacaktım. Gezip görmek istediğim pek çok yer, okumak istediğim kitaplar, almak için para biriktirdiğim kıyafet, mezun olunca geri ödemesi başlayacak olan öğrenim kredim var. Lüzumsuz bir tartışma yaşadığımız Hülya’nın gönlünü alacaktım… Yurttaki tek gözlü demir dolabımda bulunan, ancak bir çantayı dolduracak kadar olan eşyalarım o kadar fazla görünüyor ki gözüme. Harçlıklarımdan artırıp aldığım kitapları okuyacak kadar zamanım var mı? Bilinmeze yolcuyum. Korkuyorum. Beni yıkayıp kefenleyecekler, belki arkamdan laf edecekler “frengiymiş” diye. İsmim sadece mezar taşında bilinecek, cenaze diyecekler. Cenazeyi mezara indirecekler, üzerime toprak atacaklar. Ben o kadar yükü kaldıramam, hem ben çok üşürüm.

Hemşirenin sesiyle kendime geldim. Sıram gelmiş. Doktor başını kaldırmış, gözlüklerinin üzerinden bana bakıyor. Olanları kısaca anlattım. “Bak kızım frengi ağızdan ağza da bulaşabilir, ağzında yarası olan hasta çay içer, bardak iyice temizlenmez ardından da sen içersen, bulaşabilir. Bu küçük bir ihtimal ama ayrıntılı bir kan testi isteyelim. “Laboratuvara kan verip sonuçları beklemeye başladım. Başka bir yere gidecek gücüm yok. Pencereden sokağın iki yanına dizilmiş, çıplak dalları aşağı doğru sarkmış, beyaz gövdeli huş ağaçlarına bakıyorum. İçeriden radyonun kısık sesi duyuluyor: “Artık, yeşerecek bir dalım yok, yağmurlar yağsa da boş yağmasa da…” Hıçkırıklarımı içime gömerek kâğıt mendilim bitene kadar ağlıyorum. Dakikalar birbirini kovalıyor.

Sonuçlar çıktığında son gücümü kullanıp kâğıdı açtım: Negatif.

Devamı iıin tıklayın
Vesâyet savaşları
Mustafa Makas

Allah Teâlâ’ya hamd, Resulüne salat ve bu yolda gidenlere selâm olsun. 

Bekri Mustafa’yı bilirsiniz, bizimkisi de biraz ona benziyor, malum memleketimizde basın yayın kurumlarını işgal eden çeyrek yazarçizer takımından ülkemizin gerçek meseleleriyle alâkâlı bir yazı görmek imkânsız. Kimi dalkavukluk peşinde, mahşerde başına saçılacak toprağı artırıyor, kimi atadan dededen milletin kodlarına düşman, kimileri de ilkokul birinci sınıf hayat bilgisi tavsiyelerinden ileri gidemiyor. Konumuz vesayet savaşları, bu meseleye ABD, Çin, NATO, İsrail, Avrupa, Ortadoğu, petrol, dinler, nesepler, vs. çerçevelerinden ele alacak kıymetli ağabeylerimiz, ablalarımız olacaktır. Ben kendi penceremden, eğitimci olmam hasebiyle hassas olduğum, evlatlarımızın milletimizin geleceği açısından bir iki söz etmek istiyorum. 

Kâinatın iftihar tablosu Efendimiz aleyhisselâmın Tebük seferinden dönerken hadisi şeriflerinde; “küçük cihat bitti, şimdi büyük cihada gidiyoruz” buyurdukları; yani maddî/fizikî savaş bitti, şimdi her birey kendi nefsiyle büyük savaşını verecek, kulluğunu gösterecek mealindeki hadisi şerifi devlet tüzelinde düşünecek olursak; zihnimde beliren, devletlerin “küçük savaşları” harp sahası, toprak kazanma kaybetme, yerine göre teslim olma daha kötüsü sömürge olma vs geliyor. Peki devletlerin “büyük savaşı” ne olabilir? Bana öyle geliyor ki devletlerin büyük savaşı, vatandaşı olan tüm insanların can ve mal güvenliği başta olmak üzere, o toplumu oluşturan sosyal ve kültürel tüm kodlarını muhafaza etmek derim. Yani o milleti “o millet” yapan değerlerin tümü. 

Bunu ülke olarak başarabiliyor muyuz, örneklerle görelim.

Çocuklarımız; sosyal medya ve video platformlarındaki cibilliyetsiz bir takım şaklabanlar tarafından esir alınmış durumda, sürekli olarak onları izliyor, her türlü melaneti onlardan görüyor ve öğreniyorlar. Madde kullanımı, küfür, suça sürüklenme, hadsizlik, terbiyesizlik, hattâ cinsiyetsizlik vs. gibi melanetlerin pençesinde anne babaların kontrolünün de yeterli olmadığı bir garabetin içindeyiz. Devletimiz bu soysuzlarla mücadele etmeli, gerektiği yerde bu soysuzların kalemini kırmalı, piyasadan silip süpürmelidir. Milletin geleceği olan milyonlarca insanımız için birkaç soysuzun yok edilmesi elzemdir! Günah değil sevaptır ve devletin bizzat görevidir. Mecelledeki altın kuralı hatırlayalım; ”def-i mefasid celb-i menafiden evladır” yani kötülüğü ortadan kaldırmak iyiliğin gelmesinden öncedir. Aslında bu medya, teknoloji ve iletişim gücünü iyiye kullanmayı becerebilsek seyyiatın hasenata dönmesi gibi işleri tersine çevirebiliriz. 

Gençlerimiz; işsizliğin pençesinde maalesef. Lise diplomasından farkı kalmayan üniversite diplomalarının zaman ve nesil kaybına yol açtığını fark etmekte geç bile kaldık. Kızlarımız kasiyer, erkeklerimiz kefen koltukta diplomalı kuryelik yapmak için okuyor âdeta. Taşı toprağı altın olan coğrafyamızın her bölgesinde üretime dayalı irili ufaklı fabrikalar açılmalıdır, söz gelimi toplu iğne Çin’den geliyorsa bir şehrimizde bunu üretecek fabrika açılır ve kalem kalem tespit edilen her ürünü kendimiz üretir gençlerimize ekmek kapısı açmış oluruz. Kafelerde akşamlayan milyonlarca gencimizi hayata bağlar aile olmasını destekleriz, aksi halde ahlâken çöküş, evlilik dışı ilişkiler, sarhoşluk berduşluk, kumarbazlık, madrabazlık, çeteleşme gibi durumların önüne geçmek imkânsız. Çin’in milyarı aşan insanına istihdam oluşturması önümüzde emsaldir, galaksiyi keşfetmeye gerek yok, betonu dökelim fakat sadece fabrika yaparken.

