“Her doğan çocuk, İslâm fıtratı üzere (temiz, günahsız, tevhîde meyilli) doğar. Daha sonra anne babası onu ya hristiyan, ya yahudî veya mecûsî yapar.” (HADİS)
●Bir memlekette öğrenciler paydostan sonra; zindandan kurtulan mahkûm sevinciyle çığlık çığlığa okuldan kaçıyorsa… Asil atın süvarisini sevmeyince huysuzluk etmesi gibi öğrenci de; okula, öğretmene, eğitim sistemine karşı bir mesaj veriyor…‘Okulu, bir an önce kurtulunması gereken bir yer olarak görüyorum!’ diyor. Farkında olunmuyor ki, sebebi araştırılıp giderilsin…
●Bir memleketin okulunda öğrenci arasında çalışkanlar kınanıyor ve onlara “inek” deniyorsa… Bu; okula, öğretmene, eğitim sistemine karşı ‘senin öğretmek istediklerinden ancak geçerli not alacak kadarını bilmek yeter’ demektir. O bile gerekmez ama ne yaparsın geçerli notu almak lâzım… (10) üzerinden not verildiği dönemlerin meşhur öğrenci değerlendirmesi, “(4,5) neyine yetmiyor” değil midir? Geçer not (5) olduğu halde, (5) neyine yetmiyor denmiyor. “(4,5) aldım mı, daha ne isterim?”… Bunu basit bir talebe psikolojisi zannetmek ne büyük gaflet… Öyle bile olsa, sebebi araştırılıp, tedbirini almak gerekmez mi? Şu da bizi düşündürmelidir… “Birinci” olmanın mükâfaatını gören var mı hayatta?..
●Öğrenci; ailesine ve öğretmenlerine karşı hiç fütur getirmeden “en iyi ders, boş derstir” diyorsa… Ve boş ders olunca –bol bayramlı bu memlekette– bayram sevincinin en âlâsını çılgınlar gibi yaşıyorsa… Yine sebep aynıdır. Bunu gençler haylaz oluyor işte, diye geçiştirmek, işin kolayına kaçmaktır. Öyle bile olsa, haylaz olmaları da bir mesajdır… Anlayana…
●“Kopya çekmek suç değil, yakalanmak suçtur!” diyorsa öğrenci… Şu sözdeki dehşete bakın… Patlamaya hazır bir bomba… Yakalanmadığı kopyaları, vatan kurtaran aslan edasıyla arkadaşlarına, ailesine, akrabalarına hattâ öğretmenlerine anlatıyorsa… Bu açık sözlülük (!), ahlâkî bir yaranın ifşacısı değil midir? Kırk yıl cetvel gibi dümdüz odunlar taşıdıktan sonra dergâha; nihayet, dağda hiç mi eğri odun yok, diye sorulunca, “Bu kapıdan içeri, odunun bile eğrisi giremez!” diyen şairi yetiştiren milletin çocukları söylüyor o sözü… Şu sözdeki dehşete bakın, demekte haklı değil miyim? Sizin kazandırmak istediklerinizi, bileğimin hakkıyla almaya değer görmüyorum deniyor, açıkça... Sizin hakka, adalete inanan onurlu insanlar yetiştiremediğinizin ispatı... Sorsanız öğrenciye, güvenmiyorum bu sisteme diye söyler mi; söylemez mi bir düşünün.
●Bir memlekette, Batı’dan alınmış aksesuvar bir bez parçası, öğrencinin boynuna zorla; medeniyet, bilgi, disiplin için ve bunların alâmeti olarak taktırılıyorsa, onu taktırınca disiplin başta olmak üzere her şeyin hallolduğu sanılıyorsa… Öğrenci bu haksız, yersiz ve ahmakça zorlamaya, dayatmaya tepki olarak o aksesuvarı mutlaka çarpıtarak kullanıyorsa… Bu da mı, dayatmanıza bir tepki değildir? Bu da mı güvensizlik değildir? Bu da mı, gençlik yaramazlığı olarak izah edilecektir? İnsan; düşünceden bu kadar mahrum olmaya mı, insanları zorla bir kalıba sokmaya mı, öğrencinin haklı tepkisinin anlaşılmayışına mı üzülmeli bilemiyor…
●Okullarda bol bol verilen takdir ve teşekkür belgelerinin hayatta hiçbir değeri ve faydası yoksa… Öğrenci, ailesine belki bir defa gösterecek, ondan sonra o belgeler bir daha bulunmamak üzere kayıplara karışacaktır. Bir işe yaramıyor ki o süslü “kâğıt parçasını”, muhafaza etme ihtiyacı duysun. Çöpe bile atmıyor… Ailesi ve okulu da bunu biliyor.
Öğrenci dehası, cins bir at gibi tepki gösteriyor. Arızaların, yanlışların, saçmalıkların sinyalini veriyor. Ağrının, vücuttaki hastalıkları haber verdiği gibi... Büyük depremin küçük öncüleri… Ama ne yazık ki, kimse hiçbir şeyin farkında değil. “Bizim zamanımızda…” diye başlayan “Şimdiki gençleeer…” diye devam eden sızlanmalarla her şey açıklanmış oluyor.
“Hocanın vurduğu yerde gül biter” sözü, yüzyılların birikimi itimattan doğmuştu. Eğitim sistemine güvensizlik; hem o güzelim sözü dayak atmaya cevaz sanarak hor gördü, hem “kimse benim çocuğuma bir fiske bile vuramaz!” anlayışını −daha doğrusu anlayışsızlığını− doğurdu. “Sen benim çocuğumu kimsesiz mi sandın?”… Bu sözün altında öğretmeni, okulu ve eğitim sistemini zalim olarak nitelemek yok mudur?
“Nasıl insan yetiştirmek gerektiği” üzerinde ittifak edilmediği halde, partilerin tartışmalarının temelinde bu olduğu halde; asıl müzakerelerin ve tartışmanın bu konuda yapılması gerektiği halde; önce bunun konuşulması gerektiği halde… Sanki bu hususta ittifaka varılmış da sıra bunun nasıl yapılacağının konuşulmasına gelmiş gibi, eğitimin “kesintili, kesintisiz” olması tartışılıyor. Eğitimin esası üzerinde değil de, yılı üzerinde Meclis’te meydan savaşları yapılıyor… Sen nasıl insan yetiştireceğini bilmedikten sonra eğitim, kesintili olsa ne olur, kasıntı olsa ne olur…
Ve bu hal, yıllardır böyle devam ediyor. Tanzimat’tan beri böyle… “Kesintisiz” devam ediyor…
Ama böyle gidemez… Bir ışık göremesem de eğitim başta olmak üzere bütün meseleleri kökten ele almak idrakine bir gün, bir büyük deprem, bir büyük sosyal patlama olmadan, yükseleceğimizi ümit ediyorum. (27.03.2012)
İç âlemine öylesine dalmıştı ki, bir saatlik yaya yolculuğunun sona ermek üzere olduğuna üzüldü. Araziye bakıp, on dakika sonra köyde olacağını tahmin etti. Bu tahmin, iç dünyasına dönmesine vesile oldu…
Yere serili yatakta uyuyan bir çocuk… Sabahleyin uyandığında neler yapardı…
Çocuk, sabahleyin erken uyanırdı… Bakar ki, kimse yok… Başlardı ağlamaya. Bilmeyen de yalnızlıktan sanır. Tek başına kalınca korktu derler. Hâlbuki çocuk, annesinin şefkatli sesini duymak ihtiyacındadır. Uyandığını ağlamakla belirtecektir ki, annesi duysun ve kendisine ismi ile seslensin. “Yavrum!” desin… Şu ana kadar, bu derece şefkatli bir ses duymamıştır; bundan sonra da duyacağını sanmamaktadır. Çocuğuna “seni seviyorum” demek zorunda kalan Avrupalı anneye ve çocuğuna acıdı. Demek sevmemesi de mümkünmüş. Hâlbuki onun, bunu duymaya hiç ihtiyacı olmamıştı. Annesi de belirtmeye lüzum görmezdi… Aksi mümkün müydü ki, ayrıca belirtilsin…
–Hoş geldin!..
Şaşırdı… Hatıraları arasında böyle bir söz yoktu. Etrafına bakındı. Kendisine hitap eden köylüyü gördü. Toparlandı:
–Hoş bulduk…
–Yeni öğretmen misin sen?
–Evet…
Köylü uzaklaşınca tekrar içine gömüldü…
Annesinin şefkatli sesinden ismini duymak ne derin bir huzurdu… Annesinden bir cümle daha beklerdi: “Ben buradayım yavrum… Az sonra gelirim.”
Az sonra gelecek olan annesi, onu mışıl mışıl uyur bulacak. Mutlaka gülümseyerek yüzüne bakmıştır. Mutlaka okşamıştır… Kim bilir, ne güzel sözler söylemiştir. Bundan öylesine emindi ki, sormak aklına bile gelmedi.
Annesi uyandırdığında yemeği, masallardaki gökten inme sofralar misali hazır bulacak. Bütün aile sofra başına toplanacak ve “Allah ne verdiyse” yenecektir.
Köy göründü… Beş dakika sonra orada olur. İlk öğretmenliğini yapacağı köyü seyre koyuldu. Artık içindeki yolculuk sona ermeliydi. Kendisini dışına döndürecek cümleyi mırıldandı:
–Anneciğim, senden kazandıklarım içinde sadece şu kelimelerin ifadede aciz kalacağı hal bile okullardaki tüm derslerden üstün… Sayende yeşeren hisler, hocalığımda rehberim olacak…
Çocuk, bire kırk bire bin veren bereketli tarla gibidir… Onda zuhur eden bütün hâl ve hareketler, annesinden ve babasından genlerle intikal edenlerle birlikte içine doğduğu aileden, cemiyetten edindiklerinin, öğrendiklerinin toplamıdır. “Ne ekersen onu biçersin” cümlesinin zahirinde toprağı anlayanlar asıl atasözünün çocukta tezahür eden yönünü tefekkür etmeli… Her çocuğun İslâm fıtratı ile yani temiz ve günahsız olarak tevhid inancı üzere doğduğunu daha sonra annesi ve babasının onu Yahudi, Hristiyan veya Mecusî yaptığını beyan eden Gaye İnsan ve Ufuk Peygambere binlerce selâm olsun…
En sonda söyleneceği şimdiden ilân edelim; “ne olacak bu gençlerin hâli”, “çocuklarımız bizi dinlemiyor” diye orada burada serzenişte bulunanlar, eğer bugün şikâyet edilecek bir durum varsa -ki fazlasıyla var- bu sizin eseriniz, suçlu sizlersiniz, bizleriz… Biz ne olduk ki evlâtlarımızın ne olmasını bekliyoruz…
Yazının bundan sonraki kısmını fildişi kulesinden âhkâm kesen, akıl veren birinin kaleminden dökülenler olarak değil yarım asırlık bir ömrü tüketmiş, üç çocuk sahibi bir babanın doğrularına “şükür, hamd” hatalarına, yanlışlarına “tövbe” yerine geçmesini ümit ettiği samimi tecrübeleri olarak okumanızı ve anlamanızı istirham ederim.
Bir seyahat esnasında mevzu nasıl oraya geldi hatırlamıyorum ama hemen arkasında oturduğumuz otobüsün şoförü sohbetimize dâhil olmuş ve bilmece nev’inden şu soruyu sormuştu; e harfiyle başlayan üç tane meyve ismi söyleyin… Elma, erik… Hemen akla gelenler… Uzun bir süre düşündükten sonra bulamadığımızı söyleyince kendisi eklemişti; evlât…
Evet çocuk, hayatın süsü. Evliliğin meyvesi. İçinde cennet kokulu Hasanların, Hüseyinlerin yetişeceği aile işte bu sebeple çok önemli. Âyetin kimin kimlerle evleneceği beyanı karşısında evlilik çağına kadar yaşanması gereken hayatın nasıl olması gerektiğine izah kalmıyor.
İyi çocuk yetiştirmenin birinci şartı eşlerin birbirine denk olması, buna kültürümüzde “kefâet, küfüv” deniyor. Her yönden denklik, eğitim, kültür, ekonomik seviyede… Hattâ erkek bunlarda bir adım ileride olsa yeri…
Nikâh akdi… Varlığın Sebebi, (salât ve selâm O’na olsun) Âdem aleyhisselâmdan annesi Âmine ve babası Abdullah’a kadar nikâh akdi içinde doğan tertemiz anne ve babalardan geldiğini beyan ediyor. Eş, dost, arkadaş arasında değil velev ki akit esnasında şahitler dışında kimse bulunmasın bütün cemiyete, bütün dünyaya ilân mahiyetinde nikâh… Şarkının gerçek mânâsıyla “duyanlara, duymayanlara”…
Haramlarla, teşhircilikle kirlenmemiş, eşlere ve ailelerine yük getirmeyen, sade bir düğün… Fırtınalı dünya hayatında birbirine güvenli liman olacak eşler. Ve bu evlilikten doğacak çocuklar… Ne saadet…
İmkân dâhilindeyse çocuğu geniş bir aile içinde yetiştirmek; böyle bir istatistik var mıdır bilmiyorum ama dedesi, ninesinin yanında, sıla-i rahim emrine uygun teyze, dayı, amca, halayla irtibatlı, yakın akrabaların arasında yetişen çocuğun hayatın her alanında bu imkâna sahip olmayan hem cinslerinden daha başarılı, daha mutlu olacağı muhakkak…
Her şeyden önemlisi fedakârlık… Çocuk yetiştirirken en çok ihmal ettiğimiz hususun olması gereken zamanda onlarla yeterince zaman geçirememek olduğu kanaatindeyim. Çocuğumuza en kaliteli mamayı, oyuncakları, kıyafeti almak, onu en sağlıklı yataklarda uyutmak, hastalanınca en iyi hastanelere, doktorlara götürmek iyi anne baba olmayı sağlamıyor. Bu çağda eşlerin ikisinin de çalışmadan yaşanabilir bir hayat sürmesi çok zor, kariyerim bensiz yürümez ama dünyaya getirdiğim çocuğu işinde ehil bir bakıcı marifetiyle büyütebilirim düşüncesinin yanlışlığı anlaşıldığında çocuk problemli bir yetişkin olarak karşınıza dikilmiş oluyor. Zaman geri getirilemeyeceğine göre bu hatanın telafisi de mümkün olmuyor.
Âlimlerimizin asırlar öncesinden haber verdiği bir gerçeği bugün işin uzmanları da bildiriyor; “çocuklarınızı altı yaşına kadar bize emanet edin, ondan sonra kime verirseniz verin…” Çocuğun zihin yapısı ve karakteri çok küçük yaşlarda teşekkül ediyor. Özellikle bu zaman diliminde ihmal edilen çocuğun ruh dünyasında meydana gelen boşluklar gençlik ve yetişkinlik döneminde travmaya dönüşüp psikolojik hastalıkları tetikleyebiliyor. En basitinden bilgisayar, cep telefonu, televizyon başından kaldıramadığımız çocuklarımızın bu kötü alışkanlıklarının temelinde çok basit gördüğümüz, masum sayılabilecek ihmalkârlıklar yatıyor; aman ne olacak bugün misafirim gelecek, onların yanında ayağıma dolaşmasın gibi… Bugün yapılan ilmî araştırmalara göre uyuşturucu bağımlısı bir yetişkinin beyin yapısı ile ekran bağımlısı bir çocuğun, gencin beyin yapısı benzerlik gösteriyor.
İki günlük hafta sonu tatilimde çocuğa anneannesi baksın, bu yaz da torunu dedesinin yanında kalsın gibi çocuğu ayak bağı, hayatımıza engel gösteren modern çağın üzerimize püskürttüğü algılar da fedakârlık ahlâkını zedeleyen ve uzak durulması gereken davranışlar… Anlamadığını zannettiğimiz çocuk bunu hisseder.
“Çocuklarınızı kendi zamanınıza göre değil onların yaşayacakları zamana göre yetiştirin” buyuran Allah’ın yüzünü keremlendirdiği Nur Neslinin kaynağı Hz Ali, hayatın her alanının olduğu gibi fedakârlık ahlâkının da reçetesini sunmuştu.
Çocuk sahibi olmaya karar verince ve evlâtları dünyaya geldikten sonra başarılı bir fert olması için yüzlerce sayfa makale, araştırma, yazı okuyan, hayat koçlarına kucak dolusu para ödeyen, saatlerce video izleyen, sosyal medyadan hesaplar takip eden anne babalar ve anne baba adayları; çabanız, emeğiniz takdire şayan. Sizi takdir ediyor ve size imrenerek bakıyorum. Küçük bir ricam olacak. Lütfen okuduğunuz takip ettiğiniz kaynakların arasına Hz Hatice annemizle Kâinat Efendisinin, Hz Fatma annemizle Allah’ın aslanı Hz Ali’nin hayatlarını ve Üstad’ın “Çekilmez akılda bu kadar sancı/Akıl bir çürük diş, at kurtulursun!/Ölmemenin olsa gerek ilâcı/Eski rafta ara, belki bulursun!” dediği eski raftaki Kitap ile o Kitabın kurduğu hayat nizamını da alıverin…
Çocukluğumu düşündükçe burnuma keskin bir sirke kokusu gelir.
Nasıl mı?..
