Bu kaybedişler bizi nereye götürüyor Heybet Akdoğan Sayı:
124 -
 Hep gittim ama hep gittim, bilmediğim yerlere kaybettiklerimi götürdüm.
Birçoğumuz için karşı çıkmak kolay olsa da amaçsız bir hayat yaşıyoruz. İlk vereceğimiz tepkinin kolay olması bunun için dikkat çekici ve düşündürücüdür. Bu yüzden anlamsız bir hayatı peydahladık. Ne dünümüz ne de bugünümüz bir türlü bir araya gelemiyor. Beddua edilmiş bir insanın iki yakasının birbirine kavuşamayışına benziyor tüm çabamız. İçini boşalttığımız ruhumuz bu dünyayı boş sanıyor. Bu bilinçle yaşıyoruz hayatı! Kabahat arasak, kendimiz dışında herkes ve her şey kusurlu. Dengesini korumaya çalıştığımız bencilliğimizle, hırslarımızla ve sevgisizliğimizle güzel olan her şeye musallat oluyoruz. Musallat olduğumuz her güzelliği yok ederken, kaybettiklerimizin yokluğuna üzülüyoruz; çünkü yok ettiklerimiz azalırken yaşamımızın gâyesi de azalıyor. Oysa her şey bir bütün hâlinde. Ama bizler bir parçası olduğumuz bütüne dair her şeyden kendimizi alıkoyuyoruz. O bütünlüğün özü olan hakikatten gün geçtikçe uzaklaşıyor ve uzaklaştıkça kutsallarmızdan sıyrılan yaratılış emelinin güzelliği, gözlerimizin göremediği dimağlarımızı karanlık bir âleme çeviriyor. Ve bizler aydınlık sandığımız bu sanal âlemde ilerlediğimizi sandıkça attığımız bütün adımlar yerinde sayışımıza; hattâ bir hareketsizliğe dönüşüyor. Oysa dünyayı var eden, hayata bir hareketlilik ve üretkenlik bahşetmiştir. Olanın bitenin ötesinde insanı ebediyete götüren bir aksiyon ve doğurganlık bu sayede her zaman işler hâldedir. Yeter ki anlayalım ve görelim. Kaybedişlerin kazanıma dönüştüğü ve sonunda ruhumuzun asıl amacına ulaştığı o yol, o istikamet bizleri bekliyor. Bu bir bilmece değil; bilmenin hikmeti ve hikmetin sırlarından biri olan yaratılışın maksadıdır. Bu gerçekle yüzleşmedikçe kaybediyoruz ve hep kaybedeceğiz.
‘Peki, bu kaybedişler bizi nereye götürüyor?’
Kendimize hiç sormak istemediğimiz bu soru ölünceye kadar arkamızdan seslenecek. Ve yine aynı soru ölümlerimizin öyküsünü kurgularken, kendimizi hep sonrasını düşünmeye gecikmiş mevzuların arkasında bulacağız. Cehennem korkumuz zaten bu yüzden azaldı. Üstelik cenneti hayal eden duygularımızı yitireli çok oldu. Özgürüz artık (?). Savaşlarlarla, ihanetlerle ve paylaşmayı aptallık gördüğümüz tüm değerlerimizle, özgürlük dediğimiz dünya meydanında kıran kıranayız. Nereye dönsek orası sadece benim, nerede otursak orası yalnızca bizim mekânımız diyoruz. Fethettik; kavgayı, öldürmeyi, ihanetleri ve düşmanlıkları. Hemen hemen herkesin kötülükten, suçtan yana bir namı var. Haddini aşmış gülüşlerimiz, hadım ettiğimiz dostluklarımız ve imanını yitirmiş insanlığımız görebilenlerin gözlerinde insanlığın utancı artık. Çoğumuzun dışarıya göstermek istediği yapay bir kimliği var. Bunun yanında sevilmeye muhtaç, inciltilmiş ve horlanmış bir ruhumuz da var. Belki bu nedenle dışarıya karşı yapay benlikler inşâ ediyoruz. Sevilmeye muhtaçlığımızı, sevmekten korktuğumuzu ve dışlanmışlığımızı örtbas etmek için doğal olmayan karakterlere sahip olduk. Ne yaparsak yapalım ikisi de biziz. Dahası içimize gizlediğimiz benliğin kendisiyiz. Klinik bir seviyede olmasa da, şizofren kişiliklerin içinden gelip geçiyoruz. Kalabalıklar içinde kendimizin de uzağında yaşıyoruz. Dev kıtaların çağlar içerisindeki