Orta yaş insanımız; hayali bir ev ve araba almak hedefinden ibaret nesil. Kredi, borç, borsa, coin, kumar, para hırsı gibi boğazına kadar dünyevîleşmiş, çoluk çocuğuyla güzel anılar biriktirmesi onları vatana millete hayırlı evlatlar olarak yetiştirmesi ve kendi manevî dünyasında sonsuzluğu kazanmak için istikametini bulması gerekirken, çamura saplanmış insanlarımız. Devletin burada büyük hataları oldu. İnsanlığa atılmış en büyük kazık olan yüksek apartman, tıka basa şehirler, doğadan ağaçtan yeşilden çiçekten böcekten koparılan, nefes almak için kilometrelerce yol gitmesi gereken insanlarımız. Bu süreç konut sektörünü ur haline getirdi, şehirlerimiz toplumun ruh ve sinir sistemini bozdu. Artık mahallesinde arabasını park edebilmek için komşularıyla kavga etmek zorunda kalan bir milletiz. Buna ne gerek vardı, ABD ve İngiltere’de insanların yüzde doksanı müstakil evlerde yaşıyor, her tarafı bahçe olan, çocukların bahçelerinde koştuğu, deprem olsa bile başına en fazla avizenin düşeceği, üstelik ahşaptan, ucuz ulaşılabilir konutlar. Bu konut sisteminde bekâ meselemiz olan çocuk sayısı kendinden çözülecekti, doğal insan psikolojisi, büyük evde bahçede çocuk olması gerekir! Bu kafa yapısından hemen dönsek bile bir asır sürer. Hebâ olan ömürler. Tv ekranları patlamış kanalizasyon gibi her tarafa pisliğini saçıyor, öğleden sonra programları her millette olabilecek kötü olayları mal bulmuş mağribi gibi sürekli olarak milletin gözüne sokmakta, aslında burada bizzat milletimizin tamamına hakaret var, siz böyle bir milletsiniz algısı, toplumu kendi insanından iğrendirecek hale getirme sinsi planı. Haber kanallarında olumlu tek bir olay gösterilmiyor, 81 ilin tamamı Teksas olmuş gibi yayınlar. Dizilerde aldatma, hile hurda, cinayet, ırka dile dine kadar uzanan habis senaryolar ve reklâm için şahsiyetini, milletini, devletini satan kökü Anadolu olmayan soysuz birtakım oyuncular. Tamamı terbiye edilmeli, tarih ve ahlâk süzgecinden geçmeyen hiçbir program tek saniye yayınlanmamalı. Sosyal medyada millî manevî değerlerimize hakaret eden, milletimizin kültürel kodlarına insan zenginliğine dil uzatanlar bir daha ağzını açamayacak hale getirilmelidir. 

Her şehrin valisinden belediye başkanına tüm daire amirleri acil eylem planlarıyla, evvela içme suyu problemini çözmelidir, milletine baraj suyunu reva görüp Allah’ın lütfettiği kaynak suları şişeleyip ihraç etme garabeti derhal son bulmalıdır. Yine her belediye sokak hayvanlarına milyonluk barınaklar yapacağına tüm gücünü yerli tohum, fide, fidan üretmeye ve bunları şehrin muhtelif yerlerine ve bağ bahçe sahiplerine dağıtmalıdır. Şehirlerde ilçelerde uygun lokasyonlarda soğuk hava depoları yapılmalı ürünler (çiftçilerin, üreticilerin vs) buralarda muhafaza edilmeli, savaş gibi durumlarda insanların korunacağı sığınaklara dönüştürülmelidir. Kendine yeten şehirler oluşturmalı, 3-5 şehirde üretim yapıp ülkeye gıda dağıtmanın maliyeti ve stratejik açıdan tehlikesi yadsınamaz. Çalışan kadınlara çocukları anasınıfına başlayana kadar maaşları aynen verilmeli, sezaryen doğum tamamen yasaklanmalı (acil durumlar hariç), kadınlarımıza anneliğin ve ev hanımlığının kariyerden daha kıymetli olduğu gerçeği anlatılmalı, teşvik edilmelidir. Teşhircilik, (açıklık değil) çıplaklık, zina, kumar tamamen yasaklanmalıdır. Her türlü suç için kısas getirilmelidir, vicdanen de olması gereken budur. 

Biraz düşününce meseleler yazmayla bitecek gibi değil, daha sayamadığımız yüzlerce soruna binlerce cevap bulmak mümkün fakat yazımız yayımlanmaya değer görülse bile alanımız kısıtlı olduğu için bitirmek zorundayım.

Allah’ın rahmeti bereketi üzerinize olsun.

Devamı iıin tıklayın
Hakkın hâdimleri ve bâtılın vekâlet savaşçıları
Yaşar Akyay

Yüce Rabbimiz tarafından insanlığa hayat modeli olarak gönderilen kutsal kitabımız Kur’ân-ı Kerimin 111. Suresi olan “Tebbet Suresi” Peygamber Efendimize en fazla zarar veren ve ona en çok düşmanlık eden amcası Ebu Leheb hakkında indirilmiş ve “Ebu Lehebin elleri kurusun, kurudu da. Ona malı da kazandığı da fayda vermedi. O alevli bir ateşe girecektir” buyrulmuştur.

Bazen insan, asırlarca önce yaşamış, Peygamberimize ve Müslümanlara düşmanlık etmiş, yaptığı kötülüğün dünyalık karşılığını bularak rezil bir şekilde ölüp gitmiş birisinden bahseden bu sureyi biz bugün namazda hâlâ niye okuyoruz, bu surenin günümüze bakan yönü ve bize verilmek istenen mesaj ne olabilir diye düşünebiliyor.

Buradaki muhatap, sadece Ebu Leheb’in şahsı olmayıp, günümüzde onun gibi düşünen, onun gibi yaşayan ve onun inanç ve fikirlerini paylaşarak İslâma ve Müslümanlara düşmanlık yapıp, insanlığın zararına çalışan kişi, grup ve topluluklardır. Arif Nihat Asya da: “Ebu Leheb ölmedi Ya M…, Ebu Cehil kıtalar dolaşıyor” diyerek, küfrün değişik isimler altında ve vekâlet savaşçıları vasıtasıyla yaptığı faaliyetlerle dünyayı etkilediğine işaret etmektedir.

Yaptığımız ibadetlerimizde ellerinin kuruması için beddua etmeye devam ettiğimiz Ebu Leheb’in etkisini yitiren etten ve kemikten olan elleri değildir. Burada asıl kasdedilen Ebu Leheb ve Ebu Cehil’in yolunda gidip, televizyon, telefon, bilgisayar, basın-yayın, sosyal medya vasıtasıyla inanca, ibadete ve iyiliğe savaş açan, güzel ahlâkı yok etmeye çalışan yıkıcı ve bozguncu kişi ve grupların yaptığı çalışmalar ile sergilediği oyunlardır.

O nedenle biz namazlarımızda, yeryüzünde fitne ve fesat çıkartıp, bozgunculuk yapan, kötülüğün temsilcilerinin evimize, elimize, yatak odamıza ve cebimize kadar uzanan, insanlarımızı inancından koparıp, güzel ahlâktan uzaklaştıran zararlı faaliyetlerini temsilen “Ebu Leheb’in elleri kurusun” ayetlerini bugün okuduğumuz gibi kıyamete kadar da okumaya devam edeceğiz.