Perdeler… Eşyayı sezmeye başladığım çağlardan beri, açtığına, örttüğüne, gösterdiğine, biçimine, rengine kapıldığım perdeler… Pencerelerinden iki yana ayrılmış, orta yerinden büzgülü, topuklara kadar uzanıcı bir saç gibi, eski kadife perdeler sarkan loş bir salon… Ortada antika halılarla kaplı bir sedir… Üstünde bir yatak… Yatakta ben…
Hastayım…
Yanıbaşımda bir tabure ve üzerinde ilâç şişeleri… Bir de sirke dolu bir tas… Alnımda bu tasta ıslatılan tülbentlerden sirkeli bir bez… Ateşi alsın diye…
6-7 yaşlarında başlayıp üstüste gelen ve 3-5 yıl birbirini kovalayan, bir çocuk için mümkün türlü hastalık turnikelerinden geçtim. Bu hastalıklardan bende kalan maddî ihsas, sirke kokusu, Hind yağı lezzeti, damlaların sesi ve sarı renk… Müthiş tiksindiğim Hind yağını burnumu tıkayarak içmem için her defa elime bir altın lira tokuştururlardı. Lâzımlığa kaldırıldığım zaman da kulağıma gelen şırıltı, içime garip bir his verirdi.
Ancak bugün mânâlandırabildiğim bu halleri, o gün, müphem bir seziş halinde duyar gibiydim. Yahut o gün duyduklarımı bugün düşünüyorum.
Doktorum, devrin çocuk hastalıkları mütehassısı meşhur Kadir Reşit Paşa… Bu zaif, inde endamlı, ipek fantezi yelekli, üstü potüsüet rugan potinli fevkalâde zarif adam, yanıma oturur, beni baştan ayağa muayene eder ve şöyle derdi:
−Eee, nasılsın bakalım, benim büyümüş ve küçülmüş yavrum? Söyle, büyük küçük!..
Konuşmalarına ve bazı suallerine verdiğim cevaplar onda bu intibaı doğurmuştu: Büyük küçük…
Herkesçe teslim edilen zekâm yakınlarımı öylesine ürkütmüş, kaygılandırmıştı ki, nazar değmesin diye sık sık tütsülerden atlatılır oldum.
Ne güzel kokusu vardı tütsülerin!.. Gizli âlemlerden bir soluk…
Yüzümü örterek başımın üstüne oturttukları su dolu bir kâseye erimiş kurşun dökmek de usulleri… Suda donan kurşunu alırlar ve biçim biçim kıvrımlarına bakarak yorum yaparlar:
−Bak, bak, yürek biçimli şu kabartıya bak! Ne nazar, ne nazar! Çocuğun yüreğine işlemiş…
Çocuklar, gelecek sizin! Siz zaten bizzat geleceksiniz! Ve İslâma aitsiniz. Zira “İslâm fıtratı üzere doğduğunuzu” ve her doğanın böyle olduğunu Sadık Habercimiz bildirdi. “Güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderilen” Gaye İnsan: “Hiçbir baba çocuğuna güzel ahlâktan daha değerli bir miras bırakmamıştır.” diye de buyurdu. Yani hem dünyaya güzel gelişimiz müjdelendiği gibi onun muhafaza edilip aktarılması öğütlenmiş oldu.
Ve insan, iki kanatlı uçulabildiği hikmetinden dolayı şu müjde ve tehdide muhatap kılındı:
“Gerçekten insanı ahsen-i takvîm üzere (en güzel şekilde) yarattık. Sonra onu esfel-i sâfilîne (aşağıların aşağısına) indirdik.” Tin Suresi 4, 5. âyet meali.
Ne ekersek onu biçiyoruz. Kanun bu… Dünya ahiretin tarlası, burada ekilenin orada biçileceği gibi, yarınımız da bugün ektiğimiz çocuklarımızda şekillenecek. Ana-babalar, cemiyet ve verilen eğitim, çevre belirleyici unsur, ekim yapanlar oluyor. Bir kavmin kendini bozup değiştirmedikçe, Allah zulmetmeyeceğini, kimsenin halini değiştirmeyeceğinin, hallerini kötüleştirmeyeceği haberini veriyor. O halde çocuklar nasıl yetişmeli ki, yarınlarımız güzel, parlak, nurlu, umutlu, saadetli olurken, onlar da beklenen nesil olarak yoğurulsun?
Nasıl?
Onların fıtratları zaten iyi, güzel, doğru, neşe ve selâm üzere… Yani doğuştan müjdeliler! Çocuklar iyi, çocuklar güzel… Çocuklar doğruluk üzere olmaya doğuştan meyyal… “İslâm fıtratı üzereler.” O halde onların terbiyecilerine düşen, bu fıtratlarını korumak, bozulmasına meydan verdirmemek; üstüne de bu iyilik ve güzelliklerini geliştirmek, yolunu açmak olmalı… Ebeveynlerin, cemiyetin, eğitiminde topyekûn terbiyecilerin vazifesi buydu. Bu olmalıydı! Oldu mu, başarıldı mı?
Hayır!
Hem de nesiller boyu başarılamadı ki, dörtyüz yıldır Türk cemiyeti, aile hayatı perişan; hâlini düzeltemedi. Fıtratları bozulmaktan koruyamadı ki perişan hâl devam etti. Bu durumun çok esaslı tahlil edilmesi, araştırılması ve muhasebesinin yapılması lâzım. Nerde, ne zaman, nasıl, kim bozdu? Ne zaman başladı, kimlerle nasıl devam etti ve netice nereye vardı? Hâlimiz ve çaremiz nedir? Elbette bu davanın muhasebesini yapan, çilesini çeken, eserini veren olmuştur.
Beklenen mütefekkirimiz bunların cevabını ve eserlerini vermiştir. Efrâdını camî ağyârını mâni şekilde hepçi bir yaklaşımla dost ve düşman tespiti yapılarak tarih şuuruna erilerek devlet ve millet yapı ve işleyişi nasıl ve hangi yollarla dinamitlendi apaçık orta yere serilmelidir.
Devlet ve cemiyetin yapı taşı aile, ailenin de fertler. Fertlerin filizleri çocukları… Dün, bugün, yarın çocuklar fıtrat üzere korunup geliştirilmişse ve geliştirilecekse, bu aile ve cemiyetin telkini ve verdiği eğitimiyle olduğu gibi; fıtratları bozulup esfel-i sâfilîne kaydıysa ve kayacaksa yine aile, cemiyet ve eğitimle olmuş olacak. Ne ekiyorsak onu biçiyoruz ya, kanun bu… Kimse buğday ekip mısır biçmedi hiçbir zaman…
Buradan hareketle insanın dünyaya gelişindeki fıtrat temizliğini müjdeleyen yegâne mukaddes din olan İslâm onun nasıl korunup, kollanıp geliştirileceğinin yolunu da göstermiş midir? Elbette! İman esaslarıyla beraber; her iyi, güzel, doğrunun emirlerini bildirip, bütün kötülüklerin ve fıtrat bozucu her nesne ve ahlâkın yolunu yasaklayarak tıkamıştır. Emir ve yasaklar çifte kanat hikmeti: Biri eksik olursa uçulamıyor!
Helal ve haramı; hadleri bildiren Allah Resulü Kitabı Kadimde ‘güzel örnek’ olarak gösterilirken, kendileri de bize Sahabelerini kurtuluş için uyulacak gökteki yıldızlar olarak vasiyet etmiştir. Allah hepsinden razı olsun.
Hamdolsun kurtuluş için yol her zaman ortada… Korunmak ve kurtulmak için nedir o yol?
*KİTAP: Allah Kelâmı, hüküm.
*SÜNNET: Allah Resulü, en güzel örnek…
*İCMA: Sahabeler ve o çizgiyi muhafaza edenlerin birleştiği nokta.
*KIYAS:
Onlara uyan üstünlerin içtihat ve fetvaları… Yol göstermeleri.
Hayatımızı bu esaslar çerçevesinde yapılandırarak imanımızı tashih edip salih amel ve ihlâs ile ruhlarımızı besleyip “Allah’ın ahlâkı ile ahlâklanmayı” bize öğütleyen Kurtarıcımız Ufuk Peygambere uyarak yaşanan bir aile ve cemiyet ortamı oluşturulduğunda yarınlar beklenen nesil o güzel çocukların olacaktır inşaallah! İslâmın dışındaki her bir yol da fıtratı bozucu olduğu için iman gölgelenmiş, aşk donmuş, kaybedilerek ham yobaz ve kaba softa peydahlanmıştır. Bozulma süreci de öyle başlamış, hâlimiz sonunda bugünkü durumumuza inkılâp etmiştir. Kanunî ile başlayan bu bozulma sürecimiz yüz yıllarca nasıl durdurulup tersine çevrilemedi? Bozula bozula devam edip daha da müzminleşti, Tanzimat, Meşrutiyet ve Cumhuriyet devirlerinde sürüp bugünkü hâli aldı? Hâl bu oluncaya kadarki süreçte anlatılmaya çalışılan kurtuluş reçetesini bilenler yok muydu? Elbette vardı hep… Bugün bu bildiklerimiz onlar vasıtası ile bizlere ulaştı.
O halde?
O halde kötü gidişi durduramamanın sırrı neydi?
Çilesini çekenlerin teşhisi ile: DAVANIN AŞKI KAYBEDİLMİŞTİ. Vecd uçmuş, kalbe giden yol tıkanmış, vicdanilik ve samimiyet yitirilmiş; kaba softanın sesi yükselmiş, Şeriat isterken Şeriate ihanet edilerek en çukura, esfel-i sâfilîne düşülmüştür. Böylece ham yobaz karanlık ruhu ile çocukların gözünü açtığı dünyada ruhuna uygun karanlık bir fert ve cemiyet hayatı inşa etti. Böylece aşkını kaybeden bütün muvazenesini ve her şeyini kaybetmiş oldu. Bu aşk geri kazanılır mı? Kazanılırsa nasıl kazanılır? Bu aşk nasıl geri kazanılır, bunu bu yazıyı yazan bilmiyor. Ancak duaya sarılıp, gözyaşı ile yıkanmaya devam etmekten başka çıkar yolumuz olabilir mi? Dua ve gözyaşı dökebilmekten; bunu sığınma, korunma ve olma vesilesi bilmekten başka elimizde bir şey yok! Bunu da kaybetmekten büyük belâ, musibet ve çaresizlik olmadığını Allahu Azimüşşan Musa Aleyhisselâma bildirmiş.
Allahım bize aşkımızı geri lütfet, kalplerimizi dirilt, ‘bizim yaratılışımızı güzel eylediğin gibi, ahlâkımızı da güzelleştir’, kemâle erdir. Kalplerimize yumuşaklık ver ki, ağlayabilelim! Âmin.
Geleceğimiz için ümitlendirecek yola şuradan girebiliriz:
“Yandı kitap dağlarım, ne garip hâl oldu!
Sonunda bana kalan, ilmihâl oldu!”
“Bugün ağla çocuğum, yarın ağlayamazsın!
Şimdi anladığını, sonra anlayamazsın!” (Necip Fazıl)
Biz de ‘ağlayabilseydik, anlayabilecektik’! N’olur içimizdeki çocuk ölmesin:
Münih İslâm Merkezinde 17 Mayıs 2025 tarihinde bu merkezde görev yapmış İslâm âlimi Mustafa Şeker Hoca hakkında bir anma programı düzenlenmiş. Programa birçok konuşmacı katılmış, bu âlim ile ilgili hatıraları olan… Konuşmacılar genelde hep Almanca olarak sunumlarını yapmış. Mustafa Şeker Hoca ile ilgili bir konuşma yapan ve onunla hatıraları olan birisi de bir Türk imam. Konuşmasını Türkçe olarak yapıyor. Konuşmada anlatılan hatıranın içinde Üstad Necip Fazıl da geçince hocam Ali Erdal’ı tanıyan bir Alman Müslüman kardeşimiz bu kaseti gönderiyor.
Mustafa Şeker Hoca Almanya’ya giden ilk Türklerden. Onunla hatırası olan imam kardeşimiz de 1971’de Almanya’ya gitmiş. Münih’teki bu merkez de 1950’li yıllarda açılmış. Mustafa Şeker’i o merkezde tanımış. Birçok hatıraları olduğunu dile getiriyor. Yalnız bunlardan birini bu anma toplantısında şöyle anlatıyor, imam kardeşimiz Adapazarın Gölçük ilçesi ve Münih Milli Görüş camii'nden Osman Bulut. Hatırası şöyle:
1975 yılının yaz aylarında kısa süreliğine Türkiye’ye izine gittim. İzini yaptım dönmek için İstanbul’da otobüsümün kalkacağı noktaya varmak için Eminönü civarında, Cağaloğlu yokuşu başında bir taksiye bindim. Takside benden önce bulunan bir yolcu daha vardı. Şöyle bir baktım, bu sima bana tanıdık geliyor. Bu Necip Fazıl olmalı dedim, içimden. Ama ona direk soramadım, siz o musunuz ve siz kimsiniz, diye. Birkaç kez dönüp dönüp baktım. Sonunda şöyle dedim: “Efendim sizi tanımak istiyorum”. O da kendine has üslubu ile: “Bende kimi tanımak istiyorsun?” dedi. Böyle bir cevabı ancak Üstad verir dedim ve elini öpmek istedim. Benim nerede bulunduğumu sordu. “Almanya’da bulunuyorum” dedim. “Hangi şehirdesin orada” dedi. Ben de “Münih’te bulunuyorum, Üstadım” dedim. Mustafa Şeker’i tanıyıp tanımadığımı sordu. Tanıdığımı söyledim. Seninle ona bir şeyler göndersem, götürebilir misin, dedi. Tabi efendim. Emriniz olur dedim. Taksiden idarehanesinin yakınında beraber indik ve mekânına vardık. Bir kitap kolisi hazırladı ve Mustafa Şeker hocaya ulaştırılmak üzere bana verdi.
O emanetle Almanya’ya vardım. Mustafa hocaya emanetini götürdüm. Pakete baktı, Necip Fazıl’dan geldiğini anladı ve bana bunu nereden bulduğumu sordu. Olanları hikâye ettim kendisine… Ve böyle bir tevafuk ile ben de bu hatıranın içinde yer aldığıma sevindim.
Evet, bize gönderilen videodan çözümlemeyle içinde Üstadın da bulunduğu bu hatırayı okuyucularımız ile paylaşmaktan memnuniyet duyduğumuzu sevinçle duyururuz.
Böylece anlıyoruz ki nerelerde kimlerin daha nice hatıraları var Üstad Necip Fazıl ile…
Mesela adaşım olan biri, Ekrem Zingal de Almanya’da bulunuyormuş. Üstada telefon açınca ve sonra oğlu Ömer Kısakürek ile görüşünce öğrendim ki, Üstada Almanya’dan şeker hastalığı ile ilgili ilaçlarını gönderirmiş.
Allah hepsine rahmeti ile muamele etsin. Nice yıllarda, nice yeni hatıralar duymak ümidiyle…
Bir sefer sırasında sahabe kazara birkaç çocuk öldürüyor. Hadise, Efendimize (sav) aktarılıyor. Durumu sahabe anlatıyor bize. Allah Resulü, üzüntüsünden “Siz demek çocukları öldürdünüz!”, “Siz demek çocukları öldürdünüz!” cümlelerini defaatle söylüyor. Dayanamıyor artık bir sahabe efendimiz, “ya Resulallah, bizi bu kadar kınadın ama onlar müşriktiler” diyor. Allah Resulü ne diyor biliyor musunuz; “Siz neydiniz! Siz neydiniz! Siz de düne kadar müşriktiniz…” (Herkes için Siyer, Bekir Develi-Muhammed Emin Yıldırım, 2. bölüm)
Binlerce çocuğun kahpe Yahudi kurşunuyla, tepelerine yağan bombalarla, füzelerle öldürüldüğü binlercesinin de açlığa, susuzluğa terkedildiği bir zamanda “çocuk” dâhil hangi konuyu ele alsak mesele bizi alıp Gazze’nin kapısına getiriyor. Merhametin, dünyamızdan yıldızlar kadar uzaklaştığı günümüzde kim hangi işle, neyle iştigal ederse etsin başta çocuklar, bütün mazlumlar için bir şeyler yapmak zorunda. Bizim elimizden yazmak geliyor. Bütün çocukların, bütün mazlumların ah’ının, hakkının alınacağı adil bir dünyaya olan inancımız bizi buna mecbur ediyor. Kalemle, fikirle meşgul olma imkânı bahşettiği için Allah’a hamd ediyoruz…
Kardelen, 35. yaşına ayak bastığı 125. sayısı ile karşınızda. Annelik mefhumunu ele aldığımız 124. sayımızdan sonra “annesi gül koklasa ağzı gül kokan çocuğu” ele almak birden sonra ikinin, geceden sonra sabahın gelmesi gibi elzemdi.
Çocuklar, genç nüfus en büyük sermayemiz. Maalesef bu sermaye hem nicelik hem nitelik olarak her geçen gün eriyor. Paranın, maddenin, tekniğin dünyası her türlü enstrümanla kendi gençliğini yoğuruyor. Eşyaya hakkıyla hâkim olamayanların karşısında, hâkim olan bu fırsatı sonuna kadar kullanıyor. Hâkim olmak için onun hakikatini de anlamak gerekir. Eşyaya, yani her şeye hâkim olmanın yolu ise önce bu inceliği anlamaktan geçiyor. Televizyon, sinema, sosyal medya, internet, cep telefonları, gazete ne kadar bizimse, çocuklarımız da gençliğimiz de o kadar bizimdir. İşe buradan başlamak gerekiyor…
Bu sayımızda arka kapağımızı yazarlarımızın çocuklarına, torunlarına ayırdık. Geleceğin yazarları, şairleri, düşünen adamları bugünkü ruh halleriyle dünyalarını resmettiler.