parçalanışı gibi asırlardır parçalanıyoruz, küçülüyoruz. Sürekli aksini söyleyip, gerçeklerimizden kaçmaya çalışsak da hakikati yok edemediğimiz için kendimizi gizlediğimiz yerde olduğumuzu bir türlü saklayamıyoruz. Aldanışlarımız yüzümüze devamlı farklı farklı maskeleri takmayı mecbur ettiğinden, aynadaki sûretimize bakarken kim olduğumuzu seçemiyoruz. Ve gecelerin el ayak çekilen vakitlerinde, bulunduğumuz yerde kendimizle başbaşa kalırken; çırılçıplak bir hâlde yalanlarımızın kucağına düşüyoruz. Her zaman meşakkatli ve karmaşık kıldığımız hayatta, olabilecek kötü şeyleri önceden tahmin etmemize rağmen yine de duyarsızız iyi olan her şeye karşı. Bu sebeple ruhumuz tereddütlerle, endişelerle örülüyor. Kendimizi bir an olsun rahat bırakmak, kalbimize dönerek düşünmeye başlamak bizi korkutuyor. Aklımızı kaybetmemek için korkuyoruz! İnsanca olan ne varsa; ruhumuzda bir yara, ağzımızda bir mecaz... Yaşamayı şimdilik beceremediğimiz şeyleri bir gün belki yaşarız diye biriktirip duruyoruz. Oysa bizi hayatla buluşturan nedir? Aynı yerlerde dolaştıran ve yalnızca bir evrende yaşattıran?.. İçimizden geçenlerle, dışımızdakiler kadar yakın mıyız birbirimize? Aynı gezegenin insanları olarak ne kadar tanışabildik? Yoksa uzay boşluğunda her birimiz birer minik gezegen olarak çarpışmadan, kendi yörüngelerimizde dönüp duruyor muyuz? Bu kadar yabancılık, bu kadar yalnızlık başka neyin ispatı olabilir ki?.. Hiçbirimizin bir başkasının sevincini ve kederini omuzlamaya niyeti yok. En yalınkat hâlimizle dahi yaşamak istesek de yine yalnızız. Zaman ilerliyor, tabiat ise durmaksızın bir değişim içinde. Bundan dolayı bizim değiştirmek istemediğimiz ne varsa, üstümüzde bir yük oluyor. Hatıralarımız ise dünde kaldığı için gün be gün azaba dönüşüyor. Ama her şeye rağmen bugün ve yarın bize ızdırap verecek her şeye yalanlar üreterek tükenmeye devam ediyoruz. Benim hâlim diğerinden beter; onun hâli ise benimkine çok benzer. Hepimizi birbirine yakın kılan en büyük gerçek bu! Herkesi yakınlaştırdıkça yakan ve daha fazla yanmamak için uzaklaştıran ıstırap... Hâlbuki bir bilen var. Yeryüzünde duyanlar da var duyulmasını istemediğimiz “imdat” seslerini. Yapabileceklerimizin cazibesi vazgeçtiklerimizin erdemiyle çatışırken “imdat” istediğimiz haykırışlar toprağı çatlatıyor. Yine de değişmiyor bu düzen. Sonunda herkes sadece kendisini ikna etmekle yetiniyor. Ancak, hayat yaratılışın imtihan mekânı: İnsanın önce yaradana sonra ise etrafındakilere karşı sorumlulukların olduğu bir anlamdır. Ama bizler ruhlarımızı hayattan soyutlamaya devam ediyoruz. Gökyüzüne duyduğumuz hasreti, yalnızca kuşlar taşıyor kanatlarında. Fakat uçan kuşları da vuruyoruz. Acımasızlığımın sınırları kalmadı. Hâlbuki ölüm nasıl yaşamaya sınırsa, yaşamak da ölüme sınırdır. Ne yazık ki, ölenler artık ne canımızı yakıyor ne de hayat ve ölüm arasındaki o kısa mesafeyi idrak edebiliyoruz. Amaçsız bir hayatı yaşamaya devam ediyoruz. Her şeyde bir kusur bir noksanlık görüyoruz. Kusur ve noksanlık, idrakine henüz varamadığımız kendi hakikatimiz. Hep gidiyoruz sürekli bir telâş hâlindeyiz. Gittiğimiz her yerde hilkatinden kaçmış heyulalar yeni sûretimiz oluyor.
dönmeliyim
yeniden başlamalıyım yürümeye
yetişmese de ellerim
uzatmalıyım yükseklere
bana kuşlar söyledi
hayatın özü öylece asılı kalmış gökyüzünde
|