Fakat bu şekilde yalnız dilimizle beddua etmek yeterli olmayıp, onların verdiği zararları azaltacak ya da durduracak fiilî çalışmalar ortaya koyarak alternatif programlar üretmemiz gerekmektedir. Çünkü yapılan bir duanın geçerli ve yeterli olması için önce fiilen yapılması gerekeni yapıp sonra sözlü olarak dua etmek gerekir. Yani batıl adına çalışanlar boş durmayıp birşeyler üretirken bizim sadece sözlü duamız yeterli olmayacaktır.

İnsanlık tarihiyle başlayan ve kıyamete kadar devam edecek olan hak-batıl mücadelesinin temelini inanç boyutu oluşturmakta olup, bu mücadelenin yürütülmesi için de ekonomik ve askerî mücadele alanı kullanılmaktadır. Teknolojik üstünlüğü elinde tutan batıl temsilcileri bu mücadeleyi sosyal medya ve dijital ortamda sürdürürken, ekonomik mücadeleyi de sömürgesi altında olan ülkelerin yer altı, yer üstü zenginliklerini ve celladına âşık aptal köle gibi davranan yöneticileri kullanarak gerçekleştirmektedir.

Hak-batıl mücadelesinin zor ve büyük fedakârlık gerektiren bölümünü oluşturan askerî mücadele günümüzde çok farklı bir şekilde sürdürülmektedir. Peygamber Efendimizin amcası ve İslâm’ın azılı düşmanı olan Ebu Leheb’in Bedir savaşına, alacaklı olduğu kişiyi vekil olarak gönderdiği gibi, günümüzde de küfrün temsilcileri kendileri fiilen savaşmayıp, genellikle vekâlet savaşçıları kullanıyor.

Hayatı imtihan, dünyayı ahiretin tarlası olarak kabul edip, iki dünyalı bir hayat yaşayanlar şehit olup, Allah’ın rızasını ve ebedi mutluluk yurdunu kazanmak arzusuyla ölüme koşarak giderler. Bütün sermayelerini dünyaya ait zevkleri yaşamak için harcayanlar hem başkalarının alın terini, göz nurunu ve el emeğini sömürmek ister, hem de cephede kendi yerine savaşacak vekâlet savaşçıları ararlar. Onun için günümüzde hak-batıl mücadelesi hak ve hakikat uğruna serden-yardan ve diyardan vazgeçebilenlerle batıl temsilcilerinin paralı askerleri yani vekil savaşçıları arasında cereyan etmektedir.

Avrupalılar ve Amerikalılar, Afrika’nın ormanlarını, madenlerini, insan gücünü sömürüp, Yahudiler’in uydurulmuş arz-ı mev’ut (vadedilmiş kutsal topraklar) gibi hayallerini gerçekleştirmek için hep birlikte terör örgütlerinden ve uydu devletlerden oluşturdukları vekil güçlerle ortadoğuyu paramparça ederek petrol gelirlerine kondular.

Bu nedenle ülkemiz kırk yıldır değişik terör örgütü türevleriyle mücadele etmek zorunda bırakılmıştır. Bugün bize medenî ve çağdaş dünya olarak tanıtılanların gerçek yüzü ortaya çıkmış ve Mehmet Akif’in tek dişi kalmış canavar benzetmesi daha iyi anlaşılmıştır.

Atalarımızın “Hazır ol cenge sulh-u salah istiyorsan” dediği gibi, bizlerin her türlü tehlikeye karşı hazır ve uyanık olmamız, iki günü eşit  olmayacak şekilde çalışmamız ve düşmanın silahıyla silahlanma bilincimizi diri tutmamız gerekmektedir.

Şunu unutmamalıdır ki: Ölürsem şehit, kalırsam gazi inancına sahip olan, onların peşinden koştuğu dünyayı ahiretin tarlası yapan bir medeniyetin ve çağlar üstü bir inancın savaşçılarını, ölümden korkup cepheden kaçanlar ya da kendi yerlerine parayla başkalarını savaştıranlar mağlup edemezler.

Fakat biz asıl savaşı, Aliya İzzetbegoviç’in dediği gibi, cephede şehit verdiğimiz zaman değil, medeni-çağdaş ve ilerici diye sunulan düşmanın ilmini ve teknolojisini almayıp, yaşam tarzını alıp, onlara benzediğimiz zaman kaybettik.

Bizim ayağa kalkıp, batılın temsilcileri ve vekilleriyle hesaplaşabilmemiz ve yeniden dünya kamuoyunda söz sahibi olabilmemiz için ilk yapacağımız şey, bizi biz yapan değerlere dönüp, bu değerleri özümseyip temsil etmek ve insanlığa da inandığımız bu değerleri tanıtarak hakkın, hukukun ve adaletin tesisi için çalışmaktır.

Devamı iıin tıklayın
Mutluluk
Mustafa Kozlu

Allahın selâmı üzerinize olsun.

Bir tarafında yemyeşil çam ağaçları, diğer tarafında uçsuz bucaksız meyve ağaçları, diğer tarafında derelerinden şarıl şarıl suların aktığı şirin bir köy vardı. Bu köyde yaşayan yaşlı bir bilge adam vardı. Her zaman kendisi gibi bir yaşlı ağacın altına gider, orada oturur, tefekkür eder, Allah’a dua ederdi. Yine günlerden bir gün, ağacın altına oturdu, tefekkür etti, Allaha dua etti; “Allahım, şükretmekten aciziz, emanetini gezdiriyoruz. Var olan nimetlerini saysak yoka sıra gelmiyor. Her nimetin şükrü kendi cinsindendir. İcat fıtratın şükrü, sanat hilkatın şükrü, hidayet iradenin şükrü, adalet vicdanın şükrü, tefekkür aklın şükrü, muhabbet kalbin şükrü, iman iç dünyamızın şükrü, İslâm dış dünyamızın şükrü, ibadet kulluğumuzun şükrü, tevhid hakikatın şükrü, tertil Kur’ân’ın şükrü, tahkik muhakemenin şükrü, tebliğ hidayetin şükrü, nafile namazlar farz namazların şükrü, yoksullara infak servetin şükrü.” dediği anda eline bir su damlasının düştüğünü farketti. Dikkatle yukarı baktı ve oturduğu ağacın altında bir karga gördü, dikkat etti, karga ağlıyor. Merakla sordu: Neden ağlıyorsun? Karga cevap verdi, “Çocuklar bana taş atıyor, köpekler kovalıyor, simsiyah tüylerimden insanlar nefret ediyor. Keşke var olmasaydım.” Buna karşılık yaşlı adam, “Başkalarının ne düşündüğünü, sana nasıl davranacağını kontrol edemezsin. Herhangi bir şeyin istediğimiz gibi olmasını dilediğimizde gerçekler beklentilerimizden farklı olduğu zaman işte o zaman üzülürüz, ama sana yine de yardım edeceğim sevgili karga. Belki üzüntünü geçirebiliriz.” dedi, “Şimdi söyler misin bana, doğanı değiştirme imkânın olsaydı ne olmayı seçerdin?”. Karga, “Şahin olmak isterdim. Şahinler çok güçlüdür. Herkes onları hayranlıkla izliyor. Kimse onlara zarar veremez.” dedi. Yaşlı bilge de, “Peki o zaman bir şahinle konuşmanı istiyorum. Belki düşündüğün gibi güçlü değillerdir. Hadi git bir şahin bul ve onunla konuş.” dedi.