İki sayımız arasında Prof. Dr. Mesut Başak’ın organize ettiği “Üstad Necip Fazıl Kısakürek – Tarihimizde İz Bırakanlar-1” programına iştirak ettik. 31 Mayıs 2025 tarihinde Ümraniye Belediyesi Mehmet Akif Ersoy Kültür Merkezinde icra edilen programın ilk konuşmasını dergimizin sahibi Ali Erdal yaptı. Yine Kardelen yazarlarından Ekrem Yılmaz, Av. Mustafa Büyükgüner ve bu satırların sahibi de programda birer konuşma yaptılar. Benzer bir programı yaz döneminden sonra Bilecik’te de organize etmek istediğimizi şimdiden kıymetli okuyucularımıza duyuralım…
1991 yılının Temmuz ayında okuyucusunun karşısına çıkan Kardelen için Temmuz-Eylül sayıları doğum gününü hatırlatır. 35. yaşımızın en büyük doğum günü hediyesi şairimiz Cahit Ay’ın şiirleriyle yeniden buluşmak oldu. Cahit ağabeyimiz, Kardelen tohum halindeyken ona ilk can suyunu verenlerden.
Çocukların şefkat, merhamet, muhabbetle büyüdüğü bir dünyaya olan hasretimizle bütün okuyucularımızı selâmlıyoruz.
Tarım, doğal kaynaklar, savunma, eğitim ve ekonomi gibi alanlarda izlenen politikalar, bir ülkenin geleceğini doğrudan etkiler. Ancak çoğu zaman göz ardı edilen, fakat en az bu politikalar kadar hattâ zaman zaman onlardan daha belirleyici olan başka stratejik alanlar da vardır. Nüfus politikası bu kritik alanlardan biridir. Nüfus yoksa, bu politikaların uygulanabilirliği kalmaz.
Nüfus politikasını belirlerken kullanılan en önemli veri doğurganlık hızı denilen bir kadının ortalama doğum sayısıdır. Var olan nüfusun tazelenmesi için bu değerin 2.1 olması gerekir. Gelecekte dünyanın nasıl bir yer olacağını tahmin etmek için ülkelerin doğurganlık hız değerlerine bakabiliriz. En yüksek değer Afrika ülkelerinde, 5 hattâ 6 olan ülkeler var. Avrupa’da tazelemeyi sağlayan 2.1 değerinde ülke yok, Türkiye de dahil tüm ülkeler ikinin altında. Çin, ABD, Rusya, Hindistan gibi yüksek nüfuslu ülkeler de bu değeri yakalayamıyor.
Bir çocuğun ana karnında oluşmaya başlaması ve doğumu Allah’ın en büyük mucizelerinden biri. Her gün binlerce doğum olması bu durumu sıradanlaştırmıyor. Kur’ân’da bu süreci detaylı olarak anlatan âyetler var. Bu mucize olayın kadınlar için oldukça meşakkatli bir süreci var. Sadece dokuz ayla sınırlı da değil, sonrasında çocukların sorumluluğu, onlara iyi bir eğitim, ortam, huzur sağlamak için yapılacak harcamalar, hayat pahalılığı gibi konular insanları hem evlilikten hem çocuk yapmaktan uzak tutuyor. Bu yüzden insanlar evlense de tek çocukta kalmayı veya çocuk yerine evcil hayvan bakmayı tercih edebiliyorlar.
Nüfusun azalmasının zayıf kalmak, daha güçlülerin hükmüne girmek hattâ yok olmak gibi çok ciddi sonuçları olabileceğinden özellikle son elli yılda devletler bu sorunu çözmek için politikalar geliştirmeye çalışıyorlar. Ancak bu kolayca çözülebilecek ve etkisi kısa sürede görülecek bir sorun değil. Çocuk başına destek, evlenenlere yapılan yardımlar somut adımlardan bir kaçı. Günümüzde bir düğün için yapılacak harcamalar, takı, kira gibi kalemler yüzünden evlilik yapamayan birçok kişi var. Çiftler evlendi diyelim, bu sefer ailenin büyümesi ile büyüyecek masraf kalemlerinin hesapları başlıyor. Yıllar önce bir iş seyahatinde yöneticimle bu konuları konuşuyorduk, üç çocuğum olmasına çok şaşırıyordu. Biz bir çocuğu zor plânladık ve halen maddî olarak bunun hesabı içindeyiz demişti bana. Üstelik benden çok daha yüksek maaş alıyordu.
İşin ikinci kısmı çocukların maddî manevî eğitimleri. Çocuk yetiştirmek ciddi bir iş, çocuk sahibi olmak iyi bir ebeveyn olmak için yeterli değil. Açık yüreklilikle bu konuda iyi olmadığımı söyleyebilirim. Duygusallık baskın olduğunda çocukları sorumlu bireyler olarak yetiştirmek çok zor oluyor. Çocukta Allah vergisi bu karakterler güçlü ise sorun yok ama değilse hem anne baba için hem çocuk için zorlu bir süreç yaşanıyor. Bu bakımdan aile içinde hem muhabbetin güçlü olduğu hem de çocukların sorumluluk alacağı bir ortam oluşturmak gerekiyor.
Muhabbet kısmı için Kur’ân’dan âyetlere bakabiliriz, Kur’ân-ı Kerîm’de anne babaların çocuklara seslendiği birkaç âyet var, hepsinde sesleniş “yavrucuğum, oğulcuğum” şeklinde, oğlum, kızım diye bir sesleniş yok. Benzer şekilde anne babaya da sesleniş “babacığım” şeklinde, baba diye bir sesleniş yok. Merhum Muzaffer Özak Efendi Hz. buradan hareketle çocukların anne banasına anneciğim, babacığım diye seslenmesine farz olarak bakmak lâzım dermiş. Muhabbetin yanında sorumluluk sahipliği olmazsa tek kanatlı kuş misali bir taraf eksik kalıyor. Bu konuyu millet olarak duygusallığımızın getirdiği büyük bir eksik olarak görüyorum. Yabancıların belli yaş üstü çocuklarını evden çıkarmalarını hep böyle şey olur mu diye izleriz filmlerde, dizilerde ama oradaki sorumluluk sahibi olmaya yönlendirmeyi kaçırırız.
Konuya bu pencereden bakınca, geleceğimiz çocuklar değil; aslında geleceğimiz biziz demek daha doğru olmaz mı? Evlilik, aile ve çocuklar konusunda dikkatli ve hassas olmaz; meseleye ümmeti ve milleti düşünerek değil de yalnızca bireysel pencereden bakarsak, ya hiç geleceğimiz olmayacak ya da olsa bile pek parlak bir geleceğimiz olmayacak.
Yeryüzünde Türkçe konuşan yarım milyar insana rağmen, en kabadayı kitabın baskısı bile 4 basamaklı sayıyı aşamıyor... Bin bir zorlukla piyasaya sürülebilenlerin ömrü de bir baskılık... Kalemle geçinmenin hayali bile lüks olan bu ülkede, kalem faaliyetleri ikinci iş... Bazı mürekkep yalamışların “hobisi” sizin anlayacağınız...
Kültür merkezimiz İstanbul’da çıkan günlük gazetelerin toplam tirajı 3.5 milyon... Yaşama “şansını” fikir dışı “oyunlarda” arıyor her biri...
Mahallî gazetelerin resmi ilân pastasından pay kapmak için çıkması, eli kalem tutanlarca bile yadırganmamakta...
“Adriyatik’ten Çin Denizi’ne!..” Bu geniş saha içinde Türkçe bilen meramını anlatabilir. Pek çok ülkede, hatırı sayılır miktarda Türk ve Türkçe bilen var. İstiklâllerini kazandıkları söylenen soydaşlarımız, yavru kuş misali gözümüzün içine bakıyor. Gerçek şahsiyetimizle meydana çıksak, yanı başımızda yer alacak İslâm Âlemi ve Batının “geri kalmış” deyip dudak büktüğü ülkeler de cabası... Dünya, dünya olalı böyle bir potansiyel görmüş müdür? Ama bu potansiyeli kucaklayacak bir yayından söz edemezsiniz. Bırakın bu potansiyeli kucaklayacak yayını, ülkemiz insanına tam olarak ulaşma hayali bile kurulamaz. “Adriyatik’ten Çin Denizine” gerçeği düne kadar bu sözü ağzına almayı suç sayan politik ağızların sakızı şimdi...
Ekolleşme istidadındaki birkaç dergi, kurucularından sonra neşir hayatında görünmez oldu. BİZİMKİNDEN DAHA GENİŞ DERGİ MEZARLIĞI BİLENİNİZ VAR MI? Yine de meydana getirilen her toplulukta ilk akla gelen faaliyet –ne büyük bir fikir açlığı içindeymişiz ki– “dergi çıkarmak” oluyor.
Uzun lafın kısası “kurban olayım kalem tutan ellere” diyen bir millet, fikirce çorak bir zemin üzerindedir şimdi...
Bu zeminin, –enflasyondan teröre– her felaketin tarlası olduğu nasıl anlatılabilir? Ve bu şartlarda bir fikir dergisi çıkarmak akıl kârı mıdır?
Şu zamanda ve böyle bir zeminde, kurumun kültür tahsisatını “kitabına uydurarak” kapmak ve kurumun mallarını kendisi ve yandaşları için “okutmak” becerisindeki açıkgözler dergi çıkarır... Kozasında ölmeye razı böcekler gibi, dar çevreye hitapla yetinen mütevazı kahramanlar dergi çıkarır... Cepleri bol parayla doldurulan ve Türk kültürünü yıkmakla görevli kişicikler, fuhuş dedikodularını fiyakalı şekilde ele alan dergiler çıkarabilir… Cemiyet bütün bunları anlar... Fakat fikir ve kültür dergisi çıkarılmasını anlayamaz... Öldürülünce cesedi, fikir düşmanı magazin gazeteleriyle örtülecek olanlar için fikir dergisi çıkarmayı düşünenler, uzaydan gelmiş yaratıklar gibidir. Şairin “Melâli anlamayan nesle âşinâ değiliz” dediği gibi, biz de “fikri anlayan nesle âşina değiliz...”
Ama kökü kazınmak istense de, “Oku!” ve “Düşün” diyen bir kültürün içinde “düşünen adam” nesli tükenmiş dinazor olamaz. Küsüp köşesine çekilmiş bu “yalnız gezen yıldızlar” bulunabilirse onlarla “bir maya tutturulabilir” Buna da inanmazsak ne olur sonra halimiz?
Biz tehlikeleri bilmemenin verdiği cesaretle ortaya atılan maceracılar değiliz. Bir kısmını ifadeye çalıştığımız menfi şartlara rağmen Kardelen’i çıkarabildik... Hiçbir zengine eyvallah etmemeyi, resmî ve özel ilân dilenmemeyi, “abone olun” diye kimseye yalvarmamayı ve dostlarımıza bile “hatırımız için dergimizi satın alın” dememeyi göze alarak...
Sen; bu yazıyı okuma lütfunda bulunan kişi! Bu şartlara rağmen, sonsuza taşma kapasitesindeki imanın ve fikrin dergisini çıkarmak azmindeki kalemlere (tımarhaneye atmayı düşünmüyorsan); nasıl bir muameleyi yakıştırırsın?.. Dergilerine -en azından- abone olur, abone bulur musun?.. "Can suyu" dökerek, "ciğerimizden kan çekerek" yetiştirmeye çalıştığımız Kardelen'imizi, "Oh oh, pek de güzel maşallah" diye sırtımızı sıvazladıktan sonra, daha sırtımızı dönmeden çöpe mi atarsın?.. Dergimizi görmeyene, -talep olursa- bir örnek sayı takdim edebiliriz?
En büyük devletimizin, medeniyetimizin ve kültürümüzün doğduğu topraklardan, FİKRİN DEĞERİNİ BİLENLERE; fikirsizlik kışına rağmen çıkan Kardelen’i sunuyoruz!..
Çocuk olmak, hayat ağacının dalına sıkıca tutunabilmektir. Düşeceğini hesaba katmadan o ağaçta keyfince salınabilmektir belki de… Geçmişten geleceğe uzanan, yokuşların nefesleri kesmediği düz bir güzergâhta yola revan olmaktır çocukluk…
Çocuk olmak, hayata pembe gözlüklerle bakabilmektir. Bütün insanları kardeş görebilmektir çocukluk… Çocukların milleti ve milliyeti yoktur. Bütün dünyada masumdur çocuklar… Onlar gülünce tebessüm yayılır annelerin nurlu yüzüne; onlar ağlayınca annelerin yüreğinden bir tel kopar sanki… Çocuklar, şefkatin membaı olan annelere duygu telleriyle bağlıdır çünkü… O teller, tonlarca yükü taşıyan çelikten çok daha sağlam ve güçlüdür.
Çocuk olmak; dertlerden, tasalardan, yarın endişesinden, geçim sıkıntısından, savaşların acı yüzünden habersiz yaşamaktır. Zira bütün dünyaya aynı gözle bakar onlar… Onların düşmanları, tarihi emelleri, kinleri, nefretleri yoktur. Saflığın en doğal halidir çocukluk… Bir somun ekmek için çöplükleri karıştırırken bile hayata tebessüm edebilmektir. Giydiği eski püskü, yırtık pantolonun tasasını yaşamadan onu bile eğlenceye dönüştürebilmektir. Hayatın acı yüzüne gülümsemektir çocuk olmak… Yarının dertlerini sırtına almadan, an’ı doyasıya yaşamaktır. Karamsarlığın her çeşidini kovmaktır hayatından...
Çocuk olmak; bir dağ köyünde yoksulluğun getirdiği, tahammülü zor acıları anne babayla bölüşmektir; ekmeğin yanında katık aramamaktır. Etin kokusunu kurbandan kurbana hissedebilmektir taşranın varoşlarında çocuk olmak… Zenginlerin elinden merhamet dilenmektir donuk bakışlarla… Bir düğün arabasının önüne atılmaktır canını hiçe sayarak…
Çocuk olmak, bir bombayı oyuncak sanarak avuçlamak ve ömür boyu sakat kalmaktır Doğu ve Güneydoğu’da… Sakat bacağıyla yine de hayata güler yüzle bakabilmektir. Gül bahçesine destursuzca girip dikenler içinde iri güller dermektir çocuk olmak…
Çocuk olmak, bazen de karanlık odakların emellerine âlet olmaktır. Nereye ve niçin attığını bilmeden ara sokaklarda taş atmaktır kör kuyulara… Eylemin çirkin felsefesine inemeden bunu bir taş oyunu olarak görmektir. Sokaklarda kovalamaca oynamaktır kendince.
Çocuk olmak, tahta kılıçla ülkeler fethetmenin garip düşünü görmektir. İşlek bir ana yolda, arabaların camını silerek merhamet dilenmektir. Çocukluk hiç farkında olmadan kendini tinercilerin tuzağında bulmaktır ne yazık ki!... Buz gibi kış gecelerinde sokakları mesken bilip mavi gökleri yorgan edinmektir üstüne... Varoşlarda çocuk olmak baskülle tartı yapmak, kâğıt mendil alıp yalvarırcasına satmaktır biraz da… Sokakların diliyle konuşup sokakları dost bilmektir çocukluk… Anne şefkatini sokaklarda aramaktır bir yerde…
Çocuk olmak; top ve misket oynamak, kaydıraklarda kaymak, anlamsızlığı anlam edinmektir çok kere… Toprağa yakın olmak, kendini toprağın bir parçası hissetmektir çocukluk… Bazen de bir kamyonun arkasına takılıp bir çeşit akrobatlığa soyunmaktır köyün toprak yollarında. Çocuk olmak, bazen de ölümle alay etmektir hiç farkında olmadan…
Çocuk olmak, çok kere oyuncakların dünyasında kaybolmaktır. Onlarla duygusal bağlar kurmak, onları hayatın bir parçası kabul etmektir. Evcilik oynamaktır çocukluk… Annelik, babalık rolüne soyunmaktır bazı zamanlarda. Hayatı bir oyundan ibaret görmektir masumca… Gece, yatağına yatınca her şeyi unutup bir ninninin veya bir masalın ellerine teslim etmektir kuş uykusunu. Meleklerle el ele verip dünyayla ilişkiyi kesmektir çocukluk…
Çocuk olmak, bir yaz yağmuru altında hiçbir şey olmamışçasına sırılsıklam ıslanmaktır. Uçurumların ardını görememektir çocukluk. Bir top için kendini yardan uçurmayı göze almaktır ne yazık ki!... Bulutları pamuk şekeri olarak görmektir büyüklere inat…
Çocuk olmak, hayallerin gerçeklere galebesidir. Umudun hiç sönmeyen meşalesini tutuşturarak karanlıkları ürkek bakışlarla aydınlatmaktır çocukluk… Kırık dökük düşleri toplamaktır cam kırıkları arasından… Konuşulması gereken yerde susmak, susulması gereken yerde de konuşmaktır bazen de… Sırrın sırrına vâkıf olamadan onu paylaşmaktır çocukluk…
Muhiddinî-i Arabi hazretlerinin meşhur Ahlâk Levhası var: Orada her iyi ahlak bir kuş olarak gösteriliyor: Ve her iyi ahlâk, amel, bir üst meziyete erdiriyor insanı, taşıyor. Fakat MUHABBET KUŞU (yani AŞK) direk Visale uçuruyor, insanı, sahibini; SEVİLMESİ GEREKENİ SEVENİ... ONA, SAHİBİNE...İnsanın elinde olsaydı: Muhabbet edin, sevin, diyesi gelebilirdi. Fakat, maalesef bu da insanın elinde olup da elinde olmayan şeylerden! Dua gibi… Kimsenin ağzı bağlanmıyor fakat herkes isteyemiyor işte…
Günümüze kadar eriş yolu: Rabıta... Ya şimdi nedir? Ne oldu da bir değişiklik var? Bilinen Altun Silsilenin en son halkası İmam Abdülhakim ARVASİ hazretleri:
--Zikirsiz, RABITA ERDİRİCİ iken; Rabıtasız zikir erdirici değil!.. Buyuruyor. Bu cümle içinde bütün tasavvuf saklı... Ve yine (zaten, o demek) ALLAH RESULÜ' nün bütün ruhaniyetinin sırrı ve Sahabi Efendilerimizi Rıdvanullahi Aleyhim Ecmain, yetiştirme "usulü" saklı... Her Sahabi Radyallahü Anh kendisini; bağlandığı Peygamberler Peygamberinin şahsiyetinde, ruhaniyetinde eritip; sonra kendini göremez olmuştur. ALLAH RESULÜ’nün şahsında tükenmişlerdir, kendileri silinmiş, sanki sade O var meydanda! Her biri ondan ibaret... Sadece şu örneği verelim ki: Ebu Bekris Sıddik buyuruyor:
--Sizin ile o kadar doluyum ki her yerde, her zaman; en olmayacak yerde dahi kendimi sizden tecrit edemiyorum! BÜYÜK RESUL:
--İmanın kemalinden, Ey EBU BEKR! buyuruyorlar.