Bunun üzerinde karga sevinçle uçtu ve yüksek dağların, yüksek kayalıkların üzerinde bulunan şahinlerin yerini biliyordu ve oraya doğru gitti. “Selâm şahin kardeş, sen dünyanın en güçlü kuşusun, kimse sana meydan okuyamaz. Bu mutluluğun ve özgürlüğünün sırrı nedir? Bana da anlatır mısın?” dedi. Şahin gözlerini ufka dikerek konuşmaya başladı, “Görünüşler seni aldatmasın. İnsanlar bizi hayranlıkla izliyor olabilirler ama aynı insanlar bizi yakalamak için kapanlar kuruyorlar. Gece gündüz peşimizi bırakmıyorlar, devamlı savaşmak zorunda kalıyoruz. Gücüm özgürlüğümü elimden aldı. Sen gerçek mutluluğu arıyorsan yalnızca özgürce yaşayabilenlerin bileceği bir kuşa git danış.” dedi ve ekledi, “Mutluluğu, benim bildiğime göre barışın sembolü olan güvercinler bilir. Sen git onunla konuş.” dedi. 

Karga, şahinin yanından ayrıldı. Dağlardan, ovalardan, bir şehre geldi. Aşağıda bir parkın içinde, çeşmenin yanında, bir beyaz güvercin gördü ve yanına indi. “Selâm güvercin kardeş, sen barışın sembolüsün, herkes seni çok seviyor. Bu mutluluğun sırrı nedir?” dedi. Güvercin, “Benim mutlu olduğumu kim söyledi? Beni posta olarak kullanıyorlar. Kanatlarım çok yoruluyor, özgürce yaşayıp mutlu olamıyorum.” dedi. “Sen gerçek mutluluğu arıyorsan dünyanın en güzel kuşu olan tavuskuşuyla git konuş. O hem güzel, hem de mutludur.” dedi. 

Karga, “Peki.” dedi ve güvercinin yanından ayrıldı, havalandı ve tavuskuşlarını aramaya başladı. Duvarlarla çevrili bir bahçede, tavuskuşlarını gördü. Birisinin yanına indi ve “Güzel tavuskuşu, sen dünyanın en güzel kuşusun ve en mutlususun. Bu mutluluğunun sırrını bana da söyler misin?” dedi. Tavuskuşu, “Sevgili karga, bir zamanlar ben de dünyanın en mutlu ve güzel kuşu olduğumu düşünüyordum. Güzelliğim yüzünden beni buraya yakalayıp getirip hapsettiler. Dans etmeye zorluyorlar, tüylerimi çekiyorlar, canımı acıtıyorlar. Neyi hayal ediyorum biliyor musun? Özgürce uçmayı, özgürce seçmeyi hayal ediyorum. Seni gökyüzünde uçarken gördükçe kıskançlıktan kalbim çarpıyor.” Karga hayretle, “Ama ben, kimse beni sevmiyor, herkes benden nefret ediyor.” dedi. “İşte senin gerçek özgürlüğün bu sevgili karga. Kimse beğenmediğini tutup bir yere kapatmaz. Kimse hoşlanmadığını bağlamaz.” dedi, “Sen gerçek özgürlüğünün, mutluluğunun kıymetini bil.” diye ekledi. Karga da “Evet, ben gerçekten de özgürmüşüm, bugüne kadar bu kadar düşünmemiştim, demekki körmüşüm.” dedi. 

Tavuskuşunun yanından ayrıldı ve yaşlı adamın yanına döndü. Yaşlı adama “Ben özgürmüşüm, her zaman da özgürdüm, özgürce uçuyorum, özgürce seçiyorum, özgürce var oluyorum. Büyük mücadelelerim özgürlüğümün bedeli.” dedi. Simsiyah kanatlarını açarak tüylerine baktı ve evvelce lanetli olarak gördüğü kanatlarını bu sefer Allah’ın bir lütfu olarak gördü. “Ben neysem oyum.” dedi, “Allah’a çok şükrediyorum ve hamd ediyorum ki beni böyle yaratmış, özgür ve mutluyum.”. Yaşlı bilge adam, “Çok sevindim sevgili karga, ben de mutlu oldum, şimdi söyleyeceklerimi iyi dinle ve hiç unutma!” dedi: 

“En büyük yoksul kimdir? Az şeye sahip olan değil, sınırsız şeye sahip olmak isteyendir. Hayatın anlamı acılara katlanmak değil, hayata anlam katmaktır. Mutluluk çok şeye sahip olmak değil, az şeye ihtiyaç duymaktır. Kendi içinde bir cennet barındıranın dış dünyasında cehennem olmaz. Hayatımızı kendi düşüncelerimiz belirler, bunun için de mutluluğu başkalarında değil kendi içimizde keşfetmeliyiz. Kendi varlığımızda daha önemli bir varlığı keşfedip hayatımızı ona adamalıyız. O’da Allah’tır. Biz huzuru dünyada elimizin yetişmediğine ulaşmak diyoruz. Vallahi aldanıyoruz. Huzur Allah’ı bulmaktır. Allah’ım! Seni sığınak, barınak, tutanak biliriz, ya Allah deriz. Şeytandan sana sığınırız euzübillah deriz. Seninle işe başlar, bismillah deriz. Nimet verdiğinde, gönülden şükrederiz. Versen de, alsan da elhamdülillah deriz. Hayran kaldığımızda maşallah deriz. Pişman olduğumuzda estağfurullah deriz. Sevindiğimizde Allahuekber, üzüldüğümüzde innalillah deriz. Canımız sıkıldığında fesuphanallah, dinlendiğimizde gatunillallah deriz. Zafer kazandığımızda nasrı münallah, rızık kazandığımızda el rızkı tinallah deriz. Bir işi yapmayı tasarladığımızda inşallah, bir işi yaptığımızda da bi iznallah deriz. Güçlü karşısında la havle vela kuvvete illabillah deriz. Söz verdiğimizde de vallahi ve billahi deriz. Allah’ım her ana aklımızda ve zikrimizde sen varsın. Sanadır kulluğumuz, sendedir çaremiz, seninledir varlığımız, seni arar ruhumuz, senir anar kalbimiz. Başkasına değil biz sana muhtacız. Birsin, bütün mevcudat birliğinin şahidi. Biliriz ki neyse tek o yaratandır, biliriz ki neyse çift o yaratılandır. Her şey sana muhtaç sen ise hiçbir şeye muhtaç değilsin. Ehatsın, vahitsin, sametsin. 