Rabıta bu... Ve rabıta, her daim geçerliliğini koruyor.Ama bugün, biz gibi istekliler mürşid-i kâmil-i mükemmili nerde bulur ve hangi usül ile süluk edebilirler?
Üstad Necip FAZIL müritlerinden bir mürid idi, İmam Abdülhakim ’in... Diğer müritleri daha çok... Fakat kimsede görev yok: Yani İCAZET kimseye verilmemiş... Sağlığında icazeti bir kişiye vermiş İmam, o da imam daha sağ iken vekil olan Ermeniler elinde şehit düşmüş. Bir daha da kimseye vermemişler. Duymuşsunuzdur: Büyük Allah dostları, sağ iken "kınındaki kılıç", vefat ettiklerinde "kınından çekilmiş kılıç" oluverirler. O ve Ben kitabından takip edelim: "Efendi Babanın vefatından sonraki bir tarihte (1943), Muhip (Kelebek Muhip: Muhibbullah IŞIKLAR), ben (NFK), Şakir ve birkaç arkadaş daha soruyu sorduk:
--Bugün görev kimde? Boş olmayacağına göre!
Herkes sustu... Muhip noktayı koydu:
--Efendiler! Kutup iki çeşittir: 1- Medar Kutbu, 2- İrşad Kutbu... Medar Kutbunun görev icra edebilmesi için sağ olması lâzım, yani hayatta olacak. Fakat İrşad Kutbu ölümünden sonra da görevine devam eder. Efendi Hazretleri irşad kutbuydu ve zaman onun zamanı...
Üstad:
--Hay ağzına sağlık Muhip.
Muhibbullah Efendi meseleyi çözmüştü bizim için ve bu mevzu kapandı.
Muhibbullah Efendi ile Almanya/ Köln'de Üstad aracılığı ile tanıştık ve 7 ay gibi bir süre misafir ettik evimizde, 1980 yılında...Biz de kendisine o yıllarda tekrar sormuştuk. Ya bugün durum ne, kime bağlanalım, kapılanalım? diye...
--Öyle birini bilen varsa beraber gidip teslim olalım, demişti bize aile ortamında...
Şu duayı ederdi:
Allahım beni muhabbetin ile, sevdiklerinin muhabbeti ile ve Sana yaklaştıran amelin sevgisiyle rızıklandır... Ve o da dilinden bu duayı düşürmezdi. Her namazdan sonra ve diğer zamanlarda her fırsatta tekrar ederdi. Biz de duya duya ezberledik, öğrendik ve devam ettik...
Üstad'ı her fırsatta (1970-1983 yılları arasında) ziyarete giden bir edebiyat hocam vardı. Hocam 1970’den 1981 yılına kadar Kütahya- Cumhuriyet Lisesinde görev yapıyordu ve bizim burada 6 yıl süreyle aralıksız dersimize girdi. Üstad ile aralarında geçen şöyle bir diyaloglarını aktarmıştı: Hocam, Veliler gibi olmaktan veya onları anlamaktan söz açmış, "ancak onları sevmeye gücümüz yeterse ne devlet" demiş. Üstad da bekletmeden ve cümlesini tamamlatmadan:
--Sevenleri, sevenleri sevmek bile!
Al sana cevap! Bugün ne yapmalıyız sorusuna karşı... Devam etmiş Üstad:
--Cemiyet planında Büyük Doğu var! (Ve bakışlarını sonsuzluğa çevirip) Mânâ planında, bilmiyoruz, demiş...
Al sana hakikat, al san rüya;
İşte akıllılık, işte serhoşluk!
Ne kabul edersen et, kimi ararsan ara, kimi bulduysan bul ve kime kapılanırsan kapılan!!! artık...
Yine Efendi hazretlerinin şu sözlerini aktarır Üstad:
--Bu devrin velileri beş vakit namazını kılanlardır.
--Onun Ümmetine dua istiyorsunuz. Siz bana Onun Ümmetini gösterin, ben de size onların kurtulduklarının haberini vereyim!
--Bizim bu yerler kapatılmasaydı, buradan birkaç Abdülhalik Goncdevani gibi zat yetişirdi!
ALLAH... ALLAH.
Yine O:
--Yarın hesapta ne amelime ne bir iyi işime güvenebilirim. Ancak:
Sadece ve sadece küfrün merkezindekine duyduğum buğzdan ümitliyim.
Mesele açıktır. Üstad çok şeyi kelimenin üstünde ve cümlenin satır aralarında söyleyip; eti zehir, yağı zehir, balı zehir bu alemden çekti gitti. Ve hattâ aktardı ve tekrar etti ki:
--İyi insanlar, iyi kadınlarını da yanlarına alıp; iyi atlara binip gittiler.
Yani anlayacağınız ne iyi insan ne iyi kadın ve ne de iyi bir at kaldı dünyada...
Çaresizlik içinde kaldık ve kıvranıyoruz!
-- Ey iyi insanlar nerdesiniz?Ey hızır neredesin? Ve...Ey mehdi, ey Ashab-ı Kehf, ey İsa aleyhisselam nerde kaldınız? Yerinize o kadar özenenler var ki, sormayın!
"Muhabbet vasıtasız erdirir!" (Muhyiddin- Arabi hazretleri - İman ve İslam Atlası sayfa 206, son satır, ilk baskıya göre söylüyorum.) Büyük Doğu'yu anlama istidadında olanlara takdim olunur.
Bilmeyen ne bilsin bizi, bilenlere selam olsun!" (Yunus)
Ağlayın; su yükselsin!
Belki kurtulur gemi.
Anne, seccaden gelsin;
Bize dua et! Ee mi. (Necip Fazıl)
Ağlayalım, ağlayalım çaresizliğimize ve acizliğimize... Ve büyük Üstad'ın öğrettiği gibi meccanen isteyelim isteyeceğimizi Rabbül Kadir-i MUTLAKTAN... Zira “O her şeyin, yerlerin ve göklerin de bir mislini yaratmaya Kaadirdir! O irade ettiği şeye ol, der ve o da hemen oluverir” (Yasin 81,82 âyet meali)
Türkiye’de Kurtuluş Savaşı’nın en kızgın anları yaşanırken, Pakistan’ın Lahor kentinde Osmanlı’ya yardım toplamak için büyük bir miting düzenlenir. Mitingin amacı Türklere hem maddî yardım hem de gönüllü savaşçı temin etmektir. Pakistan halkının büyük bir çoğunluğu çok fakir olmasına rağmen kimi kulağındaki küpesini kimi kolundaki bileziğini kimi yüzüğünü erkekler ise kesesindeki parasını Türklere yardım için meydana bırakıyorlardı.
Eşi vefat etmiş ve yeni doğum yapmış olan bir kadının ise verecek hiçbir şeyi yoktu. Bu kadın kucağındaki çocuğuyla meydandan uzaklaşır. Hiç çocuğu olmayan zengin bir aile tanımaktadır. Zenginin konağının kapısını çalar. Çıkan hanıma “sizin çocuğunuzun olmadığını biliyorum, ben gencim yine doğurabilirim.” der ve çocuğu aileye satar. Parayı alan kadın oradan uzaklaşırken, zengin aile kadının parayı ne yapacağını öğrenmek için hizmetçilerini kadını takip etmesi için gönderir. Çocuğu satan kadın, paranın tamamını Türklere yardım sergisine atar. Zengin aile bunu öğrenince kadını bularak köşkte o ailenin bir ferdiymiş gibi aileye alırlar. Zengin aile niye böyle yaptığını kadına sorduklarında şöyle cevap verir: “Osmanlı zayıfladığından beri İngilizlerin yaptığı zulümler ortada. Eğer Osmanlının son kalesi Anadolu da düşerse sıra Pakistan’a gelir. Halifelik kalmaz. Bizim bayrağımız da toprağımız da pis çizmeler altında çiğnenir, namusumuz kirlenir. Böyle bir durumda çocuğum olsa ne olur olmasa ne olur. O yüzden çocuğumu size sattım. İngiliz’e köle olacağına sizin hizmetçiniz olsun…”
Habis hayatları; din ve dindar düşmanlığında geçen bir müfsWit, seçim zamanını fırsat bilerek yalan ve iftira salvolarına başladı. Onların sıfatı; “iftira ve yalan, imansız ve hayâsızın en büyük sermayesidir.” gerçeğinde yatmaktadır. Dün, dini ve dindarlığı rejim için en büyük tehdit ve tehlike (!) olarak gören ve bunu müslümanlar için suç (!) kabul edip saldıranlar, şimdi gerçek bir Müslümanmış gibi, o değerlerin sahiplerini istismarcılıkla suçluyorlar. Zaten İslâm inancına kızıl bir zihniyetle bakan ve onu çağ dışı (!) gören müptezellerden başka ne beklenir ki? Münkir ve münafığın, istismar ve iftira etmediği bir şey yoktur. Çünkü onlar için din, çağ dışı gericiliğin, devrim düşmanı yobazlığın bir ürünüdür(!). O yüzden mukaddesi olmayan ve ona inanmayan yaratıklardır. Gerçekten “münafık kafirden eşettir” hadis-i şerifi ne büyük bir hakikati ifade etmektedir. Evet hak-hukuk-Allah-Peygamber-din-İman istismarcısı, 5. kol artığı münafıklar, önce eserleri olan şu “SENİRKENT FACİASINA” baksınlar!
Yeni yetme tufeyliler, sol ideoloji müptezelleri ve sokak sergerdeni-çapulcular; o şehrin adını -bütün millete- ve özellikle “Senirkent” halkına yaşatılan zulmü-vahşeti-facia ve barbarlığı bilmezler. Çünkü onlar, bağlı olduğu siyasî zihniyetin tarihinde görülmeyen, çoğunun adını bile bilmediği ama; gerici-irticacı-dinci (!) diye yaftaladıkları iktidarlar tarafından üretilip; ülkeye kazandırılan ve ölümüne karşı oldukları halde, bu imkânlardan nankörce faydalanıp, sahibine saldıran ite benzerler. Örnek olarak en başta sanayi ve ticaret alanları, büyük alışveriş merkezleri ve dinlenme tesisleri, eğlence ve spor sahaları, ulaşım araç gereçlerini belirtebiliriz. Yollar, köprüler, viyadükler, alt-üst geçitler, sağlık hizmetleri, barajlar, santraller ve akla hayâle gelmeyen yatırımlar, hizmetler silsilesi. Hele o burslar, krediler, beleşten verilen kitaplar, bilgisayarlar, tabletler, akıllı tahtalar gibi çok değişik araç gereçleri ömründe görmeyenler, şimdi onları tıpkı çocuk oyuncağı gibi kullanmaktadırlar. Ayrıca yeni dönemde inşa edilen hava alanı gibi oto yollar da sahip oldukları imkânlardan… Tabii bütün bunlar, ezelî ebedî düşman oldukları bugünkü ve benzeri iktidarlar sayesinde olmaktadır. Okullar, üniversiteler, çeşitli eğitim yuvaları, kimsesizlere verilen aylıklar, devasa limanlar, karayolları ömründe ve mensup olduğu “FIRKA” döneminde sadece havada gördüğü ama şimdi binerek gittiği uçaklar ve sayısız teknolojik imkânlar. Evet, hiç utanıp sıkılmadan onu sağlayan devlet adamlarına bir it gibi saldıranla; ekmeğini yediği, hizmetini gördüğü, açtıkları üniversitelerde okudukları halde onları bu yerlere sokmak istemeyen; vatan millet düşmanı haydutlar; milletin devletin malı olan okullarını yakıp yıkan; masum vatandaşın mekânlarını tahrip ve talan eden, insanların canına malına kast etme soysuzluğunda bulunup “sahibinin sesi” görevini yapan “çapulcular” şunu çok iyi bilsinler! Bugün onları siyasî emelleri ve şahsî ikballeri, ihtirasları için kullanıp sömüren ve sonra da çöpe atan “sol” siyaset gangsterlerinin mazilerini ve işledikleri şenâatleri, cinayetleri bilseler, belki de mideleri bulanır, insanlıklarından (!) utanır ve kusarlardı. Ama onlar unutturmaya çalışsalar da bunları her namus ve vicdan sahibi insanın bilmesi, okuması, görmesi gerekmektedir! Çünkü onlar tarihe geçmiş olan bir vahşetin, cinayetin, denâatin, zulmün faili ve mücrimidirler. Söylediklerime inanmayan ve beynini sapık ideolojilere kaptırmayanların; noter tasdikli “SENİRKENT FACİASI” kitabını bulup okumalarını tavsiye ederim. O ideoloji ve zihniyetin beyinlerini yıkayıp bir kobay gibi kullandığı kesimler ve onların devrimci gençlik dedikleri; din, iman, tarih, millî kültür ve hafızanın, mirasın müzmin, müfrit, müfsid münkirleri, böyle hayatı ve tarihî konuları bilmezler. Zira bunlar, inkâr ve isyanın cibilli yapısından gelen bir “gurûhu-lâ yuflihun” olanların ürünü ve ülke sathına yaymış oldukları; Marksizm materyalizmin zakkum meyveleri, anarşi, terör ve haramiliğin, mücrim ve müfsitlerinin eserleridir. Biz onların bu habis zihniyet ve tıynette olanlarını ve güzel ülkemize yaptıkları hıyânet ve tahribatlarını görmekten iğrenir olduk. ODTÜ ve GEZİ’deki tahrip ve talanlarını, ülke genelindeki melanetlerini, yaptıkları her tür mefsedetleri ve bunlara yol yordam gösterip kılavuzluk yapanları bu millet çok iyi biliyor. Ayrıca bunlar bütün İslâm âleminin göz bebeği olan “Ehli beyt” ve sevgisini, temiz Alevî kesimin islâmî inanç ve duygularını istismar edip hür dünyanın nefretle andığı, demokrasi ve insan hakları düşmanı bir rejimin militan ve çığırtkanı olan; DHKP-C ve benzeri Marksist-leninist-maoist şerirlerin üstlerine birer “ŞAL” çekip, birlikte çalışan mücrim ve müfsitlerdir. Şimdi onlardan birinin diline doladığı müslüman, din, iman, Allah, Peygamber ve hak, hukuk, helâl, haram gibi dinî tâbir ve yaşantılara, bu değerlere bağlı olarak yaşamak isteyenlere karşı ebedî-ezelî bir kini, nefreti ve düşmanlığı olduğu halde; onları partisine davet etme aymazlığı, tam bir şahsiyetsizliktir. Bunun en büyük ve çarpıcı örneği, onların siyasî hayatları ve o kesime karşı yıllarca takındıkları tavır ve rejim adına (!) uyguladıkları zulümlerdir. “Kamusal alan, kat sayı, iknâ odaları” gibi şenâatler ve “gerici-irticacı-şeriatcı-tarikatçı-Cumhuriyet-laiklik-Atatürk düşmanı” gibi çok adi ve alçakça yapılan ve yıllarca sürdürülen bu aşağılık itham ve iftiralarıdır. Adam şimdi kalkmış, hiç utanıp sıkılmadan bunca yıl düşman olarak nitelediği ve nefret ettiği kimseleri partisine çağırıyor ve hak-hukuk-Allah-Peygamber-haram-helalden dem vurup “eğer bizim partiye oy vermezseniz, iki elim yakanızdadır” şeklinde ötüp duruyor…