Dününüz, bugününüz, meçhul sonunuz hayırlı, bereketli, mübarek olsun. Akleden kalplere hikmet afiyet olsun. Kozlu Yolcu Dede’den herkese selâmlar olsun. Tekrar buluşma umut ve duası ile âlemlerin rabbi olan Allah’a emanet olun, selâmetle kalın.

Devamı iıin tıklayın
Hz. Ebubekir Sıddık
Uğur Utkan

Âlem-i İslâm'ın ilk halifesi olan Hazret-i Ebu Bekr-i Sıddık (R.A), Peygamber efendimiz'in yol arkadaşı ve en sadık dostuydu. İşte "Çok samimi, çok sadık" anlamına gelen Sıddık lakabının Hz. Ebu Bekir’e layık görülmesi bundan dolayıdır. Bu lakap kendisine, miraç olayı başta olmak üzere gaybla ilgili haberleri hiç tereddütsüz kabul ettiği için bizzat Resûl-i Ekrem tarafından verilmiş ve İslâm literatüründe bununla şöhret bulmuştur. Öyle ki, Fahr-i Kâinât sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz, İsrâ ve Mîrac hâdisesini Kureyş müşriklerine haber vereceği zaman:

“–Ey Cebrâîl! Kavmim beni tasdîk etmez!” dedi. Cebrâîl (a.s.):

“–Ebûbekir Sen’i tasdîk eder. O sıddîktır.” buyurdu. (İbn-i Sa‘d, I, 215)

Nitekim müşrikler, Mîraç hâdisesini duyduklarında, derhâl Hazret-i Ebûbekir’e koştular:

“–Arkadaşın, bir gece içinde Mescid-i Aksâ’ya gittiğini, oradan da göklere çıkıp sabah olmadan tekrar Mekke’ye geldiğini söylüyor. Bakalım buna ne diyeceksin?” dediler. Hazret-i Ebûbekir:

“–O ne söylüyorsa doğrudur! Çünkü O’nun yalan söylemesine imkân ve ihtimâl yoktur! Ben, O’nun her getirdiğine peşinen inanırım...” dedi. Müşrikler tekrar:

“–Sen O’nu tasdîk ediyor ve bir gecede Beytü’l-Makdis’e gidip geldiğine inanıyor musun?” dediler. Hazret-i Ebûbekir radıyallahu anh:

“–Evet! Bunda şaşılacak ne var? Vallâhi O bana, gece veya gündüzün herhangi bir vaktinde kendisine Allah’tan haber geldiğini söylüyor da ben yine O’nu tereddütsüz tasdîk ediyorum.” dedi.

Daha sonra Ebûbekir radıyallahu anh, o sırada Kâbe’de bulunan Peygamber Efendimiz’in yanına gitti. Olanları bizzat Efendimiz’in mübârek fem-i saâdetlerinden dinledi ve:

“–Sadakte (doğru söyledin) yâ Resûlâllah!..” dedi. Allah Resûlü de, O’nun bu tasdîkinden gâyet memnun kalarak cihânı aydınlatan tebessümüyle Hazret-i Ebûbekir’e:

“–Ey Ebûbekir! Sen «Sıddîk»sın!..” buyurdular. (İbn-i Hişâm, II, 5)

Hazret-i Sıddîk’ın Mîraç hâdisesinde sergilediği bu kalbî sarsılmazlık ve tereddütsüz bir şekilde Allah Resûlü’nü tasdîk edişi, ancak kalbinin kazandığı îman kuvvetiyle îzah olunabilir. Hazret-i Sıddîk’ın bu kalbî mukâvemetini ifâde sadedinde Hazret-i Ali ona:

“Sen, şiddetli kasırgaların hareket ettiremediği ve şiddetli sarsıntıların yerinden oynatamadığı ulu bir dağ gibiydin!” buyurmuştur.

Hz. Peygamber'in vefatından sonra onun devlet yönetimi görevini üstlendiği için de "halîfetü resûlillâh" unvanıyla anılmıştır. Bekir adlı bir çocuğu olmadığı halde kendisine Ebû Bekir künyesinin niçin verildiği konusunda kaynaklarda yeterli bilgi yoktur. Asıl adı Abdülkâbe olup, İslâm'dan sonra Rasûlullah (s.a.s.)'in ona Abdullah adını verdiği kaydedilir. Azaptan azad edilmiş mânâsına "atik"; dürüst, sadık, emin ve iffetli olduğundan dolayı da "sıddik" lâkabıyla anılmıştır. "Deve yavrusunun babası" manasına gelen Ebû Bekir (ra) adıyla meşhur olmuştur. Ayrıca kendisi, Câmiu'l Kur’ân ve el-Atik lakaplarıyla da bilinmektedir. (*)

Kendisi Peygamberlerden sonra, insanların en üstünü olup Aşere-i Mübeşşerenin yani Cennetle müjdelenen on sahabenin birincisidir. Peygamber efendimizin kayınpederi, Hazret-i Âişe'nin babasıdır.

Canıyla, malıyla ve ailesiyle Peygamber Efendimiz’in etrafında âdeta pervane olmuş, ömrünü ve bütün varlığını İslâm’ın muhafazası ve neşri için vakfetmiştir. Kendisi 573 senesinde Mekke’de dünyaya teşrif etmiştir. Tertemiz nesebi, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in altıncı batındaki dedesi Mürre bin Kâ‘b ile birleşen Ebubekir Sıddık, Resûl-u Ekrem Efendimiz’den iki yaş küçüktür.

İslâm’dan önceki 38 yıllık hayatında dahî putperestlikten ve alkolden uzak duran ve dâimâ nezih ve örnek bir şahsiyet sergileyen Hz. Ebu Bekir, Peygamberimize ilk vahiy gelir gelmez hemen îmân etmiştir. 

İSLÂM'I KABULÜ

Hz. Ebû Bekir (ra), Hira dağından dönen Rasûlullah (s.a.s.) ile karşılaştığında, Rasûlullah (s.a.s.) ona, "Allah'ın elçisi" olduğunu söyleyip

"Yaratan Rabbinin adıyla oku." (Alâk, 96/1) diye başlayan âyetleri bildirdiği zaman hemen ona: "Allah'ın birliğine ve senin O'nun rasûlü olduğuna iman ettim." demiştir. Hz. Hatice (r.anha)'den sonra Rasûlullah (s.a.s.)'a ilk iman eden odur. Hz. Peygamber (s.a.s.) İslâm'ı tebliğinin ilk zamanlarında kiminle konuştuysa en azından bir tereddüt görmüş, ancak Ebû Bekir (ra) şeksiz ve tereddütsüz bir şekilde kabul etmiştir. Hatta Hz. Peygamber (s.a.s.), "Bütün insanların imanı bir kefeye, Ebû Bekir (ra)'inki bir kefeye konsa, onun imanı ağır basardı." diye lâtif bir benzetme de yapmıştır.