“Beşinci kol artığı, hak-hukuk-Allah-Peygamber-din-iman sömürgenleri; önce geride bıraktıkları korkunç mezalime, icraatlarına ve tarihteki o iğrenç seçim facialarına baksınlar. Millete yaptıkları hıyânet ve cinayetlerden-jandarma baskısıyla oy gaspından, bu halkın haberi yok sanıyorlar. Isparta’nın “Senirkent” kasabası halkına yapılan eziyetlerden bahsedecek olursak; 1949’da bunların partisine oy vermedikleri için, bütün kasaba halkı jandarma nezaretinde ve bir hayvan sürüsü gibi üstlerine binilip, ağızlarına gem vurularak, çeşme oluklarından sulanıyor. Kasketlerine idrar yapılıp başlarına giydiriliyor. Tüm kasaba halkı falakaya yatırılıp işkenceden geçiriliyor ve sonunda o şekilde binbir hakaret ve eziyetle kasaba halkı, vilayete getiriliyor. Bu iğrenç olayı bütün teferruatlarıyla anlatan “SENİRKENT FACİASI” isimli kitap var. Şimdi bu parti militanı ve yalakalarından hangisi ve kaç kişi onların bu rezilliklerini biliyor? Bugün haktan, hukuktan bahsedip karşı parti seçmenlerinden oy dilenen ve “DHKP-C” denilen eli orak-çekiç bayraklı, yüzü kısıl maskeli güruhun ve benzeri anarşistlerin hamiliğini, korumasını üstlenen zihniyetin; o ideolojinin sözcülüğünü, çığırtkanlığını yapan mâlum, mâhut kişiye ve çevresindeki goygoyculara, bu kitabı ısrarla tavsiye ediyorum. Eğer gerçekten insanlık haysiyet ve şerefine sahip, partilerinin cemaziyel evvelini bilmek istiyorlarsa o kitabı ve “Boraltan köprüsünü, Karakurt köyü olayını, Dersim hadisesini” bulup bir daha okusunlar! Bu adam, her gittiği yere cibilliyeti gereği ortalığa zifoslarını saçıyor, iftiranın, yalanın, tahrik ve kışkırtıcılığın şahını, şahmeranını yapıyor. Şimdi “seçim sath-ı maili” ve oy-av zamanı olduğu için, bunların geçmişinden haberi olmayan hamâkat kesimi, bir kaz gibi avlayıp yolmak istiyorlar. Kendi mezhebi, meşrebi, zihniyeti ve ideoloji mensuplarını, bir de kukla olarak kullanıp çarşaflarına, Ankara’da CHP amblemi takıp Alanya, Antalya’da o çarşaflarını medyatik bir gösteriyle parçaladıkları figüranları avlayıp tavlayabilirler. Fakat gerçekleri gören, bilen, geçmişte o acıları yaşayan ve yapılanları inkâr etme nankörlük cibilliyetsizliğinde bulunmayanları, bu fitne yuvasına çekemez, o tuzağa düşüremezler. Şu ifadelere bakar mısınız!? “Biz CHP’yiz. Şunu burada kesin olarak ifade edeyim ki; bundan sonra kimseyi dışlayıp ayırım yapmayacağız.(!) (İşte bu, daha önce o haltı yediklerinin kendi ağzıyla itirafıdır.) Hiçbir vatandaşımızın örtüsüne, türbanına, çarşafına, dinine, imanına karışmadık (!) karışmayacağız! Gerçek özgürlükçü parti bizim partimizdir (!) Her vatandaşımın başım üzerinde yeri var! Biz yalancı, hırsız değiliz. Şimdiye kadar AKP’yi destekleyenler onların ne mal olduğunu gördüler (!) Söylediklerimin garantisi benim. İşte bunun altını şöööyle çiziyor ve bugüne kadar AKP’ye oy veren yurttaşlarıma sesleniyorum! Eğer siz kul hakkına inanıyor ve Allahtan korkuyorsanız bu seçimde AKP’ye oy vermeyin! Ama inanmıyorlarsa onlara diyecek bir şey yok.” diyor ve gittiği her yerde bu saçmalığı tekrarlıyordu. Aslında bu ifadeler her şeyden evvel çok adi ve iğrenç bir şekilde dini siyasete âlet etme rezilliğidir. Bu adam tıpkı kendileri gibi din, iman sözcüklerini ve islâmî hayatı adi bir politik davranış ve dünya menfaati için alınıp satılan ve onu bir çıkar aracı olarak kullanan insanları aldatma şekli olarak gören, bilen sefillerden, rezillerden sanıyor. Yani “kişi, herkesi kendi gibi sanırmış” ya... Ülkede on binlerce caminin katili olan, diyanetin, din dersinin kaldırılmasını isteyen, o kurumun başkanı olan Tayyar Altıkulaç’a makamında ana avrat küfredip dövme rezilliğinde bulunan siyasî bir zihniyetin, “kat sayı-kamusal alan-ikna odaları” mucit ve mücrimlerinin, Allahtan, kul hakkından, dinden, imandan bahsetmesi tam bir şeytanlık, münafıklık ve hin oğlu hinliktir. Bizzat bu adam ve partileri tarafından yıllarca ayrıma tabi tutulup zulme maruz bırakılan milyonlarca insana yapılan o vahşetler, barbarlıklar “ALLAH KORKUSU VE KUL HAKKI” değil miydi? Özellikle; başörtü, türban zulmünün devamı için TBMM’ye rağmen, Anayasa mahkemesi kapılarını aşındıran zihniyetin çığırtkanları şimdi, tam bir riyâkârlık içinde ve sureti haktan görünerek, seçmenlere din, iman telkini yapıp Allah korkusundan, kul hakkından (!) söz etme zilletinde bulunuyorlar. Bu kelimelerin muhtevasından vicdanı titreyip (!) feryat edeni dinleyenler de ikna odaları mucidi devrimbaz kokanalar ve “Ordu! Göreve!!” diye çemkiren pankartçı jigola süründen bir alkış ve tezahürat yükseldi; Yaşşaaa! Var ol! Hürraa! Şak-şak-şaaaaak. Başbaakan! X, başbaakan! X, haykırışlar yeri-göğü inletiyorlardı. Aslında bu beyanlar, hezeyânlar, yıllardan beri dinî kavram ve yaşantıya karşı olan ve inanç düşmanlığında direnerek, o kutsal değerleri aşağılayıp hakaret eden sefihlerin, bu yüce mefhumları siyasî emellerine âlet etmenin başka bir hayâsızlığıdır. Oysa yalan ve iftirada bulunmak, ülkedeki militarizmin-avukatlığını yapmak, anarşi ve terörizmin hamiliğinde bulunmak ta en az hırsızlık yapıp çalıp çırpmak kadar, ahlâksızlık, hayasızlık ve cibilliyetsizliktir. Ama laik, devrimbaz, müfteri ve münafıklar için her şey mubahtır. “Onlar tarihte kalmış.” diyen zihniyete en güzel cevabı; yazdığı “İstiklal marşını” okudukları halde hiç sevmedikleri büyük şair-edip ve çile adamı muzdarip insan; Merhum M. Akif veriyor;
CHP’li cellat Manastırlı Kara Ali, kendi açıklamalarına göre; 1920 yılından 1932’ye kadar 12 yılda, 5 bin 216 kişiyi astığını belirtiyor. Bu ifadeye göre bugünün parasıyla 25 milyon lira kazanmış. “Sadece Konya’da 3 bin kişi astım, astığım her adam için 5 lira aldım.” demiştir.
CHP Afyon milletvekili Kel Ali’nin başkanı olduğu Ankara Gezici İstiklâl Mahkemesi şehir şehir dolaşıp Şapka Kanunu’na karşı gösteri yapanları asıyormuş. Daha doğrusu salben asılmasına karar veriyormuş. Hükmü, yanlarında taşıdıkları cellat Kara Ali yerine getiriyormuş. Katliâm ekibi üç otomobille seyahat etmekteydi. Birinci otomobilde 3 CHP milletvekilinden meydana gelen üç Aliler divanı bulunuyordu; Kel Ali, Kılıç Ali, Necip Ali… İkinci otomobilde yeni bir Ali var, Manastırlı cellat Kara Ali ve yedeği. Üçüncü otomobilde ise bu katliâm ekibinin korumaları, askerler bulunuyor. Üç Alilerin cellat Kara Ali’yi yanlarında taşımalarının sebebi şu; adam asacakları zaman yerel cellat bulamıyorlar. Cellat Kara Ali, idâm ettiği her adam için devletten 5 lira alıyor. Bir altın 5 lira olsa 5 bin altın eder, 25 milyon liradan fazla.
Konya’da İstiklâl Mahkemeleri 6529 kişiyi idâm etmiştir. (Kaynak: TBMM Arşivi, Konya İstiklâl Mahkemeleri T2 dosya no:274 karar defteri 4, 2/B Karar No:276) Onlarca ulema, binlerce müslüman, onbinlerce Konya’nın Hadim’den Ermeneğine en önemlisi Bozkır’ından insanlar. İsmet Paşa bir şifreli telgrafıyla demiştir ki; “Bütün bir Konya bölgesi irticaya müsait bir bölge olduğundan, gericiliğe müsait bir zemin oluşturduğundan Konya halkının bütünüyle tutuklanmasına…” Dünyanın yüzkarası telgrafıdır bu. Bir komünistin kitabından okuyorum; “Yazık oldu Konyalılara, bir tek Bozkır’da 780 kişi idâm edildi…” (1920’li yıllardaki nüfusu düşünün) (Kaynak: TBMM Arşivi Konya İstiklâl Mahkemeleri T14 No:5 Zarf:48)
O tarihte Bozkır’ın nüfusu dikkate alınınca bütün erkeklerin idâm edildiği anlaşılır. Konya merkezde 2300 kişi anında tutuklanmış, 805 kişi 3 gün içinde idâm edilmiştir. 1495 kişi de kürek, kala, beden ve ömür boyu hapis gibi çeşitli cezalar ile cezalandırılmıştır. Suçları ne? Daha makâm-ı hilâfet var. Bu adam hilâfet istedi diye hapse atılıyor. Her şey bahaneydi… İstiklâl mahkemeleri bahaneydi, gönül, müslüman idâm edilmesini istiyordu.
Yer yine Konya, 15 Kasım 1920. Bir İstiklâl Mahkemesi görevlisi, tutukluların çok olmasından görevini yapamadığı için İsmet Paşa’ya haber gönderir, İstiklâl Mahkemesi yetmiyor diye. 4 tane İstiklâl Mahkemesi daha kurulur. Harp Divânı denilen mahkemeler de vardı. Yargılamasız idâm eden mahkemeler. Adam hukukçu değil “gel bakalım sakallısın, sarıklısın, şalvarlısın…” Gereği düşünüldü; idâm… O İstiklâl Mahkemeleri de yetmedi. 10 tane de Harp Divânı kuruldu. Gönül müslüman öldürmek istiyordu… İstiklâl Mahkemeleri 1928 yılında bitmiştir. 8 yıl aralıksız hizmet veren İstiklâl Mahkemesinin başkanı Kel Ali, yaptığı basın toplantısında “Biz 8 yılda sadece ve sadece 2875 kişiyi idâm ettik.” diyor. Bu, resmî rakam. Şimdi 2875 kişiyi duyunca içleriniz ürperiyor. Cellat Kara Ali, 1928 yılında “Son Tevrat” gazetesinde yayınladığı hatıralarında diyor ki “bizim patronlar yalan söylüyor. O kadar celladın içinde sadece benim Cellat Kara Ali olarak idâm ettiklerimin sayısı 5216’dır.”
İşte bir ülke gerçeği…
Kurtuluş Savaşında, Çanakkale Savaşında canını, malını fedâ etmiş, evlâtlarını fedâ etmiş olan dedem savaştan döndüğü zaman başına neyin geleceğinden habersizdi. Vatan kurtulmuştu ama milleti cihad için coşturan, küffara karşı gayrete getiren ve ilk kurşunu kendi sıkan dedem, hocam şimdi idâm sephasındaydı.
Her ne kadar ölüm emrini Kel Aliler veriyor olsa da aslında paşa ve büyük komutan olarak tanıtılan insanlar imzalamıştı idâm fermanını. Hem de mahkemeler kurulmadan çok önce… Ne acıklı bir tablo… İdâma giden dedem öleceğine üzülmemişti, onları üzen “biz de Müslümanız” diyenler tarafından öldürülmeleriydi. Dedem “müslümanı Müslümana mı kırdıracağız” diyerek ayaklanma çıkarmayacak kadar medenî ve insandı. Devlet düşmanlarına bile idâmı çağdışı gören bir zihniyet acaba vatan aşkıyla yanan, saf ve temiz bir neslin hunharca katledilmesine nasıl tepki gösterir… Acaba “ne zorluklarla kuruldu” derken bu mu kastediliyor?
Burada şu gerçeğin altını kalın çizgilerle çizmek gerekir. Laisizmi, Marksizmi, ateizmi, Darvinizmi Kemalizmle harmanlayıp Müslümanlara ve İslâm’a saldıran inanç ve millî irade düşmanı bir ideolojiye yardım ve yataklık eden müslümanlar da bu vebale ortaktır.
Zulüm bunlarla bitmemiştir; Senirkent, Aslanköy, Boraltan Köprüsü faciaları, Başbağlar katliamı gibi tüyler ürpertici olayların ardı arkası gelmiştir. Burada gerçek Müslümanlara düşen çok önemli bir sorumluluk vardır. Geçmişten ibret almak, kime ve hangi ideolojiye hizmet ettiğini, hangi fasık ve facirin ateşine odun taşıdığını bilmek. Âyet-i Kerime’de “fe eyne tezhebun” “nereye gidiyorsunuz?” hitap edilmektedir. Bu hitap bizedir. Her müslümanın bu hitabın şuurunda olması gerekir. Benzer şekilde yaşanmış binlerce hadise, sayısız belge mevcuttur. Müslümanların, unutulan ve kasten unutturulan bu olayları gündeme getirip halkın dikkatini çekmesi gerekir. Sorumsuz, tepkisiz, hissiz toplumlar için yüzyıl evvel merhum Mehmet Akif’in kaleme aldığı “Tükürün” şiiri ile yazımı bitiriyorum:
Ey bu toprakta birer nâş-ı perişan bırakıp yükselen, mevkib-i ervâh!
Sakın arza bakıp sanmayın: Şevk-ı şehâdetle coşan bir kan var
Bizde leşten daha hissiz, daha kokmuş can var!
Bakmayın, hem tükürün çehre-i murdarımıza!
Tükürün: Belki biraz duygu gelir ârımıza!
Tükürün cebhe-i lâkaydına Şark'ın, tükürün!
Kuşkulansın, görelim, gayreti halkın, tükürün!
Tükürün milleti alçakça vuran darbelere!
Tükürün onlara alkış dağıtan kahbelere!
Tükürün Ehl-i Salîb'in o hayasız yüzüne!
Tükürün onların aslâ güvenilmez sözüne!
Medeniyet denilen maskara mahlûku görün:
Tükürün maskeli vicdânına asrın, tükürün!
Hele İ'lanı zamanında şu mel'ul harbin,
"Bize Efkâr-ı umumumiyesi lâzım Garb'ın";
O da Allahı bırakmakla olur herzesini…
Türkiye'deki müslümanların inançlarımıza, mukaddesimize ve özel hayatlarımıza saldıran laik devrimbazlara tıpkı "Leman" dergisine gösterdikleri sert tepki gibi göstermedikleri ayrıca dünya müslümanlarının Gazze'de ve diğer ülkelerdeki mağdur ve mazlum kardeşlerimize yapılan zulümler karşısında sessiz, hissiz ve tepkisiz kaldıkları için merhum Akif'in "Tükürün" şiirini yazmıştım. Darısı diğer müslümanların başına. Demek ki yapılıncaoluyormuş. Ne diyor Akif, "Duygu yok, his yok, hareket yok, acı yok, Leş mi kesildin, hayret veriyorsun bana sen böyle değildin" Öyle olmamak için yapılan bütün saldırı ve hakaretlere aynı anda tepki göstermek ve ülkenin sahipsiz olmadığını tüm hayasız ve iffetsizlere bildirmektir.
Meyveye durmak bir yana henüz başaklar bile boy vermemiş ve hala yağmur mevsimiydi. Sert geçen kışın ardından, baharla birlikte boy veren ekinler, çiçek açan ağaçlar, bereketin habercisiydi…
Dünya, kuş sesleri ve çağlayan derelerin gürültüsüyle uyanmışken yeni bir güne, kara kara bulutlar sardı birden gökyüzünü. Ne bir kuş kaldı ortada, ne börtü-böcek… Birbiri ardına yeryüzüne düşen yıldırımlar, şu ovaların en bereketli tarlalarını yakmaktan imtina etmediler…
Günler süren yağmur ve yangın, yerini kavurucu güneşe bırakmıştı. Toprakla bir olan kül yığınları kurumuş, esen rüzgârın önünde deli divane uçuşup gidiyor, belki de yeni tohumlara gübre olmak için sabırsızlanıyordu.
Kara toprağın altında, keşfedilmeyi bekleyen canlı, cansız nice varlık; mahşere dek sürecek olan dünya hayatının sürdürülebilmesi için nice soylu destanın başrolünde yer almakta ve kahramanlıklarını kaleme alacak yiğitleri beklemektedir… ((Yazılmamış Destanlar Serisi; Cilt:6, SAYFA:422… -K.A.-) -A.Y.A.-)
Başlıktaki asabî höykürme, CHP Genel Başkanı Ö. Özel’e ait. Niçin ve kime karşı? E. İmamoğlu ve şürekası ile diğer CHP’li belediye başkanlarını tutuklayan başsavcıya… İsmini de söyleyerek, topluluk ve kameralar önünde, gözleri çakmak çakmak, sert kayaya çattığını ve vazgeçmesini bağıra bağıra ihtar ederek… Devletin savcısına… Amme adına, kamu adına vazife yapan devlet görevlisine… “Görevini yapma!”…
Tepesinin tası atarsa ne olur? İşte bunu kimse kestiremez, hattâ Ö. Özel bile, kaç şiddetinde deprem olacağını bilemez... Gökler gürler, şimşekler çakar, yıldırımlar yağar.
Hikâyeyi bilirsiniz… Mevzumuza denk düşeceği için hatırlatayım… Ticaretin kervanlarla yapıldığı zamanlarda… Aylar süren yolculukta kervanın eşkıyalardan korunması lâzım. Büyük bir kervan sahibi, tek başına bir bölük eşkıyanın hakkından geleceği söylenen bir koruma tutmuş. Kervan yola çıkmış, ıssız çölde eşkıya, mola verdikleri bir sırada etraflarını sarmış, koruma kaygısız oturuyor.
−Haydi, eşkıya kervanı kuşattı!
−Daha tepemin tası atmadı.
Eşkıya bütün malı develeri ve atları götürüyor, köle ve cariye olabilecekleri de esir almış gidiyor. Şu koruma kılıklı adam, suspus oturuyor, belli ki çok korktu; yine de bulaşmamak lâzım diye korumaya ve yaşı ilerlemiş diye kervan sahibine dokunmuyorlar. Uzaklaşırken eşkıya başı sesleniyor: "Canlarınızı bağışladığıma şükredin!" Yiğit koruma buna çok içerlemiş; "İşte şimdi tepemin tası attı!" Diye basmış nârâyı ve koyun sürüsüne dalan kurt gibi şakî sürüsüne yetişip hepsini kılıçtan geçirmiş, malları da esirleri de kurtarmış.