Cahiliye Devri Mekke'sinin ileri gelenlerinden olup Arapların nesep ve ahbâr ilimlerinde meşhur olmuştur. Kumaş ve elbise ticaretiyle meşgul olurdu; sermayesi kırk bin dirhemdi ki, bunun büyük bir kısmını İslâm için harcamıştır. Rasulullah’a iman eden Ebubekir (r.a.) İslâm davetçiliğine başlamış, Osman b. Affân, Zübeyr b. Avvâm, Abdurrahman b. Avf, Sa’d b. Ebi Vakkas ve Talha b. Ubeydullah gibi İslâm’ın yücelmesinde büyük emekleri olan ilk Müslümanların birçoğu İslâm’ı onun dâvetiyle kabul etmişlerdir. Hz. Ebubekir hayatı boyunca Rasulullah’ın yanından ayrılmamış, çocukluğundan itibaren aralarında büyük bir dostluk kurulmuştur.

Ashâb-ı Kirâm'ın “Onu kızdırırsak, Resûlullah gazaplanır, Resûlullah gazaplanınca da Cenâb-ı Hak gazap eder ve biz helâk oluruz!” diye ona karşı çok dikkatli davranarak her daim kıymetini bildiği Hz. Ebûbekir’e Peygamberimiz tarafından şu ebedî müjde verilmişti:

“–Ey Ebûbekir! Ümmetimden Cennet’e ilk girecek kişi olman sana kâfî değil midir?!” (Ebû Dâvûd, Sünnet, 8/4652) 

ŞAHSİYETİ

Hz. Ebûbekir fıtraten halim-selim olup, engin bir şefkat ve merhamete sahipti. Bununla birlikte vazife ve mes’ûliyet hususunda zerre kadar müsâmaha göstermezdi. Fikirlerindeki isâbeti, muâmelâtındaki doğruluk ve nezâketi, tecrübesinin genişliği, nefsine hâkimiyeti, hayırseverlik ve samimiyetiyle herkes tarafından çok sevilirdi. Sevimli, güler yüzlü, hoş-sohbet, muâmelesi ve ahlâkı güzel bir Allah ve Resûlullah dostu idi. İnsanlar onunla kolayca ülfet eder ve kendisine olan muhabbetleri gittikçe artardı. Câhiliye döneminde bile mütevâzı bir hâli vardı. Gâyet vakur, cömert ve âlicenap bir şahsiyet ve karaktere sahipti.

Hayatında muazzam bir denge vardı. Her zaman büyük bir tevâzû ve mahviyet sergiledi, fakat aslâ zillet ve acziyet göstermedi. Dâimâ vakarlı oldu, fakat gurur ve kibre kapılmadı. Son derece affedici, müsâmahakâr, mülâyim ve yumuşak huylu yaşadı, fakat gerektiğinde de sert ve cesur olmasını bildi. Her hâliyle büyük bir muvâzene ve îtidâl numûnesiydi.

Öyle ki, Bedir Gazvesi sonucu esir alınan müşriklere ne olacağıyla ilgili Peygamberimiz istişare kararı alıp sahabelere danışınca Hz. Ebubekir müşriklerin affedilmesi önerisini sunarken Hz. Ömer müşriklerin en ağır ceza ile cezalandırılması gerektiğini söylerken Hz. Ali de müşriklerin içinde okuma yazma bilenlerin Müslümanlara okuma yazma öğretmesi karşılığında serbest kalmasını ortaya atmıştı.

Ebû Bekir (ra) Mekke döneminde güçlü kabilelere mensup kişileri İslâm'a kazandırmaya çalıştı, öte yandan müşriklerin işkencelerine maruz kalan güçsüzleri, köleleri korudu; servetini eziyet edilen köleleri satın alıp azad etmekte kullandı. Öyle ki, Bilal-i Habeşi Müslüman olduğunda efendisi kendisini kızgın kuma yatırıp üstüne ağır taşlar koymak suretiyle ağır işkenceler yapınca içi acıyan Ebubekir, Bilal'i satın alarak onu azad etti. Keza Habbab, Lübeyne, Ebû Fukayhe, Amir, Zinnire, Nahdiye, Ümmü Ubeys de Ebubekir’in azad ettirdiği köleler arasındadır. Kendisi de Mescid-i Haram'da müşriklerin saldırısına uğramıştı. Ebû Bekir (ra), iman ettikten sonra İslâm'ı tebliğe gizli gizli devam ediyordu. Annesi, karısı Ümmü Ruman ve kızı Esma da iman etmiş, fakat oğulları Abdullah, Abdurrahman ve babası Ebû Kuhafe henüz iman etmemişlerdi. 

İBADET AŞKI

Müşrikler, Hz. Ebûbekir’in Kâbe’de ibadet etmesine müsâade etmedikleri için, o da evinin önünde bir namazgâh edinmişti. Orada namaz kılıp Kur’ân okumaya başladı. Rikkat-i kalbiyye sahibi, yufka yürekli bir zât olduğu için, Kur’ân-ı Kerîm’i okurken hüzünlenir, gözyaşlarına mânî olamazdı. O, Kur’ân-ı Kerîm’i böyle derin bir vecd içinde okurken müşriklerin çocukları ve kadınları, etrâfında toplanıp hayran hayran dinlemeye başladılar. Bu hâl, Kureyş müşriklerini korkuttu. Buna mânî olmak için uğraşsalar da Hz. Ebubekir, Allâh’ın himâyesine sığınarak ibadetlerine devam etti. Bütün Hak âşıkları gibi Hz. Ebu Bekir’in gönlünde de bilhassa seher vakitlerinde yapılan ibadetlerin pek müstesnâ bir değeri vardı. Şu hâdise, onun gece ibadetlerine olan düşkünlüğünün, ne kadar da bâriz bir işaretidir:

Bir ara Resûlullah, sekiz veya dokuz gece, yatsı namazını gecenin üçte birine kadar tehir etmişti. Ebûbekir (r.a.):

“–Yâ Resûlâllah! Yatsıyı biraz erken kıldırsanız da gece ibadetine daha kolay kalkabilsek.” dedi. Peygamber Efendimiz bundan sonra yatsıyı erken kıldırdı. (Ahmed, V, 47)

Bir gün Resûlullah Efendimiz:

“–Allah yolunda çift sadaka veren kimse, Cennet’in muhtelif kapılarından; «Ey Allâh’ın sevgili kulu! Buraya gel, burada hayır ve bereket vardır.» diye çağrılır. Sürekli namaz kılanlar namaz kapısından, mücâhidler cihad kapısından, oruçlular Reyyân kapısından, sadaka vermeyi sevenler de sadaka kapısından Cennet’e dâvet edilirler.” buyurmuşlardı. Ebûbekir (r.a.):

“–Anam-babam Sana fedâ olsun ey Allâh’ın Resûlü! Gerçi bu kapıların birinden çağrılan kimsenin diğer kapılardan çağrılmaya ihtiyacı yoktur; lâkin bu kapıların hepsinden birden çağrılacak kimseler de var mıdır?” diye sordu. Resûlullah:

“–Evet, vardır. Senin de o bahtiyarlardan olacağını ümid ederim.” buyurdular. (Buhârî, Savm 4, Ashâbu’n-Nebî 5; Müslim, Zekât 85, 86)

Yine bir gün Allah Resûlü, yanındaki sahâbîlere:

“–İçinizde bugün kim oruçludur?”