Şehre varınca kervan sahibi onu çağırmış, ücretini fazlasıyla vermiş ve demiş ki:
−Seninle işimiz bitti. Bana cesur ve yiğit ama tepesinin tası ne zaman atacağı belli olmayan değil, işini ekibi ile zamana ve şartlara göre sistemle yapacak adam lâzım.
Ö. Özel’in, isim de söyleyerek yaptığı “sert kayaya çarptın vazgeç” tehdidinin sonucu ne olur? Adın ne? Mülâyim… Sert olsa ne yazar?
Ö. Özel’in… Olayların başlangıcında değil de 3 ay sonra… İstanbul belediye başkanı E. İmamoğlu başta, partisinin deve dişi gibi bir sürü kişisinin tutuklanmasından sonra… İki futbol takımından fazla itirafçı meydan yerine çıktıktan sonra… Nihayet “tepesinin tası attı”… Başlangıçta bile yapılmaması gerekeni yaptı. Başlangıçta bile zararlı olurdu şimdi besbeter (beş beter).
Bu abes asabî çıkış… Üstelik… Tutuklamalarla ilgili şu ana kadar esasa dayalı, yani hukuk yoluyla mücadele için hiçbir şey yapmamanın (yapamamanın mı desek) itirafı ve ifşasıdır. Yani gökgürültüsü, bir acz ilânıdır. Ö. Özel, sanırım hiçbir şeyin farkında değil. Vazife başındaki memura hakaret soruşturması hatasını farkettirir inşallah.
Şaibeli taht kavgaları ve şaibeli ihalelerle şaşkına dönen, dünya ve memleket meselelerine bigâne bırakılan “küp”; kendisine, “keskin sirkenin zarar verdiğini” ne zaman anlayacak?
KORKUT ve YÖNET
Filistin’deki Yahudi zulmü ile ilgili haberleri, tartışmaları, müzakereleri, açık oturumları mümkün olduğu kadar takip etmeye, çalışıyorum. Bazılarına tahammül gerçekten zor. Meselâ, zulmü sadece Netenyahu denen zalimin iktidar hırsına bağlayanlar hiç de az değil. Bilgiç bilgiç, ünvanlı ve etiketli kişiler, bu saflığa (haydi nezaketen cehle demeyelim) şunu da ekliyorlar: Siyonist olmayan Yahudiler varmış, bunlar esirlerin kurtarılmasını isteyen halkla birlikte zalim Netenyahu’yu ha devirdiler, ha devireceklermiş. Ve Telaviv sokaklarından tepki manzaraları gösteriyorlar. Aynı saflıkla (cehle demiyoruz ya), ABD’nin, seçimler sebebiyle, ateş kesi sağlama gayretinde olduğunu, katliamı durdurması için İsrail’e baskı yaptığını söyleyenleri gördükçe şaşmaktan öte insan küçük dilini yutuyor.
Halbuki... Ne ABD’nin ve başkan adaylarının, ne İsrail’in ve yandaşı siyasî seyislerinin, ne Netenyahu’nun ve muhaliflerinin hür iradeleri ile hareket etme, karar alma ve uygulama güçleri vardır. Ne ABD halkının istediğini başkan seçme gücü vardır, ne İsrail içindeki ve başta ABD olmak üzere dışındaki muhaliflerin Netenyahu’yu veya bir başkasını devirecek gücü vardır. Bütün güç, bâtıl ve muharref Yahudi inancı adına, bütün taşlara oynayan kumarbaz hüviyetindeki Siyonist çetenindir.
Bütün kararları, Siyonist çetenin zengin elebaşıları alır ve ilgililere emreder. İsrail’in başına geçecekleri ve İsrail’in politikasını; ABD’de kimin başkan olacağından tutun dünyadaki devletlerin başına kimin geçeceğinden, hangi politikaları takip edeceklerine kadar onlar karar verir. Bir merkezden idare edilmeseler, bir devlet bir başka devlete bu kadar silâh ve mühimmat yardımı yapabilir mi? Şirket, vakıf, dernek, sivil toplum kuruluşu, bilim toplantıları, sanat faaliyetleri, çevrecilik, demokrasi ve saire ile para, seçim oyunları, tehdit, şantaj, baskı ve suikastlarla emirler uygulanır. Muti olanlar mükâfatlandırılır, uymayanlar cezalandırılır. Bu o kadar ayan beyan ki, örnek vermeye bile gerek yok. Zaten artık kendileri de gizlemiyorlar.
Yahudi hakkında konuşacak, yazacak ve çizecek, filim yapacak ve kitap yazacak, karar alacak ve uygulayacakların bunu bilmesi ve kelleyi koltuğa alması gerekir; nadirattan olan budur! (27.08.2024)
Nisâ Sûresi 51. âyet: "Bakmaz mısın şu kendilerine kitaptan bir pay verilenlere: Onlar, aslı esası olmayan bir takım bâtıl şeylere ve şeytânî güçlere inanıyorlar. Kâfirler için de 'Bunlar iman edenlerden daha doğru yoldadır.' diyorlar."
Kelime kökeni olarak Ortaçağ Latincesine dayanan sekülerizm (saeculum), literal mânâda çağ, dünya, yüzyıl ve dönem anlamlarında kullanılmaktadır. Dini anlamda ise sekülerizm, kilisede manastır hayatını bırakıp, dinden bağımsız bir şekilde hayatlarını devam ettirmiş din adamları için "secular" sözcüğüyle kullanılmıştır. Her iki ifadenin yanında genel olarak sekülerizm, tarihsel süreç içinde dinin toplumsal yaşamdaki referansının azalmasına karşılık gelmektedir. Avrupa'da rönesans ve reform devrimlerinin ortaya çıkmasıyla birlikte ideolojik bir güce ulaşan sekülerizm, endüstriyel kapitalizm ve kentleşmeyle birlikte yaşamı kuşatmaya başlamıştır. Geleneksel toplumun kapitalizmle birlikte dönüşmeye başlaması; insanî şehvetin hoş görülmesini, insanların ben merkezli düşüncelere sahip olmasını ve rekabet sisteminde toplumun maneviyattan uzaklaşarak motive olmasına neden olmuştur. Böylelikle toplumsal yaşam yalnızca dünyevî arzu ve amaçlar için var olmaktadır. Kapitalizmin ahlâk anlayışının globalleşmesiyle evrensel bir boyut kazanan sekülerizm ideolojisi, yaşadığımız dünyayı geçici olarak görmek yerine dünyayı kalıcı bir şekilde merkeze oturtmuştur. Sekülerizm, kaynağını gerçek dinî kurumları etkisizleştirmekten, dinî düşünme şeklini ve din pratiklerinin toplum üzerindeki gücünü zayıflatmaktan almakla birlikte, kutsal olan her şeyi deneyci bir akılla sorgulayarak kişide mevcut olan insanî yetilerin yitirilmesine yol açmaktadır. Bilimsel alanda dahi hakimiyetini kuran sekülerizm, bilimi de metafizik yönden boşaltmakta ve bilimin sadece görünen olgular üzerinden gelişmesine neden olmaktadır. Tüm bunları göz önüne aldığımızda sekülerizmin genel anlamda yeni bir devir yeni bir dönem olduğunu daha iyi kavramaktayız. Yeni olan bu çağ fikriyâtı, insanı yaratılış gâyesinden soyutlayarak insanı bir madde konumuna indirgemektedir. Böylelikle yeni insan modeli, kutsal olan her şeye savaş açan bir birey olarak sekülerizm tarafından kurgulanmıştır. Sinsi ve çok yönlü olan sekülerizmin bu mücadele tarzı, aklın doğrulaması dışında kalan hakikatleri akıl dışı kabul ederek insanın yaratıcısıyla olan irtibatını kopartmakta ve insanı ruhsuzlaştırarak 'şey'leştirmektedir. Sekülerizm bu emelini nihâi anlamda Tanrı'nın ölümü olarak tarif etmektedir.
Dini, varlık alanının dışına çıkararak insan zihnini ve toplumsal hayatı tamamen dünyevîleştiren sekükerizm, bireyi ve toplumu yaşadığı ânâ konsantre ederek dünya hayatını büyük bir tutku olarak insanlara benimsetmektedir. Oysa dünya hayatı aşkın, içkin ve uhrevî bir yapıya sahip olmalıdır; ancak insan, Allah'ın bahşettiği bu üç değerden sekülerizm nedeniyle uzaklaşmaktadır.
Bundan dolayı bireye ve topluma kalan sadece dünyanın fizikî gerçekliğidir. Sekülerizm adıyla mutlaklaştırılmak istenilen fiziksel realite inancı ise yeryüzünde bir cennet kurma algısıyla insanlığı orta ve uzun vadeli amaçlarından alıkoymaktadır. İnsan hayatından ilâhî olanın çıkarılması için uygulanan sistemin tümü olan sekülerizm, aslında egemenliğini tesis ettiği her alanda Allâh'a karşı özerklik kurduğunu iddia etmektedir. Öne sürülen sav her ne kadar bir yalan olsa da günümüz modern toplumlarında bu yalan bir bilinç yanılmasının sonucu olarak şimdiki zamanın gerçeğine evrilmiştir. Değişen, dönüşen ve ruhtan mahrûm kalmış her insan bu nedenle "Bütün varlığın Allâh'ı tesbih ettiğini" unutarak hiçliğe doğru yeni bir yolculuğa çıkmaktadır. Tarihsel süreçle bir benliğe dönüşen sekülerizm, esasında müslüman toplumlar için ithal bir kavramdır. Ancak, kavram yabancı olmasına rağmen müslüman toplumların bu görüşün etksinde kalması sekülerizmin ecnebice bir mefhum olduğunu zamanla unutturmaktadır. Aydınlanma dönemiyle birlikte Avrupa'ya özgü olan sekülerizm tasavvuru özünde Avrupa toplumları için bir varlık kavgasıydı! Hâlbuki İslâm medeniyetinde böyle bir varoluş kaygısı İslâm'ın sebeb-i vücûdundan dolayı hiç olmaması gereken bir müşâhâttır. Çünkü insana niçin varolduğunu bildiren ve bu minvalde insana yol gösterici olan İslâmiyet ve Kur'ân'ı Kerim, insanı muhatab almaktadır. Azâmet sahibi olan Allâh'ın doğru bir şekilde kavranılması için insanlara açıklamalarda bulunan İslâm dinimizin tebliğ kaynağı Kur'ân, Allâh'a bildirdiği sıfatlarıyla iman edilmesini öğütlemektedir. Beşeriyete yönelik bu çağrı, dünyanın gerçekte kalıcı bir hakikat olmadığını; mutlak hakikatin Allâh ve ahiret olduğu yönündedir. Bu nedenle dünyevîleşmenin ideolojik bir argümanı olan sekülerizm, İslâm tarafından çürütülmüştür. Kur'ân'ı Kerim bu doğrultuda dünyanın tesadüfen oluştuğunu nakzetmekle birlikte yaradılışın bir gâyeye odaklı olduğunu ortaya koymaktadır. Sad sûresi 27. âyette, "Yeri, göğü ve ikisi arasındakileri boş yere yaratmadık." mesajıyla Cenâbı Allâh, yarattığı her şey için bir maksadının olduğu bildirmektedir. Kâinatın yaratılışının sebebine vurgu yapan bu âyet, insana musahhar kılınan tabiatın, insan istifadesine sunulduğunu ve yaratıcı ile olan ilişkisinde insanın şuur hâlinde olması gerektiğine göndermelerde bulunmaktadır. İnsanın bilinçli bir şekilde devamlı hareket etmesine dikkat çeken Kur'ân âyetleri bu mânâda insana iki görev yüklemektedir: Dünyada, Allâh'a kul olma ve halife olma sorumluluğunu hatırlatmaktadır. Her iki sorumluluk, Allâh'tan, ontolojik olarak bağımsız bir tahakkukun olmadığına ve sekülerizm karşısında Allâh'ın emirlerinden âzâde bir dünya yaşamının bulunmayacağına işaret etmektedir. Bu ilâhi buyruklar, insanın beş duyusuyla cazibesine kapıldığı dünyaya karşı ciddi ikazlarda bulunmaktadır. Aynı zamanda bu uyarıların temel amacı insana yakınlaştırılmış olan dünyanın ebedî hayata doğru bir köprü görevi gördüğüne dikkat çekmek içindir. Allâh'ın yapmış olduğu bu uyarı/lar sayesinde toplumsal yaşamda siyaset, ekonomi, bilim, hukuk ve kültür gibi toplumsal yaşamı organize eden olgular daha adâletli bir hayat sisteminin meydana gelmesini sağlamaktadır. Tam da bu noktada sekülerizmin yalanı olan "dünya cenneti" söylemi tüm çıplaklığıyla ortaya çıkmaktadır. Çünkü sekülerizmin geçici olan bu dünyada "bir cennet kurma" yalanı, egemenliğini toplumdan alacağı güçle kurmak için ileri sürmüş olduğu sömürge politikanın bir ürünüdür. Öyle ki, sekülerizmin yapısal krizlerinden kaynaklı olarak toplumları bir anlamsızlığa ve yalnızlığa sürüklemesi; Allâh ile bağını koparmış zayıf toplumların daha kolay aldatılmasına neden olmaktadır. Sekülerizmin somut bir hâli olan kapitalist toplum modelinde şahit olduğumuz sömürü hakikati tam anlamıyla budur. Kapitalist sistemde insanlar günlük arzu ve hırslarının kölesidirler. Toplumların esiri oldukları tüm istekler ve çabalar son tahlilde insanları yalnızca geçici olan bu dünyaya koşullandırmaktadır. Bu bakımdan insanın varlığı maddeyle ölçülüp yine maddî tatminlerin elde edilmesiyle cismâniyet kazanmaktadır. Ankebût sûresinin 64. âyeti bu gerçeği net bir şekilde özetlemektedir: "İyi bilin ki, şu dünya hayatı boş bir oyalanma ve oyundan başka bir şey değildir. Âhiret yurduna gelince, işte gerçek hayat odur. Keşke bunu bilmiş olsalardı!" Âyette vurgulandığı gibi Allâh'ı unutmanın ve dünyevîleşmenin bedeli insanın kendisine yabancılaşmasıdır. Dinimizde ise dünyevîleşme (sekülerleşme) sapıklıktır. Dünyanın muhkemliği ve istikrarlı bir şekilde dönüşü, inancı yetersiz olanlar için bir güven duygusuna neden olabilmektedir. Bu yanılgı insanın tabiatında yer alan cennet özlemine bu dünyada kavuşmak gibi bir aldatmacaya sebebiyet vermektedir; ki seküler aklın varlığından da bunu görebilmekteyiz. İşte bu psikoloji Allâh'tan gayrısına inananların sadece bir sığınağıdır. Çünkü insanların bir sonu olduğu gibi dünyanın da bir âkıbeti vardır. Sekülerizmin dünya hayatının kalıcı olduğuna dair iddiaları İslâm dini sayesinde ve sabit olan Allâh'ın âyetleriyle doğruluğunu kaybetmiştir. İlâhi kaynaklı üç din olan Yahudilik, Hristiyanlık ve İslâm'a baktığımızda sekülerizme yönelmiş olan Yahudilik ve Hristiyanlık dinlerinin yanında hakikat olan İslâm dininin son ve evrensel din olduğunu daha iyi idrak edebilmekteyiz. Yahudiliğin tamamen dünyaya meyilli bir din olması ve Hristiyanlığın ise tam tersi bir mânâda kendini inşâ etmesi İslâm'ın vasat olan pozisyonunu ortaya koymaktadır. Yahudilikte, Tanrı ile insanlar arasındaki ilişki bir anlaşmaya dayalı olup seçilmiş olan İsrailoğullarının peşinen kurtulmuşluğuna göre kurgulanmıştır. Hristiyanlıkta ise tam bir içe kapanma söz konusudur: Hristiyanlık, arkaik yapısı bakımından insanı tamamen iç dünyasına yönelterek dünyayı terk eyleyen bir psikolojiye sahiptir. Bunun için Hristiyanlıkta kurtuluşun dıştan ve mucizevî bir güçle geleceğine inanılarak azizlere ve bakire Meryem'e tutkulu bir adanış ve tapınma ibadet olarak içselleştirilmiştir. Bunlardan ötürü tahrif edilmiş Yahudilik insanları nasıl yalnızca dünyaya yönlendirmişse çarpıtılmış Hristiyanlık da kendine münhasır din ve dünya çelişkisinden dolayı inananlarını uzun yıllar sonra dünyevîleşme akımına mahkûm bırakmıştır. Sekülerizmin bâhusûs Hristiyan menşeli olması dünyevîleşme isteğinin gelişmesinde önemli kolaylıklar sağlamıştır. Çünkü Hristiyanlık inancında dinî aktivite ve semboller bir tek kurumsal alan olan kilise üzerinden yürütülmektedir. Bu nedenle kilise örgütlenmesi dışında kalan Hristiyan toplumunun büyük kısmı kutsalın nüfuz alanından uzaklaşarak profanlaşmaktadırlar. Dolayısıyla dünya, kutsalın nüfuz bölgesinin dışında olduğu için Hristiyan toplumunda sekülerleşme daha yoğun bir istekle vuku bulmaktadır. İslâm dininde her iki dinlerde yaşanılan tahrifatlar yoktur. İslâm dini Allah'ın tamamladığı ve kıyamete kadar koruyacağı bir dindir. Ve İslâm dini, fâni dünya ile ebedi dünya arasındaki dengeyi ve sınırı koruyan bir bütünselliğe sahiptir. Bu dünyayı insanların sonsuz mutluluğu için bir geçiş dönemi ve imtihan alanı olarak hâlk eden Allâh, İslâm dinini ilkeler ve değerler bütünü olarak insanlara hediye etmiştir. Dolayısıyla sekülerizm insanı yalnızca fizîkî dünyanın sınırları içine hapsederken, İslâmiyet insanı fizik ve fizik ötesi dünya ile anlamlandırmakradır. Hayatı ve içinde barınan her şeyi fizikî mantıkla tanımlayan sekülerizm bu hâliyle paganizmin çağdaş bir versiyonudur. Sekülerizm her şeyin dünyadan ibaret olduğunu varsayar ve bunun için dünyayı kutsar. Kapitalizmin doğuş şartının ana nedeni olan dünyayı kutsama, seküler doktrinden aldığı güçle insanları dünyevî arzular ve amaçlar için harekete geçirir. Günümüz sosyal bilimcileri tarafından da desteklenen seküler yaşam ve kapitalist düzen, topluma ruh veren dini bu yönüyle maddî medeniyet için tehlikeli görmektedirler. Zirâ, seküler uygarlık için her birey şehvet, hırs ve kapital için birer özne olmak zorundadır. Yaratıcıdan insana lütfedilen her değere harp açıp insanları, kendi felsefî akımı adına Allah ve ahiret inancından bigâne kılarak, dünyayı ilahlaştıran sekülerist ideologlar bu bağlamda dinin, birey ve toplum hayatında referans alınmaması için varlığı sadece aklın sınırları içersinde tanımlamaktadırlar. O yüzden sekülerizm gerçek (literal) mahiyetiyle bir aydınlanma putçuluğudur.