“−Bugün kim bir cenâze namazına iştirâk etti?”

“–Bugün kim bir yoksulu doyurdu?”

“–Bugün bir hasta ziyaretinde bulunanınız var mı?” diye sualler sormuştu. Bunların hepsine de Ebûbekir (r.a.) müsbet cevap verdi. Bunun üzerine Allah Resûlü şöyle buyurdular:

“–Kim bu sâlih amelleri bir araya getirirse, o mutlakâ Cennet’e girer.” (Müslim, Fedâilu’s-Sahâbe, 12) 

ANNESİ PEYGAMBER DUASI İLE MÜSLÜMAN OLDU

Taberî, onun Allah yolundaki bu fedakârlığı üzerine Leyl sûresinin 5-7. ayetlerinin nâzil olduğunu rivayet eder. Hz. Peygamber'in Erkam bin Ebü'l-Erkam'ın evinde bulunduğu bir sırada Ebû Bekir'in ısrarı üzerine Mescid-i Harâm'a gidildi, o esnada üzerine saldıran Utbe bin Rebîa tarafından öldüresiye dövüldü.

Kendine gelince annesinden Hz. Peygamber'in bulunduğu Erkam'ın evine götürülmesini istedi. Resûlullah'ı sağ salim görünce ağlayarak ona sarılıp öptü; sonra da kendisine yardım eden annesinin hidayete ulaşması için Resûl-i Ekrem'in duasını niyaz etti. Hz. Peygamber onun bu samimi arzusu üzerine dua edince annesi Müslüman oldu. 

HAK YOL UĞRUNA HİZMETLERİ

Peygamberimiz ile dostluğu Mekke'de başlayan ve hicretle birlikte Medine'de devam eden Hz. Ebu Bekir, Peygamberimizle mağara arkadaşı oldu. Mağara'da üç gün kaldıktan sonra, ikisi bir deveye binerek yolculuk ettiler. Medine'ye varıncaya kadar Resulullahın bütün hizmetini O gördü. Medine'deki mescid yapılırken Onunla beraber çalıştı. Hiçbir hizmetten, fedakârlıktan geri kalmadı. Hazret-i Ebu Bekir, Resulullah efendimizle birlikte bütün harplerde bulunmuş, bir kısmında ordu kumandanlığı vazifesi kendisine verilmiştir. Çok şiddetli muharebelerde, Peygamber efendimizin muhafızlığını yapmış, Efendimize karşı bedenini siper etmiştir. Bedir'de, Uhud'da, Hendek'te müşriklere karşı büyük kahramanlıklar göstermiştir. Tebük harbinde, sancaktarlık görevini yürütmüştür.

Peygamber efendimizin; son hastalıklarında üç gün imamlık görevinde bulunup, onyedi vakit namaz kıldırmış, üç vaktinde de Peygamberimiz, Hazret-i Ebu Bekir'e uyarak arkasında namaz kılmışlardır.

Hicri 10 (m. 632) senesinde, Peygamberimizin vefatı üzerine Eshab-ı kiramın sözbirliğiyle halife seçilmiştir. Peygamberlerin sonuncusu olan M… aleyhisselâmdan sonra müslümanların halifesi, yani Peygamberimizin vekili ve müslümanların reisi, Hazret-i Ebu Bekr-i Sıddık olmuştur. 

HUTBESİ

Resûlullah Efendimiz vefât ettiğinde, Ensarın Sakîfetü Benî Sâide'de toplanarak halife seçimi konusunu görüştüğünü öğrenince Hz. Ömer'le birlikte oraya giden Hz. Ebû Bekir, ensar ve muhacirlerden birer emîr seçilmesini isteyen sahâbîlere bu görüşün doğru olmadığını, İslâm birliğini sağlamak için tek lider etrafında toplanmak gerektiğini söyledi. Aday olarak da Hz. Ömer'le Ebû Ubeyde bin Cerrâh'ı gösterdi. Fakat Ensâr ve Muhâcirler, Sakîfe’de Hazret-i Ebûbekir’e bey’at ettiler. Bir gün sonra umûmî bir bey’at daha oldu ve Peygamberlerden sonra insanlığın en hayırlısı olan Hazret-i Sıddîk insanlara şöyle hitâb etti:

“Ey insanlar! En sâlihiniz olmadığım hâlde sizin başınıza halîfe seçilmiş bulunuyorum. Şayet vazifemi hakkıyla yaparsam bana yardım ediniz! Yanlış hareket edersem beni îkâz ediniz! Doğruluk, emin bir şahsiyet olmanın göstergesidir. Yalan ise hıyânettir. Zayıf olanınız hakkını alıncaya kadar benim yanımda en güçlünüzdür. Güçlü olanınız da kendisinden hak sahibinin hakkını alıncaya kadar benim nazarımda en zayıfınızdır.

Bir millet Allah yolunda cihâdı terk ederse zillete dûçâr olur. İnsanlar arasında kötülük yayılırsa Allah o millete umûmî bir belâ verir. Allâh’a ve Rasûlü’ne itaat ettiğim müddetçe bana itaat ediniz! Şayet Allâh’a ve Resûlü’nün emirlerine riâyette kusur gösterirsem bana itaat etmeniz söz konusu olamaz. Haydi, namazımızı kılalım, Allâh’ın rahmeti üzerinize olsun.”

Hz. Ebû Bekir'in halife olduktan sonraki ilk icraatı, Üsâme bin Zeyd'in kumandasında sefere hazırlanan orduyu göndermek olmuştur. Hz. Peygamber'in vefat etmeden önce Mûte Savaşı'nda şehid olanların intikamını almak üzere hazırladığı ve Suriye'ye doğru göndermeyi kararlaştırdığı ordu onun rahatsızlığı ve vefatı dolayısıyla yola çıkamamıştı. Dinden dönme olaylarından çekinen bazı sahâbîler mürtedlerin Medine'ye saldırabileceklerinden endişe ettiklerini Ebû Bekir'e bildirerek Üsâme kumandasındaki orduyu göndermemesini rica ettiler. Diğer bazı sahâbîler de Üsâme'nin çok genç ve tecrübesiz, ayrıca âzatlı bir kölenin oğlu olduğunu ileri sürerek onu değiştirmesini teklif ettiler.

Hz. Ebû Bekir bütün bu teklif ve itirazları reddedip 26 Haziran 632 tarihinde Üsâme ordusuna hareket emrini verdi. Üsâme atlı, kendisi yaya olarak bir müddet yürüdükten sonra askerlere bir hitabede bulundu. Onlara Allah yolunda kâfirlerle savaşmayı, hainlik etmemeyi, sözünde durmayı, ganimet malına zarar vermemeyi, korkup çekinmemeyi, fesat çıkarmamayı, emirlere karşı gelmemeyi, çocukları, kadınları ve yaşlı insanları öldürmemeyi, meyve veren ağaçları kesmemeyi, yemek ihtiyaçları dışında koyun, sığır ve develeri boğazlamamayı, manastırlara çekilmiş kimselere dokunmamayı, kendilerine ikram edilen yemekleri Allah'ın ismini anarak yemeyi tavsiye etti. Düşmanla savaş yapmayan bu ordu bazı âsi kabileleri yola getirerek Medine'ye döndü.

Yine sahte peygamberlik iddiasında bulunanlarla mücadele eden Hz. Ebu Bekir’in hilafetinde Peygamberimizin ezberletip yazdırdığı Kur’an-ı Kerim sayfaları kitap haline getirildi. 

BİZANS'LA MÜCADELELER VE YAPILAN FETİHLER

Müslümanların Bizans İmparatorluğu ile askerî mücadelesi Hz. Peygamber zamanında yapılan Mûte Savaşı’yla başlamış, Tebük Seferi’yle devam etmişti. Bizanslılar’la yapılan bu savaşların hedefi bölgenin güvenliğini sağlamak, orada yaşayanların uğradığı zulüm ve haksızlığa son vermekti. Hz. Ebû Bekir de bu amaçla 633 yılı sonbaharında her biri 3000 kişiden oluşan üç ayrı birliği Suriye’nin güney ve güneydoğu sınırlarına göndermeyi kararlaştırdı. Yezîd b. Ebû Süfyân ile Şürahbîl b. Hasene’yi Tebük-Maan istikametinde, Amr b. Âs’ı Eyle üzerinden sahil istikametinde yola çıkardı. Kısa bir müddet sonra orduların mevcudu 7500’e ulaştı. Başkumandanlığa önce Amr b. Âs, daha sonra da Ebû Ubeyde b. Cerrâh getirildi. Vâdilarabe, Filistin’deki Kaysâriye ve Gazze şehirleri fethedildi. Bu sırada halifeden emir alan Hâlid b. Velîd Dımaşk şehri yakınlarına ulaşıp Mercirâhit karargâhındaki Bizans askerlerini mağlûp etti (18 Safer 13 / 23 Nisan 634). Daha sonra Dımaşk’ın güneyine doğru ilerleyerek diğer kumandanlarla birleşti ve Busrâ şehrini fethetti. Bizans’a karşı Suriye’de yapılan Ecnâdeyn Savaşı (28 Cemâziyelevvel 13 / 30 Temmuz 634) sonunda Filistin’in kapıları müslümanlara açılmış oldu. Hz. Ebû Bekir, başkumandanlığını Hâlid b. Velîd’in yaptığı Ecnâdeyn Savaşı’nın neticesini öğrendikten sonra 22 Cemâziyelâhir 13 (23 Ağustos 634) tarihinde altmış üç yaşında vefat etti.

(*) Ebu Bekir künyesinin manâsıyla ilgili ilaveten şu bilgi mevcuttur: Bu tabir, “işe erken başlayan” manâsınadır ve Allah’ın Resûlü’yle ilk defa tekbir aldığı ve namaz kıldığı için kendisine verilmiştir, (NFK, Peygamber Halkası, s.13)

Devamı iıin tıklayın

ASKIDA ABONELİK: Siz de "askıda abonelik kampanyası"na destek olmak ister misiniz?

Gelecek sayının konusu (126):
Vekâlet Savaşları...

Son Eklenen Yorumlardan
 test"... test

 Elinize sağlık.Okuyup anlayanı, ibret alanı çok olsun, inşallah.Çok selâm ve hürmetlerimle...Sağlık ... Naci Eroğlu

 Elinize sağlık. Okuyup anlayanı çok olsun inşallah.Allah, milletimizi bu ve benzeri belalardan ebed... Naci Eroğlu

 Gülizar annenin mekanı cennet olsun inşaallah. Ufukta kavuşmak ta var. Metanet ve sabır dilerim. Ka... AYHAN ASLAN

 Amin.... Ömer Faruk Erkoyun


40
Hakkın hâdimleri ve bâtılın vekâlet sava
Nesl-i muazzez
Gazze, ümmetin imtihanıdır
Ehl-i gönül
Vesâyet savaşları


Ali Erdal - Nereye kadar?
Kadir Bayrak - Mukaddes beldelere-2
Ekrem Yılmaz - Korkaklar
Ekrem Yılmaz - Nerdeyiz
Fatma Pekşen - Dağlara çen düşende
Dergi Editörü - Ben kazandım, biz ka...
Site Editörü - Vekâlet savaşları
Necip Fazıl - Yahudi (Terkip ve Te...
Necdet Uçak - Annem var güzel anne...
Necdet Uçak - Bu vatan bizim
Kardelen Dergisi - Gelecek sayı (127) k...
Kardelen Dergisi - Kardelenden haberler
Kardelen Dergisi - Gazze ateşkes görüşm...
M. Nihat Malkoç - Gördüm seni, gördüm ...
M. Nihat Malkoç - Gazze, ümmetin imtih...
Zaimoğlu - Gündüz, geceye muhta...
Zaimoğlu - Sağlam kulp
Halis Arlıoğlu - Hâramiler
Halis Arlıoğlu - Meçhule hitap
Ahmet Değirmenci - Geri verin
Ahmet Değirmenci - Kurban
Ahmet Değirmenci - İki ara bir dere
Büşra Duru - İslâmın meşalesi ile...
Remzi Kokargül - Malatya suskun, durg...
Murat Yaramaz - Şüphe
Murat Yaramaz - Amnezi
Gözlemci - Hadiselere bakış
Mahmut Topbaşlı - Duruldum
Mahmut Topbaşlı - Cemre sancıları
Cahit Ay - Kimdendir
Cahit Ay - Ondördünde
Cahit Ay - Sana geliyor
Rıdvan Yıldız - Kaş ve bulut
Vahid Aslan - Adam olmaq derdi
Vahid Aslan - Günəbaxanlar
Emine Öztürk - Yolun sonu
Osman Akçay - Büyük camgözlerle yü...
Mustafa Makas - Vesâyet savaşları
Yaşar Akyay - Hakkın hâdimleri ve ...
İbrahim Durmaz - Kızılelma
Mehmet Emin Armağan - Nesl-i muazzez
Mehmet Emin Armağan - Ehl-i gönül
Mustafa Kozlu - Mutluluk
Uğur Utkan - Hz. Ebubekir Sıddık
Kemal Çerçibaşı - Bir yıldırım çarptı ...
 
 
23 Mart 2005 tarihinden beri
 Ziyaretçi Sayısı Toplam : 16271662
 Bugün : 827
 Tekil Ziyaretçi Sayısı Toplam : 691881
 Bugün : 11
 Tekil Ziyaretçi Sayısı (dün) Toplam : 106
 126. Sayıya Bırakılan Yorum Sayısı Toplam : 0
 Önceki Sayıya Bırakılan Yorum Sayısı Toplam : 3
Son Güncelleme: 9 Mart 2025

Künye | Abonelik | İletişim