İnsanlığın atası olan Âdem (a.s) topraktan yaratılmış, genel olarak diğer insanlar ise bir anne ve babadan yaratılmaktadır. O nedenle anne-babalar ile evlâtlar arasında çok güçlü bir bağ ve birbirine karşı önemli sorumlulukları vardır. Anne-babalar çocuklarının bakıcısı-dadısı olduğu gibi, çocuklar da anne-babaların hizmetkârı olmalıdırlar.
Bebeklik ve ergenlik çağları arasındaki insana çocuk denildiği gibi evlât da denilir. Çocuk, eşler arasındaki muhabbetin ürünü olup, ana-babayı birbirine bağlayan tutkal, onlar yaşlandığında onların ihtiyaçlarını karşılayıp, onları mesrur ve memnun etmeye çalışarak onların hakkını ödemek isteyen bir gönül eri gibidir.
Çocuk, anne-babalara, anne-babalarının değerini öğreten küçük bir muallim gibidir. Çünkü çocuk büyütme tecrübesi yaşamayan, onun bakımı ile ilgili zorluk ve sıkıntılarını görmeyen kimseler çocukluktan kurtulamaz ve anne-babasının kıymetini tam olarak anlayamaz.
Kur’ân’ı Kerim’de: “İyi biliniz ki, mallarınız ve evlâtlarınız sizin için ancak birer imtihan vesilesidir” (Enfal, 8/28) buyrulduğu gibi, çocuklar, anne-babaların hayat imtihanının en önemli ve ağırlıklı yönünü teşkil eden Allah’ın emanetleridir.
Bütün varlıklarda olduğu gibi, çocukların da yaratıcısı Allah’tır. Anne-babalar ise, toprağın tohumun çimlenip fidan haline gelmesindeki rolü gibi sadece bir vesiledir. Yüce Allah onları anne-babalara yetiştirip büyütmeleri, terbiye edip eğitmeleri için ve istediği zaman geri almak üzere emanet olarak vermiştir.
Anne-babaların çocukları ile ilgili en önemli sorumlulukları: Onlara iman hakikatlerini ve ibadetleri öğretmek veya öğretilen yerlere gönderip, güzel ahlâk hususunda onlara örnek olmalarıdır. (Tirmîzî, Birr, 33) Ayrıca onlara dünya hayatındaki geçimliklerini meşru bir şekilde kazanabilecekleri bir meslek öğretmek de anne-babaların görevlerindendir.
Bir çocuğun sırtını giydirip, karnını doyurmak anne-babanın sorumluluğu açısından yeterli olmayıp, onların ruhunun da eğitilmesi ve beslenmesi gerekmektedir. Eğer çocuklarımızı topluma faydalı, Allah’ın rızasına uygun olarak yetiştirebilirsek onlar bizim için açık kalan amel defterimize işlenen ve bitmeyen sevap hazinemiz olacaklardır. (Müslim, Vasiyet, 14)
Eğer bu emanete hakkıyla sahip çıkamayıp, onları doğru bir şekilde yetiştiremez isek onlar bizim kaybedilen imtihanımız olup hem topluma zararlı hale gelebileceklerdir hem de ahirette yakamıza yapışıp bizden davacı olabileceklerdir. (Abese, 80/34)
Anne-baba ve çocuk hakkı hususunda Peygamber Efendimiz de: “Onların sana iyi davranmaları senin çocukların üzerindeki hakkındır. Aynı şekilde çocuklar arasında âdil davranman da onların senin üzerindeki haklarıdır” buyurmuştur. (Ebu Davud, Büyû (icare) 83)
Çocuklarımızı nasıl yetiştirelim diye sorulunca İbn-i Haldun: “Çocuklarınızı terbiye etmeye çalışmayın, kendinizi terbiye edin yeter. Zira kendisini ıslah etmeyen başkasını ıslah edemez. O yüzden çocuklarınız istediğiniz gibi değil, örnek olup yetiştirdiğiniz gibi olur” diyerek eğitim ve terbiyede asıl önemli olanın söz değil davranış olduğuna dikkat çekmiştir.
Rabbim bizlere imtihan için verilen ve gönüllerimizin ilacı ve sevinç kaynağı olan evlâtlarımızı topluma faydalı ve rızasına uygun olarak yetiştirip, hakkımızda şikâyetçi değil, şefaatçi eylesin.
Bir peygamber düşünün ki; sakal bırakırken sünnetine uyuluyor, suyu üç yudumda içerken sünnetine uyuluyor, yemeği sağ elle yerken sünnetine uyuluyor. Bunların hepsi elbette çok güzel, ama aynı peygamberin sünneti siyasette yok, ticarette yok, hukukta yok, aile yapısında yok, nafakada yok, mirasta yok, eğitimde yok, ahlâkta yok ise, o toplum peygamberi anlamamış demektir.
Bir toplumda peygamberin boyu, kilosu, şemali, saçını nasıl taradığı merak ediliyor da aynı peygamberin faizi nasıl ayaklar altına aldığı, sömürüye nasıl son verdiği, ırkçılığı ve açık saçıklığı nasıl yasakladığı, putları nasıl devirdiği, israfı ve yolsuzluğu nasıl önlediği bilinmiyorsa o toplum peygamberini anlamamış demektir.
Bir toplumda peygamber mübarek günlerde, sofra dualarında hatırlanıyor da yalan söyleniyorsa, iftira ediliyorsa, gıybet yapılıyorsa, harama bakılıyorsa, kalp kırılıyorsa, merhametsizlik yapılıyorsa, çırıl çıplak geziliyorsa, kul hakkı yeniyorsa, bütün bu ahlâksızlıklara karşı peygamberin ne diyeceğini düşünüp de sorgulanmıyorsa, o toplum peygamberini anlamamış demektir.
Bir toplumda peygamberin sabahlara kadar namaz kıldığı, açlıktan karnına taş bağladığı, üzerine yattığı hasırın izlerinin yüzüne çıktığı, hurma dallarından ve kerpiçten yapılmış evde yaşadığı anlatılırken kendileri serpme kahvaltılarda, lüks villalarda, beş yıldızlı otellerde, devre mülklerde, ihale salonlarında, son model araçlarla hayatlarını sürdürüyorlar ve peygamberle kendi hayatlarını mukayese edip sorgulamıyorsa o toplum peygamberini anlamamış demektir.
Bir toplumda peygamber kız isteme törenlerinde, nikâh törenlerinde hatırlanıyor da düğün salonlarında tesettüre riayet edilmiyorsa, kadın erkek dans ediliyorsa, yeni kurulan yuvanın yaşamında, aile ilişkilerinde, akraba ilişkilerinde, izlenen dizilerde, eve ve mutfağa giren gıdalarda, paranın helalliğinde sorgulama yapılmıyorsa o toplum peygamberini anlamamış demektir. Peygamberini anlamayan toplum da sapıtmış bir toplumdur.
Peygamberin gül kokusu zaman geçtikçe kayboluyor. Artık coğrafyamızın çarşılarında gül alınan, gül satılan, gülden terazi yapılan, gülle tartılan, gül kokan beldelerin yerinde yerler esiyor. Beklenen gül mevsimi bir türlü gelmiyor. Eski bahardan kalan gül kokusu küf kokusuna karışıyor. Gül kokan sokaklar, caddeler yok oluyor. Gül evler hızla kayboluyor. İçinde gülen insanların olduğu, sevginin gül kokusuyla paylaşıldığı evler yok oluyor. Diğer taraftan gül kokan kadınlar, gül kokan erkekler ender görülüyor. Hayatın gül kokan tarafları gitgide azalıyor çünkü yaşanan her yeni gün, gül kokusundan bir şeyleri alıp götürüyor. Bu nedenle, insanlar gül kokusunu koklamak için geçmişe sığınmak zorunda olduklarını hissediyorlar ve tarihin tozlu sayfalarına iltica ediyorlar. Zaman tünelinde geriye doğru yürüyorlar ve orada elleri boş kala kalıyorlar. Tek çare gül ağacını kurutmamak, onu çağa taşımak, onu toprağa taşımak, onu hayata taşımak. Gülün hasretiyle değil, gülün kendisiyle yaşamak. Ya gül olmak ya da gülün altında toprak olmak. Hazreti Muhammed bir tuğba ağacı gibi kökleri zaman ve mekânla sınırlı olmayan bir gül ağacıdır. Onun gül kokusu bir zamanlar yeryüzünü gülistana çevirmişti. O kokuyu tanıyanlar için 1400 yıl hiçbir şeydir. Dahası o koku tarihsel olarak değil, zamanlar üstüyle ilintilidir. Çünkü o koku onun ölümlü cismiyle değil, ölümsüz misyonundan neşet etmektedir. Bu misyonu çağa taşıma görevi de kendini ona nispet edenlere düşmektedir.
Efendim, yokluğunda seni özledik. Sana değen rüzgârı, örten bulutu özledik. Özlemeyi, özlenilmeyi, sevmeyi, sevilmeyi, sevindirilmeyi özledik Efendim. Aşkı, gözyaşını, müsamahayı, ahlâkı, adâbı, ihsanı, irfanı, izânı, feraseti, basireti, şecaati, celadeti, adaleti, meveddeti, muhabbeti özledik Efendim. İzzeti, hikmeti, fıtratı, şefkati, hürmeti, devleti özledik Efendim. Senden sonra tefrika meşrebimiz, taklit mezhebimiz, cehalet mektebimiz, atalet fıtratımız, hamakât şöhretimiz, ihanet sıfatımız, küffar velinimetimiz oldu Efendim. Allah, seni âlemlere rahmet olarak göndermişti. Sen adaletin, emanetin ehliyetin, maslahatın, meşveretin timsaliydin. Allah seni güzel örnek olarak gösterdi. Sen Kur’ân’ın konuşanı, yürüyeni, hareket edeniydin. Âyetler sende hayata dönüşüyordu. Sen üstün bir ahlâk üzerineydin. Efendimizin ahlâkıyla ahlâklanalım, vahiy haritan olsun, nebi kılavuzun olsun, akıl pusulan olsun, iman sermayen olsun, amel azığın olsun, sevgi yakıtın olsun, ahlâk karakterin olsun, edep aksesuarın olsun, merhamet sıfatın olsun, şeref ve izzet adın olsun. Doğru yol insanların çoğunun gittiği yol değildir, düşünen öz akıl sahiplerinin yoludur. Yolda vereceğin her molayı öz eleştiri durağında vermelisin çünkü tövbe öz eleştiridir.
Yarın öleceğimizi bilsek, tüm kırgınlıklarımızı unuturuz. Ama biz sonsuza kadar yaşayacakmış gibi, kırıcı ve gururluyuz…
Ahir zaman; dünya artık sonunun geldiğini yavaş yavaş bize fısıldamaya başladı. Her gün ayrı bir felâket, bir taraftan ani ve toplu ölümler, bir yandan doğal afetler, bir yandan da binlerce katledilen masum insanlar. İnsanlık yaşamak için ciddi bir savaş verir hale geldi. Bir şeylerin düzelmesini beklemek, ömür defterimizden bir yaprağın daha eksilmesini beklemek demek. Hiç ölmeyecekmiş gibi bir dünya telâşı her birimizde. Enaniyet sarmış ruhumuzu. Çoğumuz da bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın modu. Rabbimin kendi sıfatlarından zerre de olsa bahşettiği ruhlarımıza yazık değil mi? Benliğimize kötülük değil mi? Ne demiş Peygamberimiz (s.a.v.) Kalbinde zerre kadar kibir olankimsecennete giremez. Kalbinde zerrekadar imanolanda cehenneme girmez. “Hadis (Tirmîzî, “Birr”, 361). Neden bu sonsuza kadar yaşayacakmışız gibi kırıcı ve gururlu oluşumuz? Birinin kalbini kırarak çıktığımız evden geriye döndüğümüzde, o kişiyi enkaz altında bulabilme ihtimalini düşünün. Yakın zamanda yaşadığımız 6 Şubat felâketi. Çoğumuzun hayatında bir milat oldu bence. Hayatın ne kadar boş ve fani olduğunu bir kez daha anlamış olduk. Ben 6 Şubattan sonra kalbimin tüm kırılmış yanlarını unuttum. Sevdiklerimi tek tek aramaya başladım. En azından bir mesaj atıp onları unutmadığımı hatırlattım. Sevgimi, sevdiklerime daha fazla belli eder oldum. Daha bir sıkı sarılır oldum onlara.
Kalbimi incitenlere, kırgınlığımı belli bile etmeden tebessümümle cevap vermeyi öğretti bana hayat. Her hâlükârda kazanan siz oluyorsunuz bu durumda. Hem gurur ve kibir yapmadan ahiretinizi, hem de karşı taraf sizin bu tavrınız karşısında, yaptığından utanarak, insanlığınızı. Her şeyi karşı taraftan bekleyerek, heba ettiğimiz günlerimize yazık. Sevgi konusunda hep ilk adımı siz atın. Ne kaybedersiniz ki?
Sevdiğiniz biri yanınızdayken zaman sıradan görünür; sesini, varlığını, ilgisini kanıksarsınız. Ama bir gün aniden boş kalan bir sandalye, açılmayan bir telefon ya da sessiz kalan bir ev size hatırlatır: “Keşke daha çok vakit geçirseydim”. Oysa şimdi hâlâ yanınızdalar. Hâlâ göz göze gelebilir, elini tutabilir, seslerini duyabilirsiniz… Zaman diriyken, kalpler henüz birlikte atarken, anılar hâlâ canlıyken…
Dilerim sevdiklerinize onu kaybetmeden sevgisini sunanlardan olursunuz…
Dilerim sevgiyi yaratılan her şeye yayan, geniş bir sevgi bahçeniz olur ve oradaki çiçekleri suladıkça yeşeren bolca sevgileri kucaklarsınız.
Her şeyden önce de canlarımız olan çocuklarımıza karşılıksız sevgiyi ve sevilmeyi sunan anne-babalar oluruz.
Bir tebessüm, bir teşekkür, sıcacık bir sarılma… Bunlar geç kalındığında anlamını yitirir. Bugün varken, yanınızdalarken söyleyin:
“Seninle olmak iyi geliyor. İyi ki varsın.
Çünkü: Giden geri gelmez. Zaman durmaz. Ama zaman diriyken sevgi, bir ömrü iyileştirir.
Türk Milleti'nin kaç imparatorluk, kaç büyük, kaç küçük devletler kurmuş olduğunu, kesinkes ortaya koyan bir araştırmacı - tarihçi, henüz çıkmadı. Her tarihçi, değişik listeler ortaya koydu ve hâlâ, gerçek bir Türk Tarihi yazılmadı.
Tarihimizde bir Karahanlılar sülâlesi vardır. Onuncu yüzyılın başlarında bağımsız bir Türk-İslâm devleti kurmuş olan Karahanlılar, o yüzyılda Orta-Asya’da yaşamakta olan Türk dilli bütün halkların birleştiricisi ve uygarlıkta öncüsü olmuşlardır. Tarihçiler, Küçük Uygur Hanlığı’nın varisi olarak görürler Karahanlıları…
Türkistan'ın doğusuyla batısını egemenlikleri altında bulunduran bu slâlenin en önemli Han'ı Satuk Buğra Han'dır. Satuk Buğra’nın “Han” olarak bu devletin başına geçmesini ise neredeyse tüm tarihçiler gerek Orta-Asya Türklüğü, gerekse İslâm tarihi için bir dönüm noktası olarak kabul ederler. Yerden göğe dek tarihçilerin bu kabullerinde haklı olmalarına rağmen bu değerli Türk Hükümdarı hakkında Türkiye'de yeterli araştırma yapılmadı; hakkında makale yazılmadı. Dolayısıyla, sadece Türkiye Türkleri değil, Türk Dünyası da O'nu yeterince tanımadı.
Satuk Buğra Han, yazılmalıydı. Çünkü O, İslâmiyeti ilk kabul eden Türk Hakanı olma şerefine ebediyen nail olmuştu...
O, Satuk Buğra Han’dı...
O, Satuk Buğra Han ki; Allâh-u Teâlâ’nın (c.c) engin kudreti ve geniş hikmeti ile yarattığı ve İki Cihan Güneşi Muhammed Mustafa (s.a.v.) Efendimiz’in (s.a.v.) cihana yaymak için yoluna baş koyduğu hak dininin daha çok insana kabul ettirilmesi şerefini bahşettiği bir yiğit idi...
O, Satuk Buğra Han ki; son ilâhi kitabımız ve rehberimiz Kur'ân'ın "Küfre karşı cihad; her an..." emrinin gereğini tereddütsüz her an yerine getirmek suretiyle yorulmak bilmeden, hiç yılmadan gece gündüz koşturup İslâmiyet’i Asya’da yaymak için sonsuz mücadelelere girişen, düşman ve küffar üstüne gazalar yapan, insanları İslâm’a çağıran, inanmayanlara keramet gösteren, Türk’ün gönlünde İslâm’ın yıkılmaz tahtını sabırla kuran, Türklüğün önüne iman ışığını saçan, neslini Sevgililer Sevgilisi’ne ümmet yapan, W kişiyle, Calut'a karşı kıyasıya bir savaş veren, 3000 kişiyle Kaşgar’da, on katı kalabalık bir orduya karşı yürüttüğü çetin harpte âdeta bir “Hakkı Müdafaa” yapan, İslâm meşalesini elinde sımsıkı tutup gök kubbeyi inleten “Allah Allah” nidalarıyla savurarak ateşe verdiği küfrün ve batılın gayrimeşru düzeninin külünden Allah’ın tevfik ve inayetiyle iman ve kurtuluş aydınlığının tomurcuklanmasını sağlayan bir mücahid idi..
O Satuk Buğra Han ki, cihan içinde gönül baharı, Oğuzda Türk milletinin şanı, Hak aşığı olanların canı, Ümmet-i Muhammed’in gülü, Türklüğün medarı iftiharı, her daim biçarelerin, mazlumların dili, gönül ikliminde iman dağı olan, Nizam-ı âlem için pusatını giyip zırhını kuşanan mübarek bir zabid idi…
O Satuk Buğra Han ki; Orta Asya’nın uçsuz bucaksız bozkırlarında asırlardır süren batıl, küfür ve isyan dönemlerini ortadan kaldıran, hak yolcularının başbuğu, gece gündüz Allah yolunda, itikat yolunda, şeriat yolunda mücadele etmekten bir milim geri durmayan, dini rabıtaya değer kazandıran, yeryüzünün ve dönemin padişahı, imanın ruhunun mazharı, Allah’ın ve O’nun âlemlere rahmet olarak gönderdiği Resul-ü Ekrem’i Muhammed Mustafa (s.a.v.) Efendimizin dostu, mazlumların yardımına koşan, çaresizlerin ev sevimlisi, sufilerin tacı, gazilerin şehinşahı olan bir mümin idi...
O Satuk Buğra Han ki; Rüstem-Dâstân’ın kolunun kuvveti, Peygamber Efendimizin gözünün nuru Şâh-ı Merdân Hz. Ali’nin (r.a) himmeti, şanı yüce Emir Hamza’nın cesareti ile kâfirleri İslâm’a yani Hak dergâhına yönelten, küfre batmış câhil toplulukları küfür ve cehaletten kurtarıp doğru yola ulaştıran bir veli idi…
O Satuk Buğra Han ki; soyu Afrasiyab bin Besen vasıtasıyla Türk bin Yafes bin Nuh aleyhisselama ulaşan, soyunun hakkını vererek Türk'ün damarlarında ezelden beri mevcut olan asaletini İslâmiyet’in sonsuz şerefiyle birlikte daha da göz kamaştırıcı hale getiren, İslâm dinini bir hidâyet fırtınası hâlinde Türkistan'da estiren ve Türk boylarını bir insan seli hâlinde peşine takarak birbirleri arkasından Allah'ın hidâyetine koşturan, Türkistan'da Muhammedi ilerleyişin âdeta ete kemiğe bürünen hali olan, imanı kendine dava yapmış inanç eri bir asilzade idi…
Ve bunca hakikate rağmen çok vahim bir durum mevcuttur ki, böylesine anlaşılması ve anlatılması gereken yüce bir insan olan Abdülkerim Satuk Buğra Han ve onun İslâmiyeti nasıl, hangi şartlarda kabul ettiği ile Kâşgar merkezli kurduğu ilk Türk-İslâm devleti hakkında gerçekten de bilgiler ne yazık ki son derece sınırlıdır.
Abdülkerim Satuk Buğra Han ile ilgili yapılan ilk çalışma, Abdül Gafgar'ın Kâşgar Tarihi'ne ait eseridir, denilebilir. Bu eserin aslı kayıp olduğu için hangi şartlarda yazıldığını ve içeriğini bilememekteyiz. Abdül Gafgar'ın Kâşgar Tarihi'ndeki bilgilerin bir kısmını yaklaşık 4 asır sonra Cemal Karşî (Ebû'l Fazl b. Muhammed) 1282'de Kâşgar'da yazmış olduğu Mülhakatü's-suruh adlı eserinde nakletmiştir.
Abdül Gafgar'ın yazdığı, Cemal Karşî'nin naklettiği bilgilere göre Abdülkerim Satuk Buğra Han, İslâmiyeti önce Hazret-i Hızır'dan öğrenmiştir. Daha sonra Sasanîler hanedanına mensup olup Karahanlılar Devleti'ne iltica etmek mecburiyetinde kalmış olan Şehzade Ebü'n Nasr Samani'den Artuç kentinde dinî bilgileri edinmiştir. Onun verdiği bilgiler ile 12 yaşında İslâmiyeti benimseyip öğrenen, küçük yaştan itibaren Hak din için mücadeleler veren Satuk Buğra Han’ın İslâm’ı kabulü için denir ki, vadide, tekbir sesleri öylesine güçlü çıktı ki taşlar yerinden oynadı, kayalar aşağı yuvarlandı. Kurtlar kuşlar uyandılar ve bu tekbir sesine eşlik ettiler. Bugünden sonra Abdülkerim adını alarak İslâm dinini Asya’ya yaymak için gece gündüz çalışan, tebliğ eden, savaşan Satuk Buğra Han, babası Tengri Buğra Han’ın Buhara seferi esnasında hayatını kaybetmesi üzerine annesiyle birlikte himayesine girdiği amcası Oğulcak Kadir Han’a karşı 25 yaşında bayrak açarak Müslüman olduğunu resmen açıklamıştır.
Satuk Buğra Han'ın tahta çıkışına giden süreç
Satuk Buğra Han, Müslüman olduğunu açık olarak ilan edip amcasına karşı bayrak açarak ona karşı mücadeleye karar verdi. Bir gün yanına iman edenlerden elli kişilik bir süvari grubu alarak ava gitmek maksadıyla yola çıktı. Yegaç Balık adlı beldeye gelince şehrin kalesini kuşattı. Bu kuşatma üç ay sürdü. Bunu haber alan Oğulcak Kadir Han ona karşı hemen harekete geçti. Bu sırada, Satuk Buğra Han’ın etrafında bulunan süvari sayısı üç yüze çıktı. İki taraf arasında Fergana Savaşı’nın başlamasını takip eden günlerde Satuk Buğra Han'ın taraftarları bin kişiye yükseldi.
İlk olarak Atbaşı Kalesi'ni zapteden Satuk Buğra Han, daha sonra üç bin kişilik bir orduyla üzerine akınlar gerçekleştirdiği Kaşgar'a fetih sancağını dikti. Putperest amcası Oğulcak Kadir Han'ın ortadan kaldırılmasıyla sonuçlanan bu mücâdelede Müslüman gönüllülerden de faydalanan Satuk Buğra Han, bu zaferden sonra 26 yaşında Karahanlı Devleti'nin tahtına çıktı. Bu süreçte Kaşgar'ı fethiyle rüştünü ispatlamanın ve tahta çıkmanın verdiği şevkle Börmekik şehrini de fethetti. Güzel idaresi, kavminden binlerce kimsenin Müslüman olmasına sebep oldu. 70 yıl ülkesini idare etti. Satuk Buğra Han ile birlikte binlerce Türk ailesi de (en az 700 bin) İslâmiyeti kabul etti.
Abdülkerim Satuk Buğra Han, 955'te Kaşgar yakınlarındaki Artuş'ta Hakk'a yürümüş ve burada defnedilmiştir. Bu tarihe kadar Kâşgar ve çevresinde Karahanlı Devleti'ne mensup Türkler veya bu devletin sınırları dışında kalmış yüz binlerce Türk İslâmiyeti kabul etmiştir. Bu dönemde O'nun hakkında çok geniş menkıbeler ortaya konuldu. Sonraları bütün menkıbeler "Tezkire-i Buğra Han" adlı eserde toplandı. Zaten Türklerin İslâmiyeti kabulü ve Karahanlı Devleti'nin tarihini yazan araştırmacılar da aslında kaynak yokluğu veya azlığından dolayı, çok da belirtmeden, genellikle Tezkire-i Satuk Buğra Han'dan yararlanmışlardır. Tezkire-i Satuk Buğra Han'ın dünya kütüphanelerinde Çağatay Türkçesi ya da Doğu Türkçesi ile kaleme alınmış on bir nüshası tespit edilmiştir. Bunlar: Paris nüshası, Londra nüshası, Rusya nüshası, Berlin nüshası, Taşkent nüshası (dört adet), İngiltere Oxford-Bodleian Kütüphanesi nüshası (üç adet). Tezkire-i Satuk Buğra Han ya da Satuk Buğra Han Destanı gerçekten çok şaşırtıcıdır. Zira Anadolu'da teşekkül eden destanların tamamına yakınını eserde görmek mümkündür. Bunların tamamına yakınını yayımlayan bir araştırmacı olarak konuya bakınca, ayrı bir heyecana kapılmamak mümkün değildir. Zira bu destanı okurken Battal Gazi Destanı'nı, Danişmend Gazi Destanı'nı, Saltık Gazi Destanı'nı hatırlayacaksınız. Gerçekten benzerlik insanı hayretlere düşürecek kadar nettir. Demek ki Anadolu'da teşekkül eden destanların da kaynağı, tıpkı Anadolu insanı gibi Türkistan'dır.
Konu, destan benzerliği ile de bitmemektedir. Öyle anlaşılmaktadır ki Anadolu'da derlenen pek çok efsanenin kaynağı da Türkistan gibi görünmektedir: Satuk Buğra Han'ın kızları Bubi / Bubiçe Meryem Hatun ve Hediye Türkân Hatun farklı zamanlarda düşmanla karşılaşırlar. Düşmanların kendilerine kötü niyetli bir şekilde zarar vereceğini anlayınca dua edip Tanrı'ya sığınırlar. Yer yarılır, yere girerler. Anadolu'da tarafımızca derlenen Kırk Kızlar Efsaneleri ve Uzun Kızlar Efsanesi de aynen böyledir. Bunlar arasındaki benzerlik tesadüflerin çok ötesinde ve insanı titretecek derecededir.
Tüm bu menkıbelerin bir arada toplandığı Tezkire-i Satuk Buğra Han’ın yanı sıra Satuk Buğra Han dönemi olaylarının işlendiği bir diğer eser ise Tezkire-i Ebû'n Nasr Samanî’dir. Ayrıca Satuk Buğra Han’ı anlatan tüm bu eserleri okumaya başlamadan önce Satuk Buğra Han’ı okumaya karar verenlere önereceğimiz esas kaynaklardan biri, Uygur Türkü Seyfeddin Aziz’in Türkiye’de ilk defa 1990’lı yıllarda Ocak Yayınları tarafından yayımlanan “Satuk Buğra Han” adlı romanıdır. Satuk Buğra Han’ın yaşamı ve büyük mücadelesi hem yeterli ayrıntıyla hem de akıcı ve yalın bir dille romanda anlatılmış. Bu durum; kitabın, sıkılmadan, ilgiyle ve zevkle okunmasını olanaklı kılıyor. Ayrıca romanın, Karahanlılar’ın Satuk Buğra Han döneminde İslâmiyet’i kabul etmelerinin öyküsünü gerçeğe yakın bir kurgusallıkta anlattığını da belirtmek lâzım gelir. Kitaptaki süreci ve diyalogları okuduğunuzda yukarıda ortaya sunulan kanıtların doğruluğuna daha çok yaklaşıyorsunuz. Bu kitapta geçen olaylar serisini okuyan herkes artık Satuk Buğra Han’ın anlatıldığı menkıbelerin toplandığı eserleri okuyup özümsemeye hazırdır.
Satuk Buğra Han’la ilgili çoğu menkıbenin toplandığı Tezkire-i Satuk Buğra Han ya da Satuk Buğra Han Destanı’nda bu büyük Türk hakanının ruhunun, Miraç’ta Peygamber efendimizle görüştürülmesi hadisesi çok anlamlıdır. Miraç’ta şanlı Peygamber efendimizin duasına mazhar olan Satuk Buğra Han Türk milletine büyük ülkü ve ideali de aşılamıştır. Bu ülkü: İlâ-yı kelimetullah davasının müdafii ve savunucusu olmaktı. Sultan Alparslan ''Biz halis Müslümanlarız'' derken bu ülkünün sevdalısıydı. Sultan Melikşah bir seferinde Akdeniz’e ulaştığında “Yarabbî, şu uçsuz bucaksız deniz önüme çıkmasa idi adını gidebileceğim yere kadar götürürdüm” derken bu ülkünün cihangiri idi. Dolayısıyla Türk milleti Satuk Buğra Han’dan itibaren Orta Asya, Hindistan, Afganistan, Mısır, Suriye, Anadolu, Afrika ve Avrupa’da kurmuş olduğu devletlerle Cenab-ı Hakk’ın yüce ismini her tarafa duyurmuştu. Satuk Buğra Han'la başlayan bu kutlu mücâdeleyi Gazneli Mahmud, Tuğrul Bey, İmadeddin Zengi, Muhammed Alparslan, Nureddin Zengi, Melikşah, Baybars, Babur, Enrengzib, Emîr Timur, Kılıçarslan, Berke Han ve Osman Gazi binbir itinayla sürdürdüler. Neticede başta Orhan Gazi, Murad Hüdavendigâr, Yıldırım Bayezid, Fatih, Yavuz ve Kanuni olmak üzere yine bu ideal ve aşkla çalışarak Hak mücadelesini başarıyla yürüttüler, Cenab-ı Hakk’ın yüce ismini her tarafa duyurmakla kalmayıp her tarafa ezberlettiler. Bunlar hiçbir zaman birbirlerini yüceltmediler. İslâm’ı yücelttiler. İslâm ahlâkını tavsiye ettiler. Hepsi o ulvi yolun aciz bir ferdi gibi gayret gösterdiler.
İşte bu kutlu menzilin başlatıcısı Abdülkerim Satuk Buğra Han'dır. Yüce Hakan, Türklerin kitleler halinde İslâmlaşmasına imzasını atarak bir büyük milletin geleceğini aydınlattığı gibi hak dinin de seyrini ve kaderini değiştirdi. Zira hak din İslâm'ın lehine büyük değişmeler olmuş gerek medeniyet gerekse siyasî ve askerî alanlarda İslâm dini müstesnâ bir siyasî güç hâline gelmiştir.
Cennet-i mekân Satuk Buğra Han’dan sonra, oğulları devrinde de ülkesine pek çok İslâm alimi gelip, İslâmiyet’i doğru olarak anlattılar ve İslâm’ın ışığını yaymaya çalıştılar.
96 yaşına kadar hak din için gece gündüz koşturmuş, Türk denince akla İslâm’ın, Müslüman denilince de Türk ulusunun akla geldiği bir kutlu silsileyi başlatan şahsiyet olarak tarih sahnesindeki yerini almış olmanın şerefine nail olan Satuk Buğra Han, 955'te Kaşgar yakınlarındaki Artuş'ta dâr-ı bekâya irtihal etti. Kalbi pûr-nûr, mekânı cennet, makâmı âli olsun…
Abdülkerim Satuk Buğra Han'ın ardından yazılmış olan ve Yüce Hakan'ın Hz. Sultan olarak zikredildiği şu koşuk ile Satuk Buğra Han'ı yâd etmiş olalım:
Atuş denen güzel yurt,
Pazartesi pazarı var
Garipleri kollayan,
Hz. Sultan mezarı var.
Hz. Sultan tuğ alem,
Elinde kılıç kalem.
Ağlamayın çocuklar,
Geçip gidiyor âlem.
Ve sözümü şu dua ve temennilerle noktalamak istiyorum:
Allah, Hazret-i Ömer gibi, Halid Bin Velid (r.a.) gibi, Tarık bin Ziyad gibi, Selahaddin Eyyubi gibi, Alp Arslan gibi, Nureddin Zengi gibi, Kılıç Arslan gibi, Rüknüddîn Baybars gibi, Abdülkerim Satuk Buğra Han gibi, Gazneli Mahmud gibi İslâm Serdarlarının heybetini, yolumuza tuttukları ışığı bizlerden eksik etmesin!
Kurban olduğum Kadir Yaradan Gazze’nin, Kudüs’ün, Arakan’ın, Keşmir’in, Bosna’nın, Moro’nun, Kerkük’ün, Yemen’in, Urumçi’nin, Lübnan’ın, Patani’nin, Kosova’nın, Belucistan’ın, Kırım’ın ve daha pek çok mümin ve mazlum coğrafyanın adalet ve hürriyet beklediği şu günlerde içimizden yeni Ömer’ler, Halid’ler, Tarık’lar, Selahaddin’ler, Alparslan’lar, Nureddin’ler, Kılıçarslan’lar, Baybars’lar, Abdülkerim’ler çıkarsın inşAllah…
Günümüzde kitaba nazaran paraya rağbeti; mide gurultusunu beyin sancısı zannederek, Tanzimat’tan bu yana, hiçbir şeyin çilesini çekmeden, her şeyi, Avrupa’dan monte eden(alan) yazarlarımıza borçluyuz. Borcumuzu ödemesek de olur.